Ali Kemal YILDIRIM
14 Mayıs tarihinde yapılan Cumhur ve milletvekilleri seçimleri Türkiye’de milliyetçi bir kabarmanın olduğunu gösteriyor. 28 Mayıs Cumhur seçimlerine bu milliyetçi kabarmanın gölgesinde gidiliyor. Şu an Kılıçdaroğlu’ndan daha fazla milliyetçi olması isteniyor. Halbuki mevcut yaşanan sorunların bizatihi sebebi bu irrasyonel milliyetçiliğin kendisidir. Bu nedenle tarihe bir göz atmak ve çözümün ne olabileceği hususunda zihni yormak gerekmektedir.
Osmanlı bünyesinde ortaya çıkan milliyetçilik akımı, II. Murad’ın emri ile tarih yazan Yazıcıoğlu’nun, Osmanoğulları’nın “Orta Asya kökenli soyluluk’’ iddiasını, Türk ulusu oluşturma projesinin malzemesi haline getirir. Böylece soyluluk ve Orta Asyalılık iddiası bir aileden alınarak, daha geniş kesimleri kapsayan, bir tarih tezine dönüştürülür.
Yeni ulusa temel olarak düşünülen, gerçek dışılığa dayanan, bu tarih tezi tümden çoğunluğun hilafına olarak yukarıdan dayatılır. Halbuki bu konuda coğrafya esas alınarak, başka bir tasavvur ile gönüllülük temelinde, vatandaşlarının bir kesimini rencide etmeyen bir birlik de oluşturulabilirdi. 1800 yılında İskoçya, Galler ve İngiltere’nin birliği ile oluşan Birleşik Krallık (United Kingdom of Great Britain and İreland) örneği, bir model alınabilirdi. Ancak bu durumun tersine, Osmanlı’ya alternatif iddiası ile ortaya çıkan yeni yönetim, ırkı temel alan bir teori ile, etnik ve inanç bakımından homojen olmayan Küçük Asya’nın insanları arasında ayrımcılığı meşrulaştırmış olmakta; topluluklar arasında üstünlüğe dayalı bir hiyerarşi oluşturmaktadır.
Bu durum, özellikle varlığını ve özgünlüğünü sürdürmek isteyen Kürtler içerisinde tepkilere neden olur. Alevi Kürtler söz konusu olunca, onlara bakış daha da vahimdir, zira onlar sadece ırk olarak da değil, dinen de farklı olduklarından, ötekilerin de ötekisidir. Toplumu hiyerarşik bir piramit gibi kurgulayan zihniyet, piramidin tepesine bir autokratı yerleştirmeyi doğal görür. I. Dünya savaşı sonrası Türkiye’nin de arasında bulunduğu Ortadoğu’da ortaya çıkan devletler için Bernard Lewis şunları söyler:
Bu devam eden savaş bütün bir İslam tarihinde izlenebilir. Modern dönemde, mücadele nihayet otokratik devlet lehine ve onu sınırlandırabilecek toplumsal güçlere karşı olacak şekilde kararlaştırılmış gibi görünüyor. Bu, modern teknolojinin ve özellikle modern iletişim araçlarının ve silahların devreye girmesi sayesinde oldu. Bu imkanlarla, merkezi otokrasinin önünde uzun süredir var olagelen pratik engeller nihayet aşıldı. Geleneksel sistemlerde, hükümdarın yetkileri, prensipte mutlak olmakla birlikte, gerçekte bir dizi ara otorite ve güç tarafından sınırlandırılmıştır. Modernleşme ile bu yetkilerin ilgası ve bu otoritelerin elimine edilmesiyle hükümdarın gücü herhangi bir sınırlamaya tabii olmaksızın sınırsızdır ve küçük modern diktatörlerin en küçüğü dahi Arap halifelerinin en kudretlilerinden, Fars şahları ve Türk sultanlarından daha fazla kontrole sahiptir. Tiranlığın geleneksel kısıtlamaları ortadan kalktı. Yeni veya yenilenmiş olan, sınırlamaya sahip bir yönetim biçimi arayışı devam ediyor.
Temel parametresi ağırlıkla asimilasyon olan Cumhuriyet döneminin resmi tarihçiliği; genel olarak, kendine ait saydığı ırkın olumlulukları yanında, bir bütün olarak onun olumsuz tarihini de sahiplenmeyi kendisine görev edinir. Ötekilerin kendileri olmasını engelleyen bu yukarıdan dayatmacı ırkçılığın amacı, farklılaştırmak değil, aynılaştırmak üzerine kuruludur. Bu aynılaştırma eyleminin en önemli aracı ötekilere ait dil ve kültürün değersizleştirilmesi; bunun yerine ikame edilen Türklüğün ‘’Ne mutlu Türküm’’ denilerek yüceltilmesi ile sağlanır.
