Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Cennete kimler gidecek? Delillerin değerlendirilmesi

Cennete kimler gidecek? Delillerin değerlendirilmesi


YORUM | AHMET KURUCAN

(Gelecek Projeksiyonu Serisi 49)

Hatırlarsanız gayrimüslimler cennete gidecek mi gitmeyecek mi tartışmasında gidecek ve gitmeyecek diyen iki grubun görüşlerini ve delillerini sunmuştum önceki yazılarımda. Gölge yazar olarak özetlediğim o görüşlerden sonra sıra bu delillerin değerlendirilmesine gelmişti ama araya Ramazan bayramı ve bayram yazıları girince seriye ara vermek zorunda kalmıştım. Şimdi kaldığım yerden devam ediyorum. Önceden olduğu gibi maddeler halinde her iki tarafa ait delillerin toptan değerlendirmesini yapmaya ve her seferinde ulaşmış olduğum sonucu bu değerlendirme içinde ifade etmeye gayret edeceğim. 

Yalnız okuyacağınız bu ilk yazı iki grubun görüşlerini hangi açıdan değerlendireceğimi görmeniz için Kur’an’a bakış açım adına görüşlerimi özetleyeceğim. Sebebi açık, her iki tarafın görüşlerini açıklarken gördüğümüz üzere Kur’an ayetleri görüşlerin temellendirilmesinde ana unsur olarak kullanılıyor. Kaldı ki İslami gelenek özellikle ahiret hayatı gibi insanoğlu için kelimenin tam anlamıyla ‘gayb’ olan bir meselede sonuca ulaşma ve bir hüküm vermeyi mümkün kılıyor. Buna sahih olması kaydıyla Hz. Peygamber’in hadislerini de ilave etmek lazım ki delilleri sıralarken o delillere de işaret ettik. Bu bağlamda söz konusu ayetler üzerinden bir değerlendirme yaparken durduğum yerin ve bakış açımın bilinmesi zaruri bir ihtiyaçtır. 

Baştan belirteyim, uzun bir yolculuk olacak. Şimdiden 4-5 yazıda biter diye bir söz veremem. 

Bir; İslami ilimlere İlahiyat fakültesi seviyesinde müktesebatı olan herkesin bildiği gibi hayatın çeşitli alanlarında karşımıza çıkan ve gerek izah gerek hüküm gerektiren hemen her meselede Kur’an ayetlerine ve Hz. Peygamber (sas) hadislerine müracaat edilmiştir. Kelam, fıkıh, tasavvuf, felsefe, iktisat vs. bütün ilmi disiplinler bunu yapmıştır. Özellikle fıkıh alanında hükmü bilinmeyen bir mesele için kitap, sünnet, icma, kıyas vs. sıralaması içinde bir metodoloji de belirlenmiş ve Kur’an ‘el-kitap” denilerek ilk sırada yer almıştır. 

Erken dönemlerde yerli yerine oturan bu metotta, kitap, sünnet, icma ve kıyas’a “edille-i asliyye-yi şer’iyye” adı bile verilmiştir. Kitap ve sünnetin asli deliller olması anlaşılabilir ama icma ve kıyasın aynı kategoride zikredilmesi aradan geçen 14 asır içinde hala tartışmalıdır. İcma’nın bir sonuç, kıyasın ise hüküm üretme metodu olduğunu savunan görüşler de vardır. Hatta icma meselesi icmanın lüzumu ve imkânı başlıkları altında daha derin müzakerelere konu edilmiştir hukuk tarihimizde. Bu görüş sahipleri icma ve kıyası “edille-i asliyye-yi şer’iyye” içinde değil istihsan, maslahat, makasıd, istishab, örf ve âdet, önceki şeriatler gibi “edille-i asliyye-yi fer’iyye” grubu içine alınmasının daha uygun olduğunu savunmuşlardır. Yeri geldiği için istidradi olarak arzettiğim bu hususu bir kenara bırakarak konumuza dönelim. 

