YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
1915’te yaşanan Ermenilerin zorunlu sürgününün “tehcir” ya da “soykırım” olduğuna dair tartışmaların gölgesinde kalan önemli bir konu da gerek göç esnasında gerekse sonrasında geride kalan Ermeni kadın ve yetimlerinin nelere maruz kaldıklarıdır.
Bir taraftan Osmanlı Arşivlerindeki belgeler diğer yandan yabancı devletlerin konsolosluk ve yetimhanelerine ait kayıtlar ve son yıllarda yapılan sözlü tarih çalışmaları konunun aydınlatılmasına önemli katkılar sağlamıştır.
EN BÜYÜK KURBANLAR
Öncelikle konunun sağlıklı bir zeminde ele alınmasında fayda vardır. Ermeni yetim ve kadınları konusunda “etnik temizlik, çocukların malları için alıkonulduğu, çocukların işçi veya çiftçi olarak çalıştırıldığı, kadın ve kızlara el konulduğu hatta sürgün esnasında kaçırıldıkları, başta subaylar olmak üzere birçok memurun Ermeni kızlarını ‘besleme’ olarak evlerinde tuttukları” iddia edilmektedir.
Diğer yaklaşım ise Osmanlı Devleti’nin Ermeni yetim ve kadınlarını korumak için çeşitli yol ve yöntemlere başvurduğu ve maddi imkansızlıklara rağmen onlara sahip çıkmaya çalıştığı yönündedir. Osmanlı Arşivleri’ndeki yazışmalarla da bu tezler desteklenmeye çalışılmaktadır.
Aslında konunun geçmişi II. Abdülhamit devrine kadar götürülebilir. O dönemde 1894’te başlayan Ermeni olayları Doğu, Güneydoğu Anadolu ve Karadeniz’in birçok bölgesini etkilemiş ve binlerce Ermeni hayatını kaybetmişti. Bu durum doğal olarak bir “Ermeni yetimleri” meselesini ortaya çıkarmıştı. Nitekim olaylar sonrasında 50.000 civarında Ermeni çocuğun yetim kaldığı iddia edilmektedir.
Olaylar sonrasında çocuklara sahip çıkmayı görev bilen misyonerler yetimleri kendi mezheplerine kazandırmak için harekete geçtiler. İhtida için en uygun kitleyi oluşturan çocuklar için özellikle Amerikalılar yetimhaneler açarak onları “Protestan” yapmaya çalıştılar. Olaylar öncesinde üç olan Amerikan yetimhanesi sayısı birkaç yılda altmışı geçmiş ve binin üzerinde yetime ev sahipliği yapmaya başlanmıştı. On yıl içinde de yetimhanelerdeki sayı on bini bulmuştu.
Osmanlı yönetimi ise misyonerlerin faaliyetine sıcak bakmıyor ve Mardin valisinin “çekirge sürüsüne” benzettiği misyonerleri engellemeye çalışıyordu. Ancak Osmanlı idaresi bu faaliyetleri durduramadığı gibi tasarladığı “Ermeni yetimleri için darütterbiyeler” projesini de hayata geçiremedi. Misyonerler ise bu projeyi “Ermeni yetimlerinin Müslümanlaştırılması” amacıyla yapıldığı gerekçesiyle eleştirmekteydi.
Ermeni Patrikhanesi de başlangıçta yetimlere sahip çıkamamış sonradan cemaat hayırseverlerinin desteğiyle yetimhaneler açmaya başlamış ve onları “Protestanların elinden kurtarma” konusunda kısmi bir başarı sağlamıştı.
En büyük dramlar ise henüz 4-6 yaşındaki çocukların Doğu’nun dağlık bölgelerinden kış şartlarına rağmen batı vilayetlerindeki yetimhanelere gönderilmeleri sırasında yaşanmaktaydı. Çocuklar hem hayatta kalan diğer aile fertlerinden ve akrabalarından uzaklaştırılıyor hem de kötü şartlardaki yolculuklarda hayatlarını kaybediyorlardı.
