YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Bu yazı seçimin ardından ilk düşüncelerimi toparlıyor ve erken analizlerimi okurla paylaşmayı hedefliyor. Önümüzde 2023’ün birinci tur ve ikinci tur seçimlerini konuşacağımız uzun aylar, yıllar var. Türkiye’de bu seçimlerin bir milat olacağı şimdiden kesinleşmiş durumda. İnsanların sonuçların şokunu iliklerine, kemiklerine kadar yaşadığını gözlemliyorum. Umudun aklın önünde olduğu bir süreci yaşamış olmalarının doğal bir sonucu bu. Bu yazıda biraz oldun sis perdesinin ardında neler olduğunu kendimce anlatmaya çabalayacağım. Amacım insanları duyguların değil, aklın başat olduğu bir paradigmaya davet etmek.
Tespitlerimi sıralayayım. Birinci ve belki de en temel tespit: Bu seçimler, rejimin oylandığı seçimler değildi. Muhalefet Erdoğan’ı hedef aldı, rejimi değil. Dolayısıyla kapsamlı bir rejim eleştirisi seçimlerin konusu olmadı. Tali meseleler konuşuldu, kısmi demokratikleşme adımları ve iyileştirmelerden bahsedildi. Komple bir rejim eleştirisi, diskurun reddi, söz konusu değildi. Bu nedenle seçim öncesi yazılarımda, videolarımda ve sosyal medya paylaşımlarımda ben bu muhalefeti kötünün iyisi olarak niteledim.
Diğer bir tespit, seçimlerin adil ve özgür olmadığına yönelik tespit olacak. Bu seçimler demokratik değildi. Nokta! Bunu seçim sonrasında söylemiyorum sadece. Seçimlerden yıllar önce, aylar önce, haftalar önce, hatta saatler önce, bu tespiti tekrarladım. Bir siyaset bilimci olarak üzerime düşen görevi nesnel olarak yaptığımı düşünüyorum. Konu kapsamlı ve detaylı, ama özetleyeyim. Hem oy sayımına ilişkin ciddi soru işaretleri, hem kampanya ve oy kullanma sürecinde mevcut olan sistematik sorunlar, seçimlerin adil ve özgür olmadığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Medyanın, YSK’nın, AA’nın, yargının, bürokrasinin, kolluk güçlerinin ve istihbaratın tümüyle rejim aparatı olduğu, rejimin devamı için çalıştığı bir seçim süreci oldu. Rekabetçi otoriter sistem olarak nitelenen hibrit Türkiye rejimi, bu rejimin tüm klasik seçim manipülasyon taktiklerini kullandı ve kendisini galip ilan etti. Muhalefet çok ciddi bir strateji hatası yaparak birinci turun sonunda seçim sonuçlarını tanımadığını ilan etmedi. Çünkü yazının başında belirttiğim üzere, rejime muhalefet yapmamayı seçmişlerdi. İkinci turda da bu durum yinelendi. Birinci turda kurgulanan Sinan Oğan’ın %5 dilimindeki oyu, Erdoğan’ın seçimi oldukça demokratik görünen biçimde çalabilmesine yaradı. Niçin Kılıçdaroğlu ve Altılı Masa liderleri seçim sonuçlarını kabul ettiler? Bu konu aynı 15 Temmuz gibi, aynı rejim diskuruna Yenikapı’da biat etmek gibi, aynı rejim mağdurlarını klan ve mahallerine göre ayırmak gibi, mantık silsilesi içerisinde anlamlandırılması güç bir mesele olarak kalacak sanırım. Doğrusu, eğer Kılıçdaroğlu ve Altılı Masa seçim sonuçlarına hile karıştığını deklare etse ve sonuçları tanımasa, Erdoğan zafer ilan edemezdi. Seçim sonuçlarının uluslararası aktörler tarafından kabul görmesi ve Erdoğan’ın kutlanması bununla ilgilidir. Eğer muhalefet başarılı bir biçimde kaygılarını uluslararası aktörlerle paylaşabilmiş olsaydı, bundan da önemlisi açık bir pozisyon takınarak sonuçları tanımadığını güçlü bir biçimde dillendirebilseydi, bugün Erdoğan ve çevresi çok ciddi bir meşruiyet krizi yaşıyor olacaktı.