Müslümanın Allah ile olan aşkın ve içkin ilişkisi adına bir yol haritası çizen ve “iman” dediğimiz olgunun sınırlarını belli ederek bu istikamette bir hayat felsefesi, bir dünya görüşü belirleyen kelam ilmi de aynı şeyi yapmıştır. Yani kelam alimleri de iman ile alakalı her meselede Kur’an’a müracaat etmiştir. Dolayısıyla söz konusu görüş sahiplerinin Kur’an ayetleri ile görüşlerini temellendirmeye çalışması çok tabiidir.

Şimdi Kur’an’ın kaynak değeri ve görüşlere delil olarak ileri sürülmesine ben de katılıyorum. Herhangi bir itirazım yok ve olamaz. Kendini Müslüman olarak tanımlayan hiç kimsenin de itirazı olmaması lazım. Aksi takdirde o kişinin imanı haklı olarak başkaları tarafından sorgulanır. Kur’an Allah’ın kelamıdır. Kıyamete kadar gelecek bütün insanlara rahmet olarak indirilmiştir. İlk muhatabı da hiç şüphesiz Hz. Muhammed (sas), onun çağdaşı olan sahabe ve onların şahsında bütün Müslümanlardır.  O, evrensel değerlere, tarih-üstü mesajlara, ilkelere, prensiplere sahiptir. İslam son din, Hz. Muhammed son peygamber, Kur’an da son kitaptır. Allah insanlığın yararına olacak olan muradını ve maksadını Kur’an ayetleri, Hz. Peygamber beyan ve uygulamaları vesilesiyle insanlığa sunmuştur. Hz. Peygamberin vefatıyla vahyin kesilmesi elbette Kur’an’ı, Allah’ın muradını bulma ve anlama konusunda birinci müracaat kaynağı haline getirmiştir.

Bütün bunlarla beraber bizi konumuzdan uzaklaştıracağı için girmeyeceğimiz el-kitap ve Kur’an kavramlarının anlam çerçevesi, kaynak değeri açısından Kur’an ve sünnetin önceliği hakkındaki mülahaza farklılıklarını bir kenara bırakarak direkt ifade edecek olursak, Kur’an tarihsel bir zeminde nazil olmuştur. Tarihsel kelimesinin dolu bagajından hareketle ifade ettiği kavramsal manaya itirazı olanlara tarihsel kelimesini tarihi olarak okumalarını tavsiye ederim. Yani Kur’an tarihi bir zeminde nazil olmuştur. Burada tarihi ya da tarihsel kelimesi Kur’an’ın mitoloji, hikaye, kurgu, masal olmadığını ifade eder. Daha açık ve net bir ifadeyle Kur’an’ın varlık sahnesine çıktığı bu zemin, Hz. Peygamberin peygamberlik vazifesini ifa ettiği 610-632 yılları arası Hicaz yarımadası ve özellikle de Mekke-Medine’dir. Gökten bir defada bir kitap olarak değil aksine 23 yıllık bir süreçte yaşanan hadiselere bağlı olarak parça parça indirilmiştir. Diyalektik bir ilişki vardır Kur’an ile nazil olduğu toplum arasında. Yeri gelmiş Kur’an o toplumun idrak ve algı dünyası içinde konuşmuştur. Yeri gelmiş var olan örf ve adetleri bazen olduğu gibi kabullenmiş ve ona göre yasamada bulunmuş, bazen normu kabullenip uygulama şeklinde değişikliklere gitmiş, bazen bütün bütün reddetmiş ve yerine yeni bir şey inşa etmiştir. Diyalektik ilişki zaten bu demektir. Dolayısıyla nüzul toplumu hadiseleri ayetlere yön vermiş ve o ayetler o toplumu etkilemiştir, değiştirmiştir, dönüştürmüştür. Bu dönüştürme sürecinde Kur’an bir taraftan tedriciliği esas almış diğer taraftan insanlığa sunduğu imani, ahlaki, vicdani mesajlarını o toplumda karşılığı olan hadiseler üzerinden vermiştir. Sözü daha fazla uzatmadan konunun özüne gelelim, Allah’ın maksat ve gayesi ekseninde Kur’an’ı doğru anlayabilmek için ona bütüncül bir nazarla bakmak gerekir. Bu bir. 