Ermeni yetimleri ve kadınları konusu, 1909 Adana olayları sonrasında bir kez daha ortaya çıktı. Yabancı ve Ermeni kaynaklarında sayılar çok daha fazla olsa da hükümetin raporuna göre evsiz, yardıma muhtaç kadın ve çocuk sayısı 30.000’i aşmıştı. Yetimlere sahip çıkmak için Ermeni Patrikhanesi devreye girmek istemişse de Adana Valisi Cemal Bey (Paşa) yetimlerin sorumluluğunu hükümetin üstleneceğini belirtmişti.
Vali aynı zamanda “Osmanlılık” vurgusu yaparak “Darü’l eytam-ü’l Osmani” açmak istemekteydi. Böylece çocukları misyonerlerin eline bırakmayacak, yaşadıkları yerlerde tutarak akrabalarından uzaklaştırmayacaktı. Vali bir taraftan da yetimhanede eğitim dilinin Türkçe olacağını, din ve mezhep ayrımı yapılmayacağını ve dini eğitime yer verilmeyeceğini vurguluyordu. Bu durum konsoloslar ve patrikhanenin, valinin ve dolayısıyla hükümetin amacının yetimleri “Türkleştirme” olduğu eleştirilerini de beraberinde getirecektir.
Ermeniler uygulamayı “asimilasyon” olarak görseler de yetimhane 1911’de açılmış ve Ermeni yetimhanelerinde kalan 500 çocuk buraya aktarılmıştır. Cemal Paşa benzer uygulamaları daha sonra Suriye Valiliği döneminde de devam ettirecektir.
ÇOCUKLARIN DRAMI
Ermeni çocuk ve kadınları en büyük felaketi ise 1915 tehciri ile yaşadılar. Osmanlı Devleti Tehcir kanununu çıkararak zaten yaşlı erkekler, kadınlar ve çocukları hedef almıştı. Çünkü savaş esnasında 20-45 yaşlarındaki Ermeni erkekler ya Osmanlı ordusunda askerlik yapmakta ya da Ermeniler tarafından oluşturulan çetelere katılmış bulunmaktaydılar.
Zorunlu sürgünün uygulamaya konulmasıyla birlikte en büyük problemlerden birisini sahipsiz çocuk ve kadınlar oluşturdu. 28 Ekim 1915 tarihli emirde aile reisi olmayan kadın ve yetimlerin gönderildikleri yerlere gitmek istemedikleri takdirde bulundukları yerde il, ilçe ve köylere dağıtılmaları isteniyordu.
Yabancı kayıtlarına göre bazı yerlerde de Müslüman ahali, kadın ve çocukları göndermiyordu. Ancak genel itibariyle kadın ve çocuklar da sürgün kapsamındaydı. Tehcirin 1915 Mayıs sonunda başladığı düşünüldüğünde özellikle kış aylarıyla beraber kayıplar artmış, yetim sayıları da ciddi rakamlara ulaşmıştı.
Bulunan çözümlerin başında yetim çocukların darüleytamlara yerleştirilmesi gelse de bunların ihtiyaca cevap vermesi mümkün değildi. Bu durum ikinci bir çözümün uygulamaya konulmasına yol açtı. Bu da kimsesiz çocukların Müslüman ailelerin yanına verilmesiydi.
Savaş ortamının zorluklarına rağmen Mamuretülaziz ve Urfa’da yetimhane açılmış ve buralarda Ermeni bakıcı ve mürebbiyeler görevlendirilmişti. O dönemde “Darüleytam” denilen yetimhaneler, savaş nedeniyle İngiliz, Fransız ve İtalyanların boşalttığı yurt ve okullarda yetim çocukları koruma altına alma düşüncesiyle ortaya çıkmıştı. 1914 sonrasında Anadolu’da Müslüman ve Ermeni çocuklar için düzenlenen yetimhane sayısı altmış ikiyi bulmuştu.
Sürgünün son noktası olan Suriye’de ise bir zamanların Adana valisi Cemal Paşa yetimlere sahip çıkmak için büyük bir gayret göstermişti. Paşa hem vali hem de IV. Ordu Komutanı olarak halk, asker ve sürgünlerin iaşesini sağlamakla uğraşmış, bunun için de yetimleri Anadolu içlerine göndermeye çalışmıştı.
