Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Keşke dememek için!

Keşke dememek için!


YORUM | M. NEDİM HAZAR

Hemen herkeste aynı soru, “oy versek ne olacak ki?”

Meselenin bir şeyi değiştirmek bağlamında değil, bizlerin; zulme karşı dik duranların, haksızlıklara direnenlerin ne yaptığıyla ilgili ele alınması gerektiğini hatırlatmak için bu yazıyı kaleme alıyorum. 

Evet, çok kızgınız, kırgınız, hatta öfkeliyiz. 

Ve evet, işkence gördük, acı çektik, iftiraya uğradık, ailelerimiz darmadağın edildi, evimize barkımıza, malımıza çöküldü. 

Oy vermek neyi değiştirir sorusunun cevabını şu anda kimse bilemez. 

Belli olan şu; sebepler dairesinde en zalim ve seçenekler arasında en cehennemi olanı bitirebilmek umuduyla oy vermekte ısrar etmek lazım. 

Bir şey değişmeyecek mi?

Olabilir…

Açıklayayım…

Hatırlayın güzeller güzeli Cesur Yürek filminin o muhteşem sahnesini. 

William Wallace, az sayıda köylü ile düzenli ve korkutucu İngiliz ordusuna kafa tutmaktadır. Ancak köylüler epey korkmuş ve ürkmüştür. 

“Savaşacak mısınız?” diye sorar Wallace. 

“Bunlara karşı mı?” diye karşı soru sorar köylüler. Uçsuz bucaksız zırhlı askerler vardır karşı tarafta. İskoçların ise ellerinde kazma kürek filan. 

“Hayır!” der İskoçlar, “Kaçacak ve yaşayacağız!”

Ve William Wallace meşhur tiradını atar: 

“Evet. Savaşırsanız belki ölürsünüz, kaçarsanız yaşarsınız belki! En azından biri süre. Ve yıllarca sonra, yatağınızda ölürken, o güne kadar tüm günlerinizi şu soru için harcayacaksınız: Ya o gün kaçmasaydık, nasıl olurdu?

Unutmayın, herkes ölür, ancak bazıları yaşamaz bile!”

O sahneyi şuraya koyayım: 

Önceki günkü yazımda, bir ütopya denemesi yapmıştım. Okumayanlar şuradan bakabilir. O yazıda da belirttiğim gibi Ahzab suresine hassaten eğilmekteyim bugünlerde. 

Çünkü yaşadığım döneme dair muazzam veriler barındırdığını düşünmekteyim. 

Ve sevgili dostlarım, ispatlayamam ama, Braveheart’ın başta Mel Gibson olmak üzere senaristlerinin (İlli de Blind Harry’nin) Ahzab suresini bir şekilde okuduğunu düşünüyorum. 

Bakınız Ahzab 16 ne diyor: 

“De ki: “Eğer ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, bilin ki bu kaçışın size bir faydası olmayacaktır. Çünkü bugün ölümden kaçsanız bile, dünya nimetlerinden ancak pek az bir süre faydalanacaksınız.”

Surenin ve hassaten bu ayetin indiği döneme biraz yakından bakalım. 

Ahzab suresi, mushaftaki sıralamada 33. sûre, nüzul sıralamasında ise doksanıncı suredir. Mümtehine Suresi’nden önce, Âl-i İmrân Suresi’nden sonra ve ittifakla Medine’de inen bir suredir. İbn İshâk’a göre bu sure Medine’de nazil olmuştur ve iniş tarihi bakımından Medenî surelerin dördüncüsüdür. 

Sure doğrudan Hz. Peygambere hitap eder ve başlarken “Ey Peygamber” der. 

Aslında beni vuran bir incelik daha var ama burada geçiştirilebilecek kadar küçük bir mevzu değil.

Çünkü bu tür süreçlerde, insanların sebepler dairesinde her şeyi yaptıktan sonra “Allah’a tevekkül et!” hitabına maruz kaldığını vurguluyor. 

Benim anladığım şu: 

Sen elinden geleni sonuna kadar yap, ancak bir noktadan sonra da meselenin asli sahibine teslim olmayı bil!

Hatırlayalım o dönemi…

Can ve malın tehlikelere maruz kaldığı bir dönem. İmanın ciddi bir imtihandan geçirildiği, ondaki zafiyetin, içinde taşıdığı küfür ve nifak izlerinin iyice belirginleştiği kritik zamanlar. 

Geniş ve rahat zamanlarda gizli kalıp kendini göstermeyen menfi duygular, dokunan tahrik edici iğne uçlarıyla deprenmeye ve gün yüzüne çıkmaya başlar. 

Kalp küpünün içine depolanmış nifak tortuları gevşeyip eriyerek dilden dökülür. 

Zulmün şiddeti arttıkça iç yüzlerin dışa yansıması daha da kolaylaşır ve netleşir. 

Böyle durumlarda, kimsenin gerçek kişiliğini gizleyebilme imkânı kalmaz. İşte Hendek savaşında da kalabalık düşman orduları tarafından kuşatma altına alınan, bir ay geçmesine rağmen zafere ait müspet en küçük bir işaret bile göremeyen, hatta ellerindeki zaruri ihtiyaç maddeleri bile sıfırlanan münafıklar ve zayıf imanlı kimseler, imtihanı kaybetmişler, içlerindeki marazı kusmuşlar ve bahane uydurarak savaştan kaçmaya çalışmışlardı.