İki; tek bir ayet ya da ayet kümesi özelinde yorum yapılacak olursa, ayetin/ayetlerin lafzı, manası, hükmü, maksadı ve mesajı bir bütün olarak ele alınmak zorundadır. Üç; iç bağlam dediğimiz ayetin siyak ve sibakı, önceki ve sonraki ayetlerle münasebeti ya da Kur’an’ın genel yapısından hareketle nüzul zamanı, ayette geçen kelimelerin nüzul toplumunda ve başka ayetlerde ne tür anlam haritasına sahip olduğuna mutlaka bakılmalıdır. Dört; eğer biliniyorsa o ayetle alakalı sebebi nüzul, ayete anlam kazandıran en temel unsurdur. O unsuru göz ardı edilerek ayete mana vermek tek kelimeyle imkansızdır. Beş; sebebi nüzul bilinmiyorsa muhteva ile sosyal arka plan birlikte gündeme alınmak zorundadır ki buna dış bağlam diyoruz. Zira ayetin o topluma verdiği bir mesajı vardır. Somut bir soruna çözümdür o ayet veya ayetler kümesi. Onu anlamak ve keşfetmek nüzul toplumunu bütün yönleriyle bilmekle olur. Ve son olarak Kur’an’ın maksat ve gaye bağlamında tarih-üstü mesajlar taşıdığını nazara alınarak akıl vesilesiyle onlar ortaya çıkartılmalı ve değişen arka plan şartlarına bağlı olarak hükümler o mesaj istikametinde verilmelidir. Nitekim tarih boyunca fıkıh alimlerinin yaptığı budur ve usulu fıkıh bize bu imkânı vermiştir. Kıyas-ı içtihadi, istihsan, maslahat ve makasıd adını verdiğimiz metodlarla yapılan budur. Bunun somut örneklerini yine bu sayfalarda yıllar önce yayınlanan Maslahat yazı serisinde kaleme almıştım. Arzu edenler o yazıları tekrar okuyabilir.

Altı madde halinde sıraladığımız bu hususu özü şudur; Kur’an her şeyden önce belli bir tarihte belli bir sosyolojik zeminde, belli hadiselere bağlı olarak muhataplarına somut olarak emir-yasak ve tavsiyelerde bulunmuştur.

Şimdi ayetleri bundan bağımsız olarak ele alır ve sadece lafzın taşımış olduğu manayı merkeze koyarak hüküm vermeye kalkarsak konuşan Kur’an olmaz, Allah olmaz, konuşan biz oluruz. Hem de Kur’an’ı konuşturarak. Bu bağlamda “Kur’an böyle diyor, Allah böyle diyor” demek haşa ve kella Allah’ı kendi namımıza konuşturmak anlamını taşır. Böyle bir niyetimiz olmasa bile maalesef sonuç budur. Çünkü ayetin muhataplarına verdiği emir, yasak, tavsiyelerden uzak yorumlar yapıyoruzdur. Halbuki yapmamız gereken yukarıda altı madde halinde sıraladığımız usule uygun bir biçimde bütün cehd ve gayretimizi sarf ederek onu doğru konuşturmak, doğru yorumlamak, Allah’ın maksadına uygun bir şekilde te’vilde bulunabilmektir. Daha açık ifade edeyim, tarihi bağlamından kopuk, sebebi nüzulünden bağımsız, lafız, mana-hüküm, maksadı ve mesajı bir bütün halinde gözetmeyen yorumlar şahsi yorumlardır.

Bu zaviyeden bakınca; gayrimüslimler cennete gidecek diyenler de gitmeyecek diyenler de görüşlerini temellendirmek için kullandıkları ayetlere genellikle lafzi yaklaşım sergilemişlerdir. Genellikle dedim…

Devam edeceğim…

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version