Resmi yazışmalar, bunun sonucunda Ermeni yetimlerin Sivas, Konya, Balıkesir ve Adapazarı’ndaki yetimhanelere gönderildiğini göstermektedir. Bu çocuklar Dahiliye Nezareti’nin ifadesiyle “mühtedi ve gayri mühtedi” ayrımı olmaksızın devlete ait “bizim” denilen yetimhanelere yerleştirilecekti.
Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan’da Ermeni yetimlere yönelik en önemli faaliyeti, Ayin Tura (Antoura) Manastırı’nı yetimhaneye çevirmesi olmuştu. Paşa bin çocuğun kalabileceği bu yetimhanenin başhekimi olarak Yüzbaşı Lütfi Bey’i (Kırdar) tayin etmiş ve Türk, Kürt ve Arap yetimlerle beraber Ermeni çocuklar da burada kalmıştı.
Halep’te de Dr. Altunya’nın kızı ve bir Alman hemşirenin kurduğu iki yetimhaneye Paşa’nın erzak sağladığı görülmektedir. Halide Edip’i (Adıvar) de İstanbul’dan getiren Paşa, Beyrut’ta üç dört bin Ermeni genç kız ve kadının devam ettiği sanayi mektepleri açmıştı.
Bölgede faaliyette bulunan Amerikan misyonerleri ise Paşa’nın Ermenilere karşı “şefkatli” olduğunu söyleseler de asıl amacının yetimlerin “Türkleştirilmesi” olduğunu belirtmişlerdir.
Halide Edip de Cemal Paşa’nın açtığı yetimhane hakkında bilgi vermekte ve yetimhanede sadece Ermeni değil Kürt ve Türk yetimlerin de olduğunu, Ermeni çocuklara Türk ve Müslüman ismi verildiğini aktarmaktadır. Paşa’nın eleştirilere cevabı ise burada din dersi verilmediğinden Türk ve Müslüman yapmak şeklinde bir amacın olmadığı şeklindedir.
Halide Edip daha sonra Ayin Tura Yetimhanesi’ni düzenlemekle görevlendirilmiş ve Dr. Lütfi Bey’le birlikte yetimhaneyi bir düzene kavuşturmuştur. Yine Halide Edip’in anlatımından Ermeni ebeveynlerin kimliklerini ibraz ederek çocuklarını geri alabildikleri anlaşılmaktadır. Bölgenin işgale uğramasıyla da yetim Ermeni çocukları Kızılhaç’a teslim edilmiş, Müslüman çocuklar da mütareke sonrasında İstanbul’a gönderilmişti.
Cemal Paşa’nın gayretleri iyi bir örnek oluştursa da 1917 yılında ödenek yetersizliğinden yetimhanelerin kapatılması kararı alındı. Ermeni çocukların ise yakın veya uzak akrabalarına, akrabası olmayanların da Ermeni cemaatine teslimi istendi.
Talat Bey’in (Paşa) başında bulunduğu ve sürgünü organize eden Dahiliye Nezareti, ebeveyni bulunan çocukların ailelere iadesini istiyordu. 1917 yılına gelindiğinde de aynı nezaret, vilayet ve livalardan yetimhane ve bulunan çocuk sayılarını istemiştir.
“Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrûkesi” adlı kitapta koruma altına alınan yetimlerin sayısı 10.314 olarak verilmiş ve bunların 6.758’inin Müslüman ailelerin yanına verildiği belirtilmiştir. Ancak sürülen Ermeni sayısı dikkate alındığında koruma altına alınmayan, Alman, Amerikan ve İsviçreli yardım kurumları ve misyonerlerin kontrolünde olan sayının çok daha fazla olduğu tahmin edilebilir.
Görüldüğü gibi Hükümet öncelikle yetimhaneler açarak bu kurumlara yerleştirmek politikası izlemekteydi. İkinci yöntem ise yetimhanelerin yetmediği durumlarda Müslüman ailelerin yanına vermekti. Ancak bunda da bir kriter getirilmiş ve çocukların Ermeni bulunmayan köy ve kasabalarda önde gelen Müslüman ailelere evlatlık verilmesi istenmişti. Yetim sayısı çok fazla olan yerlerde ise ödenek verilmek kaydıyla fakir ailelere verilebilecekti.