Bu arkaik ırkçı anlayış, bir yandan modern ulus inşasını önüne koyar iken; öteki tarafta yerleşikliğe (toplum düzeni) geçmemiş topluluklara ait şiddet ve hukuksuzluğu bir övünç kaynağı olarak sahiplenir. Öyle olunca önüne koyduğu medeni dünyaya dahil olma ideali ile, bizzat kendisi sürekli bir çatışma yaşar. Dün olduğu gibi bugünde, patinajın önemli nedeni, tarih hususunda tutarlı bir eleştirel bakışa sahip olamamaktan kaynaklanmaktadır. Toplum düzenine göre hareket edilecekse ona ait norm, hukuk ve etiğe önem verilmesi; daha önceki uygulamalar ile araya duygusal ve eylemsel bir mesafe konulması gerekir. Oysa ne Osmanlı ve ne de ondan radikal olarak koptuğu iddiasında bulunan Cumhuriyet yönetiminde, bu doğrultuda elle tutulur bir çaba göremiyoruz. Türkiye’de egemen ruh hali, geçmiş tarihin esiridir. Bu esaret, yabancı düşmanlardan daha etkili olarak, öncelikle bireylerin iç huzurundan başlamak üzere, toplum huzurunu zedelemekte ve çürümeye neden olmaktadır.
CUMHURİYETİN TEMEL ENSTRÜMANI ŞİDDETTİR
Osmanlı’da toprağın mülkiyet hakkı padişaha aittir. Devlet ve padişahlığın özdeşleştiği bu sistemde tımar ve zeamet ile sağlanan Osmanlı’nın toprak düzeni, şahıs ve bölgelerin, padişaha (ve bu vesileyle devlete) sadakat ilişkisine yol açar. Bunun kültürel sonucu, sultandan bağımsız kültürel olarak bir soylular sınıfının oluşmaması olarak tezahür edecektir. Toplumda tek düzelik sebebiyle, çoğulculuk ve farklılık bastırıldığından, bu durum, her türlü gelişim üzerinde de etkisini gösterecektir. Çaldıran Savaşı sonrası, Kürt beyliklerinin var olan statülerinin bir süreliğine kabulü, onlara serbestlik sağlamayacak; aksine, gerek padişahın toprak üzerindeki mülkiyeti ve gerekse bu beyliklerin vergi toplama ve asker temin etmede zorunlu hizmet veren aracılar haline getirilmesi, bunların mevcut haklarında daralmaya sebep olacaktır.
İngiltere örneğinde bahsini edeceğimiz üzere, orada soyluların vergi konusunda karar alma süreçlerine katılımı vardır ve kralın yetkileri sınırlandırılmıştır. Dolayısı ile soylular emir kulları değildirler. Oysa Osmanlı’da durum bu şekilde olmadığı gibi, devletin zayıflaması durumunda, manevra alanı genişleyen hanedanların aracılık rolleri, onların birer birer ortadan kaldırılmasıyla son bulacak; bu rol devlet bürokrasisinin değişik katmanları tarafından üstlenilecektir. Böylece, gelirler, yönetim ve de askerlik üzerinde tek tasarruf hakkı merkeze bırakılacaktır. Cumhuriyet bu ana yönelimde bir değişiklik yaratmak bir yana, bu politikanın nihai başarısı için, şiddeti başlıca enstrüman olarak kullanmada beis görmeyecektir.
Şiddet ve iktidarın başının sınırsız yetkilere sahip olmasıyla, keyfiyete dayalı kimi pratikleri ile, Cumhuriyet; bazen bazı topluluklar açısından eskiyi dahi arattırmıştır. Bu durum demokratik olmayan bir cumhuriyetin ne kadar bir kof söylem olduğunun da ispatıdır. Her bir iktidarın kendi zengini yaratmak istemesinde; mülkün sultanın tasarrufunda olduğu düşünce sisteminin önemli payı bulunmaktadır. Kuruluş hikayesi başkalarının mülklerini gasp etmek üzerine olduğundan, mülkün teminatı olan bir adalet sağlanamamıştır.
