Deprem bölgesinde empati duygusunun üstüne perde çekmeden yaşamak, delirmemek mümkün değil. Kimileri yardım dağıtarak, kimileri çadır, su vs, ihtiyaçlarını karşılamak üzere sabahtan itibaren yollara düşerek, bizim gibiler de gazetecilik yaparak esas büyük acıyla yüzleşmeyi ertelemeye çalışıyor.
Depremin ilk günlerinde arama-kurtarma faaliyetlerine dâhil olmuş, daha sonra çadır bulma-kurma çalışmalarına katılmış, ardından tuvalet temizlemeden yük taşımaya kadar her şeye koşturmuş, şimdilerde de palyaçoluk yaparak çocukları eğlendirmeye başlamış Kudret gibi sayısız gönüllü de var. Onlar depremzedelerin neredeyse tek ışık kaynağı. Hemen herkes “bu çocuklar giderse, asıl o zaman biteriz” diyor. Ama “o çocukların” da hangi koşullarda çalıştıklarını bilahare anlatmak gerekiyor.
Depremin 5’inci gününden itibaren bir hafta boyunca Kahramanmaraş merkezde, depremin merkez üssü Pazarcık ve köylerinde, Gölbaşı, Adıyaman, Nurhak ve Elbistan’da bulunduk.
Depremin 24’üncü günündeki ikinci gidişimizde ise, Artı Gerçek’ten Özgür Topuz’la Diyarbakır’dan yola çıkarak Hatay merkez, Samandağ, Antakya, Defne, Arsuz, İskenderun, Hassa, Gaziantep merkez, İslahiye, Nurdağı, Maraş’ın Pazarcık, Adıyaman’ın merkezi ve Gölbaşı ilçesinde dolaştık. Her iki gidişte de soğuk geceleri arabada geçirdik.
Bu iki haftalık deprem bölgesi tanıklığımın ilk bölümünde gördüğüm dehşet verici acıların bazılarını muhtemelen hiçbir zaman anlatamayacağım. O yüzden “anlatılabilir” olanları aktarmaya çalışacağım.
Hatay’ın genelinde, aradan bir ay geçtiği halde enkazların yüzde doksandan fazlası olduğu yerde duruyor. Hükümetin açıkladığı can kaybı sayısına bölgede inanan tek bir insan yok ama tahmin edilen can kaybı sayısı ise dehşet verici. Kimine göre sadece Hatay’da hayatını kaybedenler, bütün deprem bölgesi için açıklanan resmi can kaybının iki katı. Görüştüğümüz çok sayıda Adıyamanlı da, Maraşlı da kendi şehirlerindeki can kaybı sayısı konusunda benzer şeyler söylüyor.
Zaten dikkat edilirse can kaybına dair doğru-dürüst hiçbir veri de yayınlanmıyor. Eğer bulunması zor yerlerinde saklanmıyorsa, AFAD’ın da, İçişleri Bakanlığı’nın da web sitelerinde 10 Mart itibariyle can kayıpları ve ulaşılamamış insanlar hakkında il, ilçe, kasaba, köy, mezra bazlı herhangi bir detaylı rapor yayınlanmış değil.
Hatay sokaklarında ağır hasarlı binalara, direklere yapıştırılmış çok sayıda kayıp ilanı bulunuyor. Fakat bu insanlar kaybolmuş değil aslında. Enkaz altında bırakıldıkları için “hâlâ ulaşılmamış” veya “terk edilmiş insanlar” demek daha doğru olur.
Depremin üzerinden bir ay geçtiği halde Defne ilçesinin yerle bir olmuş ama hâlâ el atılmamış sokaklarında rüzgârla birlikte etrafa yayılan koku, kayıpların enkaz altında bulunduğuna dair açıklamaları teyit etmeye yeter mi, bilmiyorum.
Ama kendisi de Samandağlı olan HDP milletvekili Tülay Hatimoğulları dâhil pek çok kişi, henüz dokunulmamış sayısız enkazın altında insanlar olduğunu söylüyor. Ayrıca dışarıda kendilerini arayacak, akıbetlerini soracak akrabaları da kalmayan çok sayıda “kayıp” aile de var.
Zaten ana caddelerde, göz önünde bulunan bazı binalar dışında enkazın kaldırılması konusunda ciddi hiçbir çalışma yapılmadığını da gördük.