Hükümetin Müslüman ailelere teslim ettiği çocuklarla ilgili kayıtlar tuttuğu görülmektedir. Bu konuda ayrıntılı çalışmalar yapan Atnur, bunların henüz tasnif edilmediğini belirtmektedir. Sözlü tarih çalışmaları ise özellikle kız çocuklarının Müslüman ailelere sözde “evlatlık”, uygulamada ise “besleme” olarak verildiklerini göstermektedir.
Özellikle memur ve subaylar evlatlık edinen en büyük grubu oluşturmaktadır. Subayların bu çocukları İstanbul’a getirmelerine muhtemelen yabancı devletlerin tepkisini çekmemek için izin verilmese de başka şehirlere götürülmelerine engel olunmamıştır.
Yetimlerin Müslüman ailelere verilmesi ve “adad-ı İslamiye” ile terbiye edilmelerinin istenmesinin amacı çok açıktır. Bu süreç çocukların bazen gönüllü bazen zorunlu bazen de farkında olmadan din değiştirerek Müslümanlaşmalarıyla sonuçlanmıştır.
Üçüncü çözüm yolu da yetimleri ABD gibi tarafsız ya da Almanya gibi müttefik devletlerin misyonerleri ya da yardım teşkilatları tarafından işletilen yetimhanelerde barındırmaktı. Bu aşamada çocuklar bazen tamamen bu kurumlara devrediliyordu.
BİTMEYEN DRAMLAR
Hükümetin tehcir sırasında gerek Ermeni yetimler gerekse kadınlar hakkındaki uygulamalarıyla ilgili en kapsamlı emir, doğuda Erzurum’dan batıda Edirne’ye kadar on iki vilayet ve sekiz mutasarrıflığa gönderilen şifredir (BOA, DH. ŞFR. , 63/142, 17 Nisan 1332).
Dahiliye Nezareti’nin bu emrinde yaşları on ikiden az olan çocukların “bizim” darüleytam ve yurtlarına gönderilmeleri, bunların yetersiz kaldığı durumlarda “sahib-i hal Müslümanların nezdine verilerek adab-ı mahalliye ile terbiye ve temsilleri”, bu da mümkün değilse köylülere ayda otuz kuruş iaşe ödenmek kaydıyla verilmesi isteniyordu. Yukarıda görüldüğü gibi çocuklarla ilgili uygulamalar da bu yönde olmuştu.
Aynı emirde erkekleri sevk edilen ya da askerde olan kadınların ecnebi ve Ermeni bulunmayan köy ve kasabalara dağıtılması, genç ve dul kadınların evlendirilmeleri isteniyordu. Sürgün sürecinin diğer en büyük mağdurları olan kadınlar için de bu uygulamalar devreye girdi.
Bu aşamada zaten çocukların bakımını bile sağlamakta zorlanan hükümet, belli bir yaştan itibaren kızlar ve dul kadınlar için evliliği teşvik etmiştir. Öncelikle ihtida eden Ermeni kızlarının İslamlarla evlenmelerine izin verilmiş sonradan rıza olduğu takdirde din değiştirmeden evliliğe de izin verilmiştir.
Bazı evliliklerin mahkeme izni olmadan yapıldığına dair şikayetler üzerine de iki tarafın rızası olduğu takdirde nikahların geçerli olduğu belirtilmiştir. Ermeni kız ve kadınlarıyla evliliklerde de yine subay ve memurlar öne çıkmaktadır. Ayrıca Kürt aşiretleri de bu kadın ve kızları zorla alıkoymakla suçlanmışlardır.
Bir diğer evlilik yolu da tehcirden kurtulmak isteyen Ermeni kız ve kadınlarının Müslümanlarla evlenmeleri olmuştur. Elbette bu kız ve kadınlar çoğunlukla Müslüman olmuşlardır. Bazen de kuma olarak alınan Ermeni kadınların kaçmaya kalktıklarında evin hanımından yardım gördüğü görülmektedir.