Rivayete göre Allah Resulü (s.a.s.) ashabıyla birlikte hendeği kazarken büyük bir kayaya rastlandı. Kayayı sökmeyi veya kırmayı başaramayan askerler, durumu Efendimiz’e arz ettiler. 

Resul-i Ekrem (s.a.s.) kazmayı eline aldı ve üç vuruşta kayayı parçaladı. Her vuruşta “Allah-u Ekber” diyor ve “İran, Suriye, Yemen” gibi ülkeleri zikrederek ileride Müslümanlara nasip olacak fetihleri bir bir müjdeliyordu. 

Bu müjdeyi işiten Yahudi ve münafıklar ise “Biz korkudan helaya gidemezken o bize İran ve Bizans’ın hazinelerini müjdeliyor, bu aldatmadan başka bir şey değil” demişlerdi. (Nesâî, Kurtubî’den nakil.) 

Bir kısmı arkadan orduyu ifsat etmek, azimlerini kırıp geri döndürmek için faaliyet yürütürken, bazıları da Medine’de bıraktıkları evlerinin açık, sahipsiz ve korumasız olduğunu bahane ederek cepheden kaçmaya çalışıyordu. 

Bunların hepsi nifakın ve iman zafiyetinin açık nişaneleriydi. Bunlar arasında Uhud savaşında yılgınlık gösterdikleri için tevbe edip, bir daha böyle yapmayacaklarına yemin ederek Resulullah’a söz verenler de vardı. Fakat bunlar da sözlerinden dönmüşlerdi. Halbuki Allah’a verilen sözün bir mesuliyeti, bir bedeli olmalıydı!

Aslında bu kaya meselesi de çok enteresan. 

Sıradan bir kaya değil, çakmaktaşı denilen bir kaya ve Peygamber’in her kazma darbesinde adeta semaya yükselen bir şimşek oluşuyor. Taberi Camiül Beyan’ında, Ahmed b. Hanbel Müsned’de inanılmaz detaylarıyla olayı anlatırken, Neysaburi Esbab-ül Nüzul’unda adeta sinematografik olarak resmediyor. 

Ayrıntıya takılıp esas mevzudan uzaklaşmak istemediğim için konumuza dönüyorum.

Ahzab suresiyle ile ilgili neredeyse bütün tefsirleri okumuş biri olarak söylemek durumundayım ki, İslam alimleri bu surenin hikmetine çok fazla yaklaşamamışlar. 

Belki, Hendek Sureci gibi bir süreç, neredeyse 100 yılda bir yaşandığı için, hakkalyakin idrak epey zorlaşmış, diye düşünmekteyim. 

İlle de son dönemin müfessirleri…

Meseleyi basit bir savaştan kaçmak bağlamına oturtmaya çabalamışlar ki, doğru ancak yetersiz bir yaklaşımdır. 

Neyse, haddimizi çok aşmayalım biz. 

Bu mevzuda en esaslı tespitlerin İbn-i Kesir tarafından yazıldığını belirtmek durumundayım. 

Olayı resmederken Ahzab 10’daki şu dehşetli cümleyi refere ediyor: 

“Hani gözler dönmüş, yürekler ağızlara gelmişti!”

İbn Kesir meseleyi Ahzab 9’dan alarak neredeyse 10 ayeti birleştirerek yorumluyor ve şöyle diyor: 

“Kendilerine bildiriyor ki; Bu firarları ecellerini tehir etmez, ömürlerini uzatmaz aksine çabucak helak olmalarına bir sebep teşkil edebilir. Bunun için Hak Teâlâ «Ve o zaman çok az eğlendirileceksiniz» buyuruyor. Yani kaçıp firar ettikten sonra çok az bırakılacak­sınız. «De ki; dünyanın geçimi azdır. Ahiret ise muttakiler için elbet daha hayırlıdır.” (Nisa, 77)

Farkındayım mesele çok dağılır gibi oldu. 

Şöyle bir bağlama oturtmaya çabalayayım. 

Önceki yazımda da belirttiğim gibi Hendek süreci pek çok yönüyle günümüzü hatırlatıyor bana. 

Dört taraftan kuşatılmışlık, vatandan kovulma, mala mülke çökme, korkutma, sindirme, iftira, tehdit, şantaj ve satın alma. 

Eksiksiz hepsini yaşamaktayız son 10 yıldır. 

Zulüm uzadıkça umut yara alıyor, bereleniyor. 

Pek çok insan “Çatlamıyorsa sabır değildir” diyerek isyan ve pes etme eşiğine geliyor. 

İşte tam bu anda Ahzab 16 diyor ki, “Pes edip gidecekseniz gidebilirsiniz, ancak yıllar sonra aklınızda şu soruyla beraber öleceksiniz: “Acaba o gün mücadeleye devam mı etseydik””

Keşke dememek için, sebepler dairesinde sonuna kadar direnmeli ve çabalamalı. 

Bunun bir “Ahit” olduğunu söylüyor kutsal kitap. 

Sonradan pişman olmamak, keşke dememek için. 

“Oy verip de neyi değiştireceğiz?” diye soranlara dilimin döndüğünce meseleyi böyle anlatmaya çabalıyorum.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version