O yüzden de hayatta kalanlar, aradan bir ay geçmesine rağmen hâlâ ilk günkü dehşet ortamıyla baş başa bırakılmış durumda. İçinden geçtiğimiz her şehir ve kasabanın üstünde, insanı daha da umutsuzluğa sokan gri bir toz bulutu asılı halde duruyor ve rüzgâr estiğinde bu toz bulutu ağlamaklı halde amaçlı-amaçsız dolaşan, enkazlarda anılarını, kıymetli eşyalarını arayan insanları içine alıp yutarcasına yayılıyor.
Yayılan da toz değil tabii, zehir. Asbest başta olmak üzere çok sayıda zehirli maddenin içine aldığı şehir ve kasabalarda korunmak için maske bulmak da mümkün değil. Nasıl ki depremin yıkıcılığını azaltmak için denetim yapılmadıysa, şimdi de iktidar, depremden sağ çıkanların önümüzdeki yıllarda hastalıklarla boğuşmasını engellemek için hiçbir şey yapmıyor. Enkaz kaldırılırken tozların yayılmasını engellemek üzere su bile dökülmüyor. Molozlar ise fütursuzca şehrin kenarlarına istifleniyor veya derelere dökülüyor.
Ayrıca üst solunum yolu enfeksiyonu başta olmak üzere çeşitli hastalıklar yayılıyor. Bir aydır banyo yapamamış gönüllüler, depremzedeler var. Su bulabilirseniz sabun yok, sabun varken su yok, ikisi varken yıkanacak bir yer, yahut giyebileceğiniz temiz kıyafet yok. Sağlıkçılar bitlenme, uyuz gibi vakaların arttığını söylüyor. Akşamları çadır kentlerden yükselen ortak ses, öksürük.
Velhasıl anlatılamayacak kadar çok anlatılacak var.
Notlarımı son gidişimizden başlayıp ilk günlere doğru sırayla aktarmaya çalışacağım ama önce mütevazı bir dayanışma örneğiyle birlikte Samandağ’dan başlayayım.
2 Mart sabahı Diyarbakır’da iç giyim üreticisi Jiber’in sahibi İhsan Oğurlu’yla devasa fabrikasında buluştuk. Oğurlu, depremin ilk gecesinden itibaren fabrikasını iki bini aşkın Diyarbakırlı depremzedeye açmakla kalmamış, diğer şehirlere de tırlarca iç giyim malzemesi göndermiş. Hatay’a gitmeden önce bizim de aracımızı kadınlar için iç giyim malzemeleriyle doldurttu.
Bu malzemeleri Samandağ’daki bir yardım toplama deposunda harıl harıl çalışan Afet İçin Feminist Dayanışma gönüllülerine götürürken, yolda el konmasından da korktuğumuzu söylemeliyim. Nitekim yol boyunca kolluk güçleri tarafından kenara çekilen çok sayıda TIR ve kamyon gördük.
Düşünün ki aradan bir ay geçtiği halde insanlar hâlâ bir çadır, bir iç çamaşırı, bir leğen, bir öksürük şurubu, bir terlik vs, bulabilmek için mahalle mahalle dolaşmak zorunda. Ama buna rağmen iktidar bölgeye gönderilen dayanışma malzemelerine el koymaktan geri durmuyor. Mülki amirlikler ve kolluk gücü, bölgeye gelen gönüllülerin tertemiz kalbine, sanki yasadışı bir iş yapıyorlarmış tedirginliği salmaktan çekinmiyor.
2 Mart gecesi, sokak lambalarının aydınlattığı yıkıntıların arasından ilerleyerek Samandağ’a varıp aracımızı gönüllülerin bulunduğu deponun önüne, henüz el atılmamış bir enkazın karşısına park edene kadar biz de malzemelerimize el konacağı kaygısı içindeydik.
SYKP’li Talat Oruç’a göre devlet hâlâ seyirci pozisyonda. Bizim tanıklığımız da bu yönde. Devlet bekliyor, ama neyi, neden beklediği meçhul. Samandağ’da, Amerikalı gönüllü doktorların ve TTB’nin oluşturduğu mütevazı revirden ilaç almaya gelen bir depremzede “yardım yapmıyorlar, yaptırmıyorlar da. Çünkü hepimizin burayı terk etmesini bekliyorlar. Sonra da inşaat firmalarını buralara doldurup çalışmaya başlayacaklar. Ah Samandağ, vah Samandağ” diyecekti. Bir başkası ise “nasıl olsa seçimi kaybedeceklerini düşünüyorlar ki, bu işi gelecek iktidara bırakıyorlar” görüşündeydi.