Batıda yapılan yayınlarda ise Ermeni kadın ve kızlara eş, kuma veya hizmetçi olarak el konulduğu özellikle memur ve subayların kadınları haremlerine aldıkları hatta parayla sattıkları, kadın ve kızların aşiretlere dağıtıldığı belirtilmektedir. Hatıralar ve sözlü tarih çalışmalarında da benzer ifadeler yer almaktadır.
Ayrıca Osmanlı Arşivleri’ndeki yazışmalardan kadınların ve genç kızların zaman zaman cinsel istismara maruz kaldıkları anlaşılmaktadır. Örneğin Tokat Jandarma Komutanı’nın dört Ermeni kızını alıkoyduğu ve birçok kıza tecavüz ettiği, Adana’da Ermeni kızlarının nikah yapılarak suistimal edilmesinde bir kaymakamın rolü olduğu, bu nedenle de ilgililer hakkında soruşturma açıldığı görülmektedir.
Üçüncü Ordu Komutanı Vehip Paşa (Kaçı) da 1919’da verdiği ifadede 1. Kafkas Kolordusunda görevli bir subayın on beş yaşındaki bir Ermeni kıza tecavüz etmesi nedeniyle “askerlikten tard edilerek” mahkemeye sevk edildiğini belirtmiştir. Buna benzer birçok hadisenin yaşandığını tahmin etmek zor değildir.
Sonuçta çocukların Müslüman ailelerinin yanına verilmesi veya yetimhanelerde tutulmalarıyla Ermeni kimliklerini kaybettikleri bir gerçektir. Diğer taraftan tanıklıklara göre çocuklarını tehlikeye atmak istemeyen ailelerin bazıları da çocuklarını Müslüman ailelere bırakmışlar bazen de çocuklar zorla alıkonulmuşlardır. Ancak birçok çocuk ilk fırsatta kaçarak ailelerini bulmaya çalışmışlardır. Erkek çocukların İstanbul’da ise işçi olarak çeşitli sektörlerde çalıştırıldıkları görülmektedir.
Mondros Mütarekesi sonrasında ise hükümet, ateşkes hükümleri doğrultusunda Ermeni çocuk ve kadınların serbest bırakılmasını istemiş, bunun için vilayetlere emir vermiştir. Bu amaçla işgal devletlerinin desteğiyle Ermeni kurumları da devreye girmiştir. Ancak Anadolu hareketinin gelişimiyle İstanbul’un taşrada hakimiyetinin ortadan kalkmasıyla Müslümanlaştırılmış Ermenilerin geri alınması süreci sekteye uğramıştır.
New York Times’da 1921 yılında yer alan bir habere göre 100.000 civarında çocuk geri alınmışsa da hala Müslüman ailelerin yanında 75.000 çocuk bulunmaktaydı.
Bu rakamların doğruluğunu test etmek mümkün olmasa da sürgün sürecinde Ermeni kadın ve yetimlerinin çok büyük dramlara maruz kaldıkları bir gerçektir. Arşivlerde yapılacak daha ayrıntılı çalışmalarla ve çocuk ve kadınlara dair kayıtların ayrıntılı tasnifiyle bu dramlara ve Müslümanlaştırılmış Ermenilere dair çok daha farklı örnekler ortaya çıkacaktır.
Kaynaklar: Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), Ankara, Osmanlı Arşivleri Yayını, 1995; N. Maksudyan, “Üç Kuşak Üç Katliam”, Toplum ve Bilim, 2015, S. 132; İ. E. Atnur, “Kadınlar ve Çocuklar”, Türk-Ermeni İhtilafı, Ankara, TBMM, 2007; “Birinci Dünya Savaşında Kadınlar ve Çocuklar”, Ermeni Sorununa Disiplinlerarası Bakış, Ankara, Yeni Türkiye, 2017; L. Ekmekçioğlu, “Kız Kaçırma, Kız Kurtarma, Toplum ve Bilim, 2014, S. 129.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***