Cumhuriyet yönetimi, Osmanlı’nın yenilgisinin eseri; savaşı kazanan güçlerin onay ve desteği dahilinde gerçekleşen bir gelişmedir. Başta İngiltere olmak üzere aynı büyük devletler, Osmanlı sultan ve halifeliğinin ülkeyi terkinde de yardımcı olarak bu sürece yumuşak geçişi sağlamışlardır. Burada bir sorun yok. Sorun; izleyen dönemde, Osmanlıcılık ve Cumhuriyetçilik ayrımında taraftarların haklar çerçevesinde ilkeler üzerinde deklere ettikleri bir belgeye sahip olmamalarıdır. Cumhuriyetçiler; sultanlığa karşı çıkar iken, kuracakları düzende herhangi bir isimle sultan ile benzer yetkilere sahip bir makam olmayacağını, gücün sınırlandırılacağı, ancak çoğulcu bir parlamentonun yasa yapma mercii olacağını beyan etmemişlerdir.
KÜRTLER YENİ DÖNEMİN DÜŞMANLARI
Cumhuriyetçilerin egemenliği ile pratik hayattaki uygulamaları, otoriter bir sisteme özgüdür. Kurulan Cumhuriyet; tek partili, bütün kararların tek adam M. Kemal’in iki dudağı arasında çıkan sözlere göre biçimlendiği, yargı güvencesinin olmadığı bir tür askeri yönetim idi. Yeni dönemde birçok parametre bakımından; örneğin çok partililik, Müslüman ve gayri Müslüm olsun azınlıkların temsili bakımından önceki yönetimin gerisine düşülmüştür. İttihat Terakki’nin ikinci derece kadroları tarafından kurulan Cumhuriyet’in, bu seferki hedefinde Kürtler bulunmaktadır. Kürtler, yeni dönemin yeni düşmanıdırlar. ‘’Düşman’’ fobisinin gölgesinde otoriterizmin kökleşmesi sağlanır. Geçmişin düşmanı olarak görülen Ermeniler, bertaraf edilmiş olduklarından, artık ciddi bir önem arz etmemektedirler. Bilinen ve topluma dikte ettirilen kabullerin tersine, adaleti amaç edinen bir toplum projesi yerine; adaletsizliği temel alan bir sosyal mühendislik uygulamaya sokulmuştur.
Bölgesel haklar söz konusu olduğunda, Cumhuriyet ve Anadolu’da beylikleri ortadan kaldıran Osmanlı’nın politikaları arasında önemli bir fark yoktur; ikisi de otokratiktir; ikisi de hak ve hukuku sadece kendisine ait gören bir anlayışa sahiptir; her ikisinde de şiddet başlıca enstrüman olarak işletilmiştir. Hatta ikincisi, Cumhuriyet yönetimi, bazı asayiş sorunlarını gerekçe olarak kullanarak, daha ileri gitmiş; Koçgiri, Şeyh Said, Zilan ve Dersim örneğinde görüldüğü üzere, geniş çaplı kitlesel katliamlara imza atmıştır. Bu durumun baş müsebbibi İttihat Terakki zihniyeti, iki dönemdeki kötülüklerin siyasal olarak da müsebbibi. Tek partili yönetim sonrasında da benzer gelişmelerin yaşanması, Türkiye’nin henüz 14. 15. Yüzyılın mantığı ile sorun çözmeye çalıştığına delalettir. Oysa gördük ki, bu sorun çözme metodunun kendisi bizatihi sorun yaratmaktadır.
Jean-Jacques Rousseau adalet ile toplum düzeni ilişkisi hakkında şu görüşleri ifade eder:
Doğal yaşama halinden toplum düzenine geçiş, insanda çok önemli bir değişiklik yapar: Davranışındaki iç güdünün yerine adaleti koyar, daha önce yoksun olduğu değer ölçüsünü verir ona: Ancak ödevin sesi içtepilerin, hak ve isteklerin yerini alınca, o güne kadar yalnız kendini düşünen insan başka ilkelere göre davranmak, eğilimlerini dinlemezden önce aklına başvurmak zorunda kalır. İnsan bu durumda doğadan sağladığı birçok üstünlüğü yitirirse de, öylesine büyük yararlar elde eder, yetileri öylesine işleyip gelişir, düşünceleri açılır, duyguları soylulaşır, baştan başa ruhu öylesine yükselir ki, yeni durumun yarattığı kötülükler onu çoğu kez toplum öncesi durumdan da aşağı derekeye düşürmeseydi, kendini bu durumdan bütün bütün çekip kurtaran anı durmadan kutlaması gerekirdi: O anı ki, kendisini akılsız ve gelişmemiş bir hayvan durumundan çıkarıp akıllı bir varlık, bir insan haline sokmuştur.