Bazı belediyeler (özellikle de İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Kadıköy Belediyesi), siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, sendikalar, inisiyatif ve bireysel gönüllüler tarafından desteklenen Hatay Deprem Dayanışması’nın Türkiye’nin her yerinden gelen ama maalesef giderek azalan dayanışma malzemelerinin topladığı Samandağ’daki depoda doğrudan dağıtım yapılmak yerine, ihtiyaç sahipleri önceden tespit edilip yardımlar onlara götürülüyor.
Çünkü eldeki az malzeme yardıma en çok ihtiyacı olanlara ulaştırılmak isteniyor.
Fakat gün boyunca farklı mahallelerden gelen sayısız depremzede depo kapısındaki gönüllülerden ihtiyaçlarını almaya çalışıyor. Daha düne kadar ayakları üzerinde durabilen insanlar birkaç litre su veya bir çift terlik istemeyi kendine yediremese de, depremin ilk günü gibi ağır olan koşullar karşısında yapabilecekleri bir şey yok.
Deponun önüne gelen ve çamaşırlarını yıkamak için günlerdir plastik leğen aradıklarını söyleyen bir depremzede, “onca varlığa sahipken iki gün içinde bir leğen için dilenir hale gelmiş olmaktan ben mi utanmalıyım, tepedekiler mi” diye sorunca, yanındaki “devleti karıştırma, boşver şimdi” diyerek sözünü kesiyor ve ekliyor, “paramız yok değil, var, ama para da geçmiyor…” Çünkü açık bir işyeri yok, varsa bile temel ihtiyaç malzemeleri tükenmiş durumda.
Afet İçin Feminist Dayanışma üyeleri dâhil tüm gönüllüler sabahın erken saatlerinde Samandağ’ın köy ve mahallelerine dağılıyor, depremzedelerin ihtiyaçlarını listeliyor, akşam depoya dönüp listeye göre ellerindeki malzemeyi tasnif ederek ertesi günkü dağıtıma hazırlıyorlar.
Hazırladıkları listelere göre mahallelerde dağıtım yapan gönüllüler gün boyunca son derece acı manzaralarla karşılaşıyorlar. “İnsanlar” diyor bir gönüllü, “bir daha kimsenin yanlarına uğramayacağı kaygısıyla kamyonetlerimizin etrafını sarıyor, ‘listeye göre dağıtım yapıyoruz’ deyince sinirleniyor, bizi hükümetten sanıp tepki gösteren de oluyor.”
Sahipsizlik, çaresizlik, güvensizlik, zorlu doğa koşulları, açlık, susuzluk ve kaybedilen yakınlar için ufak bir dokunuşun döktürdüğü gözyaşları…
Samandağ’da terk edilmişlik duygusu o kadar hâkim ki, kimsede en ufak bir umut kırıntısı görünmüyor. Bununla birlikte iktidara sitem edenlere mikrofonu uzattığımız anda cümleler “resmileşiyor.” “Çünkü” diyor Tülay Hatimoğulları, “Herkes bu iktidarın ne kadar intikamcı olduğunu çok iyi biliyor.”
O yüzden deprem bölgesinde “Allah hükümetten razı olsun” diye kurulan her cümlenin, damla damla da olsa akıtılacağı umulan yardımların da kesilmesi korkusuyla doğrudan ilgisi olduğu unutulmasın.
6 Şubat’ta Maraş merkezli iki depremden sonra, 20 Şubat akşamı Hatay-Defne merkezli 6.4 büyüklüğünde bir deprem ve 5.8 büyüklüğünde bir artçı sarsıntı her şeye rağmen yavaş yavaş toparlanmaya hazırlanan depremzedelerin eldeki umut kırıntılarını da ortadan kaldırmış. Zaten ağır hasarlı binaların çoğu da bu son depremle çökmüş.
Depremin ilk günü Ankara’dan memleketine hareket eden gönüllü Cansel Aslan, “Samandağ’a üç gün boyunca bazı AFAD gönüllüleri dışında hiç kimse gelmedi. Onların da elinde hiçbir teçhizat yoktu. Oturduk üç gün beraber ağladık” diyor.
Samandağ halkı 6 Şubat’tan beri gün saymıyor. Sorduğumuz hiçbir insan depremin kaçıncı günü olduğunu hatırlamıyor. Hatta şubat ayının bittiğini bile bilmeyen insanlarla karşılaştık.
Velhasıl bir ay geçtiği halde Samandağ, ilk günkü yalnızlıkla, çaresizlikle debeleniyor. Depremden kurtulmuş olup da acılarıyla birlikte şehri terk edenler de, yıkıntılar ve toz bulutu arasında hayata tutunmaya çalışanlar da kendilerini hiçbir anlamda kurtulmuş saymıyor.
Devam edecek…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***