Bir diğer tespit, Türkiye siyasetinin bölünmüş olma durumudur. Özellikle siyasetin temel fay hattı olan Kürtlerin Türkiye denen devletin kuruluşundan bu yana süregelen konumu meselesi, bu seçimde apaçık sırıttı. Evet, Kürtler büyük bir katılımla ve siyasi bilinçle, Erdoğan’ın karşısındaki adaya oy verdiler. Ama bunu yaparken “her şey çok güzel olacak” tipi bir halet-i ruhiye ile sandığa gitmediler. Karşılarında en kötü ve kötü vardı. Burada Kılıçdaroğlu’nu kastetmiyorum. Kılıçdaroğlu bence mevcut koşullarda bulunabilecek en birleştirici ve mülayim muhalif adaydı. Kastettiğim, Millet İttifakı’nın bileşenlerindeki anti-Kürt pozisyon, daha doğrusu Kürt fobisi. Türkiye, Sevr Antlaşması sonrası içine düştüğü psikozdan sıyrılabilmiş değil. Kürtlerin gayet haklı ve makul taleplerine “bölücülük” ve “teröristlik” diyen çok geniş bir Türk-üstünlükçü kitle, toplumun çoğunluğunu oluşturuyor. Bu çoğunluk salt Erdoğan etrafından toplanmış bulunan Cumhur İttifakı’yla sınırlı değil. Özellikle İYİP, ta başından beri HDP’nin ve Kürt Siyasi Hareketi’nin karşısında yer aldı. Envai tür ayak sürtmeyle ittifakı zora soktu. Bunun ardından ikinci turda Kılıçdaroğlu’na şahinleşme tavsiyesinde bulundular, hatta baskı yaptılar. Bu baskıyı yapan sadece İYİP değildi elbette. İYİP’ten de fazla, CHP içindeki nasyonalist kemik kanat bu hatalı taktiği empoze etti. Bu refleks salt CHP ve İYİP’le sınırlı değil. Türkiye’nin DNA kodları, anti-Kürt refleksleri zaten kapsıyor. Devletin genetiğinde Kürtleri – ve diğer etnisitelerden olan insanları – Türklük içerisinde eritme doktrini mevcut ve siyasi partilerin en derin seviyelerine kadar nüfuz ediyor. 100 yılı bu politikalardan geçerek geride bırakan Türkiye’de, muhalefet bu paradigmayı zerre kadar eleştiremedi. Yine de – taktiksel bazda da olsa – Kürtlerle kurulan ittifak olumluydu. Tabii yetmedi. Burada vurgulamaya çalıştığım yalın gerçek, sosyolojik fay hatları. Bunların en derini şüphesiz Kürtlere ilişkin olan tabudur. Türkiye siyasetini Türk partileri ve Kürt siyasi hareketi olarak grupluyorum. Türk partileri iki farklı ittifakla da seçime girmiş olsalar, neticede Kürtler hakkındaki refleksleri büyük benzerlikler gösteriyor. Rejim, bu durumdan ciddi bir güç elde ediyor. Tabii bunun farkında olmayanlar toplumun çoğunluğunu oluşturuyor ki bu da rejimin yararına bir durum. Burada anahtar kelimeler üniter devlet ve onun tersi olan federal devlet. Bu sorunu öte nesillere devreden siyasi bir bayrak yarışıdır, Türkiye’deki Türk siyaseti. Türk sorununun da özünü bu oluşturuyor zaten. Bunun Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve hukuk devleti olmasının önündeki en ciddi engel olduğunu buraya yazmama gerek var mı?
Bir diğer mesele, Türkiye siyasetinin bütünüyle dünyadan kopuk bir ideolojik arka plana dayanmasıdır. Dünyada siyasi yönelimleri sınıflarken kullandığımız sağ-sol gibi, sosyalist-muhafazakâr-liberal-yeşil gibi kategoriler, Türkiye’de ne hikmetse ıslak kâğıda fırçayla aktarılan suluboya gibi dağılıyor ve formunu yitiriveriyor. CHP bir sol parti değil. Bu tespit, 1980’den bu yana yapılması gereken, ama sürekli boş verilen bir olguya dayanıyor. CHP’nin misyonu ulus devlet inşasıydı. Onu da coğrafi temelde değil, ırki temelde yapmayı seçti. İttihatçılardan gelen bir hastalıktır. Bundan dolayı Ermeni Soykırımını, Rum Soykırımını, Süryani Soykırımını da reddetti devlet. CHP eşittir devlet denklemini ille de buraya yazmama gerek yok sanırım. Bakmayın iktidarda olmadığına. Bu fikirler 100 yıldır – bugün dâhil! – iktidardadır. Paradoksal biçimde kendi “muhalefette” ama fikirleri iktidarda olan bir siyasi gelenekten bahsediyoruz.
Diğer partiler de temelde iki ideolojiye dayanıyor: Türkçülük ve İslamcılık. Üç Tarz-ı Siyaset’ten bu yana yüz yılı aşkın zaman geçti, ama sıkışıp kalınan dar siyasi ideolojik arka plan budur. İslam, Türkçülüğün sosudur. İbrahim Kafesoğlu ve Türk-İslam Sentezi ideolojisi, 1980 yılında resmen bu devletin devlet mimarisini biçimlendirdi. Erdoğan ve ekibi bunun ürünüdür.
Temel meselelerden biri laik devletti. Atatürk’ün en özgün projesidir, çoğunluğu Müslüman olan bir toplumdan laik (seküler) bir devlet çıkartmak. Elbette bu laikliğin topluma yerleştirilme çabaları olarak görünen politikaların rijit ve insan hakları bakımından sorunlu uygulamaları sorgulanacaktır ve sorgulanmalıdır. Fakat fikirsel olarak devlet kurucusunun laik devlet ısrarında ne kadar haklı olduğunu burada tespit etmek gerekiyor. İslam’ın siyasete alet edilmesi, Türkiye siyasetinin Kürt meselesinden sonra en ciddi handikabıdır. Türkiye’nin yönetsel-siyasal bağlamda modern dünyaya armağan edebileceği en değerli deneyimdi, Müslüman çoğunluklu bir toplumun laik devlet kurması ve bunu başarıyla geliştirmesi. Başka bir yazının konusu olan, bunu neden başaramadı meselesine girmeden, bu tespiti yapmak istedim. Bu seçimlerin en büyük kaybedeni, Kürtlerden ve mağdurlardan sonra, seküler devlet fikridir.
Son söz yerine: Rejim diskurunu reddetmeyen hiçbir muhalefet gerçek muhalefet değildir. Yapısal sorunları ötelemek, gelecek nesillere yapılan büyük bir haksızlıktır. Sorunlara tali (geçiştirici) çözüm önerileri değil, cesur reform önerileriyle yaklaşılmalıdır. Üniter devlet, Türk-üstünlükçü tarih ve onun üzerine inşa olmuş etno-kimlik, din ve politikanın yarılmamış olması, dünyadan kopuk ideolojik arka plan gibi. Bunları yazıp tartışma zamanıdır. “Artık yeni şeyler söylemek lazım.”
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***