Rousseau ulusların oluşumunda toplumsal sözleşmenin önemine dikkat çeker. Bir anlaşmanın toplumsal sözleşme olması için, dikte ettiren değil; gönüllülük temelinde, çıkarların uzlaştırılması temeline dayanması gerekmektedir. Öyle olunca, öncelikle sorunlu diğer etnisitelerden topluluklara ne istediklerini sormak, bunun için gerekli mekanizmaları yaratmak gerekir. Bunun ön koşulu olarak, demokrasiye hayat kazandırılması bir zaruriyet olarak kendisini dayatıyor. Hakları gasp edilmiş Kürtler açısından demokrasinin, kendilerinin her alanda eşit düzeyde temsil edilmesi gibi bir yönü var. Bu, merkezi iktidar düzeyinde temsilden yerel meclise/meclislere dek alanı kapsar.
Osmanlı döneminde, çoğu zaman, Anadolu, Kürdistan ve Ortadoğu’da şiddet ve saldırganlık kol gezmektedir. Bundan sonraki dönemde de bir değişiklik olmayacak ve hatta modern zamanlarda, 20. yüzyılın başlarında, bu acımasız şiddet Ermeni soykırımı ile bir sıçrama yapacaktır. Bu geleneğin devamı olarak siyasi sahneye çıkan ve sonradan cumhuriyet kurduğunu iddia eden ekibin politikasında bir değişiklik olmayacak; Ermeni ve Rum katliamlarını Kürtlere yönelik katmerlenmiş baskı, şiddet ve katliamlar izleyecektir. Cumhuriyet’in tek adamlı otokratik yapısı, bu yapının cumhuriyet olarak adlandırılması ile bizatihi tezatlık oluşturmaktadır. Nedeni gayet basit: Halk iradesine başvurulmamış olması ve kontrol edilemezlik.
MAGNA CARTA ÖRNEĞİ
Oysa, kraliyet ile yönetilen İngiltere’de, daha 1215 yılında başka bir gelişme yaşanmıştır. O zamana dek krallık İngiltere’de nerede ise sınırsız yetkilere sahiptir. Kral John, kendi asilleri tarafından yetkilerini sınırlandıran bazı şartları kabule zorlanır. Buna göre, vergi toplama yetkisi sadece krala ait olmayacak; Kral, asilleri de kararlara katmalıdır. Magna Carta denen haklar sözleşmesi ile, sadece Kral’ın yetkileri sınırlandırılmaz; asillerin hakları da garanti altına alınır. Bu durum bölgesel yönetim ve hakların kabulü anlamına gelecektir. Böylece ülkeyi yönetmede karar alacak olan parlamentonun oluşum süreci de başlamış olur. Kral John, Magna Carta isimli belgenin iptali için Papa’ya baş vurur. Papa İnnocent, belgenin sadece utanç verici ve dayanıksız olduğunu iddia etmeyecek, yasadışı ve haksız olduğunu da söyleyecek ve Tanrı adına belgeyi mahkum edecekti. Bunun üzerine, asiller Fransa Kralı Louis’den yardım isteyecektir. 1216 yılında Kral Louis, çıkarma yaparak Londra’ya varır.
Bu durumda, içeridekilerin taraftarı olduğu, iki ayrı dış müdahale girişimine tanık oluyoruz. Milliyetçilik açısından dış müdahale kötüyse, ikisi de kötüdür. Kralın milliyetçiliği açısından, kendisinin Papa’ya çağrısı; asillerin milliyetçiliği açısından ise, kendilerinin Fransız kralına yardım çağrısı doğrudur ve vatanseverliktir. Tarih Kral John’u değil; Magna Carta’yı savunanları haklı çıkardı.
Bir insan hakları belgesi olan Magna Carta’nın 39. Fırkasında şunlar yazılıdır:
“Emsal veya ülkenin kanunları dahilinde yargılama olmaksızın hiçbir özgür insan tutuklanamaz, hapsedilemez ve haklarından yoksun bırakılamaz, kanun dışı ilan edilemez, sürgüne gönderilemez veya herhangi bir şekilde perişan edilemez.”
40. Madde ise hiç kimsenin mağdur edilip hakkı olan adaleti inkar edilmeyeceği ve geciktirilmeyeceği üzerindir.
Demokrasinin; bürokrasinin, yani devletin güçlü olmadığı yerlerde gelişmiş olması, aslında ne yapılması gerektiğini de gösterir: Demokrasi için devletin zorbalık aracı olmaktan çıkarılarak şiddet aracı olan yönünün zayıflaması gerekmektedir. Devletin şiddet aracı olmaktan çıkarılarak hizmet aracına dönüştürülmesi, bütün toplumsal kesimleri memnun edecek, onların rızalığına dayanacak çözümlerle mümkündür. Bu tür bir çözüm sosyal olarak gelişimin yanında, bilim ve teknolojik kalkınmanın da önünü açar. Bazı düşünürler; kendi döneminde Çin’de yaşamış olması halinde Galileo’nun, bilim adamı olmak yerine, bürokrat olmayı tercih edeceğini iddia ederler. Bunun böyle olup olmayacağı elbette tartışılabilir. Günümüz Türkiye’sinde siyaset destekli iş adamı olmanın dışında, bilim adamlığının ölçüsünün de siyaset ile kurulan iyi ilişkilerle ölçülmesi bu iddiayı doğrulamaktadır. Böylesi bir iddiayı doğrulayacak tutumlara muhalifler içerisinde, bu arada Kürt muhalefeti içinde de rastlanmaktadır.
YEREL YÖNETİMLERİN YETKİLERİNİN ARTIRILMASI
Türkiye’de halk genel oy hakkına sahiptir. Kimin milletvekili listelerinde yer alacağına parti merkezleri veya onları yönlendiren güçler karar verir. Meclise giden parlamenter seçildiği bölge halkını temsil etmek yerine merkeze itaat etmek zorunluluğu ile karşı karşıya bırakılır. Yönetici olarak kimlerin atanacağı, merkezi iktidarın egemenliğinde olup; Vali, kaymakam, Jandarma, polis üzerine ‘’halk Oyu’’nun bir hükmü bulunmamaktadır. Oysa Vali, kaymakamlık gibi kurumların kaldırılarak bunların görevlerinin seçilmiş olan belediyelere devri, demokrasinin sınırlarını genişletecektir. Polis ve Jandarma’nın yerel yönetimlere bağlanması, bu güçleri bir korku mekanizması olmaktan çıkaracaktır. Kuşkusuz bu bir başlangıçtır. Bu konuda yerelin temsili hususunda liste uzatılabilir.
Türkiye gibi merkezi bürokratik yapının ve otokratik eğilimlerin güçlü olduğu ülkelerde, etnik ve inanç merkezli çoğulculuğa dayalı ulusal ve de sosyal geleneklerin varlığı, aslında demokratik gelişim için de elverişli bir potansiyel oluşturur. Bu tarihsel potansiyelin bilince çıkarılıp değerlendirilmesi halinde, herkese yük olan bürokratik yapıyı zayıflatarak, hizmeti esas alsan demokrasiyi de güçlendirmek mümkündür. Seçim gibi yaygın uygulanan bir mekanizmaya sahip olmamasına rağmen, rızalığı esas alan yapısı ile başta muhalif inançlılar olmak üzere Kürt aşiretleri geleneğini anlamak, bu konuda temsiliyet ve çoğulculuğa sağlayacağı katkı ile herkes için epey yararlı olacaktır. Bunun için, tarihteki dost- düşman ayrımından vazgeçip, muhalif kesimlere tarihte hak ettiği değeri vermek, onları değişim için yararlı bir potansiyel olarak görmek gerekmektedir.
Bir sistemin demokratik olması için, öncelikle fikir ve düşünce; örgütlenme özgürlüğü önünde her hangi bir engelin bulunmaması gerekmektedir . Yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü, parlamentonun ve parlamenterlerin bağımsızlığı gibi parametreler de söz konusu olunca, Türkiye’nin dünde kaldığı anlaşılıyor. İyi bir gelecek, Ortadoğu barışını zaruri kılıyor. Kürtlerin bir ulus olarak varlığı, bu barışın sağlanmasında engel değil; haklarının teslimi halinde, komşular ile barış için de önemli fırsatlar sunuyor. Ön Asya’nın yerlilerinden olup da varlığını koruyabilmiş Kürtler, Türkler kadar eşitliği hak ediyor. Ortadoğu barışı, böylesi bir mantık çerçevesinde şekillenmiş demokratik bir çekim merkezini gerekli kılıyor. Türkiye, geleneksel tutumu ile, avantajlarını heder etti; etmeye devam ediyor.
Bugünün acil sorunsalını anlamak açısından Baba Tahir Uryan ile Selçuklu Sultanı arasında geçen diyaloğu aktarmakta yarar var: Selçuklu sultanı Tuğrul’a Kürt Sufi Baba Tahir Uryan “Tanrı’nın kullarına ne yapacaksın?’’ diye sorar ve elinin Tuğrul tarafından öpülmesi sonrası, Tuğrul’un; “Senin istediğin gibi” demesi üzerine, Baba Uryan; “Huda’nın söylediği gibi kendi yönetimin altındakilere adaletli ve şefkâtle davran’’ der.
Bir başlangıç için adalet ve şefkât bugünün acil talebi haline gelmiştir.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***