Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

‘Depremde yakınlarını kaybedenler ‘yaşam hakkı ihlali’ için AİHM’e başvurabilir’

Depremin 4. günü: ‘Ekip gelsin, en azından cenazemizi alalım…’


Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde aynı gün içinde meydana gelen 7,4 ve 7,6 büyüklüğündeki depremler, bu ilçelerin yanında Maraş, Hatay, Adıyaman ve Malatya ile birlikte kuzey Suriye’de büyük bir felakete sebep oldu. On binlerce insan göçük altında kalarak hayatını kaybederken binlerce bina yıkıldı, binlercesi kullanılamaz hale geldi ve şehirlerin elektrik, su ve doğalgaz hatları zarar gördü. Yakınları ile birlikte tüm varlıklarını da kaybeden insanların acısı ve dramı tarif edilemez boyutta.

Felaket aslında devlet-vatandaş iş birliği ile göz göre göre geldi. Uzmanların uyarıları dikkate alınmadan fay hattına ve yakınına konut için yüksek katlı bina yapımına izin verildi; bu inşaatların depreme dayanıklı olup olmadıkları denetlenmedi; binaları ucuza mal etmek isteyen müteahhitler malzemeden çaldı ve imar kanun ve planlarına aykırı binalara imar afları ile tapu verildi.

Yaşanan deprem devletin ve kurumların çöktüğünü de gözler önüne serdi. 1999 yılındaki depremi yaşayanlar hatırlayacaklardır. Depremin ertesi sabahı her yıkılan binanın başında askerler arama kurtarma çalışmasına başlamışlardı. Ancak bu defa asker de sahaya çıkmadı veya çıkmasına izin verilmedi. İlk iki gün insanlar devletin varlığını hissedemedi ve devletin yetersizliği nedeniyle gönüllüler kendileri organize olarak yardıma gittiler.

Deprem bize devletin böylesi bir felaket için hazırlıklı olmadığını, bir felaket sonrası kurtarma ve yardım faaliyetlerini etkin bir şekilde organize etmeyi başaramadığını da gösterdi. Devletin imkanları iyi bir organizasyon ve hazırlık ile hızlı bir biçimde devreye konulsa en azından daha fazla can kurtarılabileceği söylenebilir.

Yaşana felaket beraberinde yeni hukuki problemleri de getirdi. Öncelikle mayıs ayında yapılması planlanan seçimler ile ilgili tartışmalar başladı. Anlaşılan iktidar kanadı depremdeki beceriksizliğin faturasının kendilerine kesileceğini düşünerek seçimlerin ertelenmesi üzerinde çalışıyor. Muhtemel planın bu süre zarfında yıkılan binaların yerine yenisini TOKİ’ye yaptırmak ve bunu bir başarı olarak halka pazarlamak olduğu zannediliyor. Bülent Arınç bunun ilk işaret fişeğini yaktı.

Ancak seçimlerin yenilenmesi o kadar da kolay halledilebilecek bir mesele değil. Arınç da bunun farkındaki, tüm partilerin ortak kararı ile meclisin buna karar vermesi gerektiğini söylüyor.

2017 Anayasa değişikliği sonrasında Anayasanın 77. maddesi gereği artık cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimleri beş yılda bir aynı gün yapılmaktadır. Anayasanın 78. maddesine göre seçimlerin yapılamaması ve dolayısı ile bir yıl ertelenmesi/ geriye bırakılması ancak savaş sebebi ile ve Meclisin buna karar vermesi ile mümkün olabilir.

Anayasanın bu hükümleri o kadar açık ki üzerinde tartışmaya, yorum yapmaya yer bırakmıyor.

Anayasanın 116. maddesi Meclisi üye tamsayısının beşte üç çoğunluğuyla seçimlerin yenilenmesine karar verebilmesine imkan tanıyor, ancak bu seçimleri geriye bırakma değil, daha erkene alma ile ilgili bir hüküm. Ayrıca beşte üç çoğunluğu iktidarın yakalaması da mümkün görünmüyor. İktidarın Anayasaya aykırı bir hüküm ile buna teşebbüs etmesi olasılığını da Anayasanın 67. maddesi engelliyor. Zira bu maddeye göre seçim kanunlarında yapılan değişiklikler takip eden bir yıl içindeki seçimlerde uygulanamazlar.

Arınç’ın Meclisi işaret ederek vicdan(!)lara seslenmesinin altında, işte bu çıkmaz yatıyor. Bütün planlarını istediği koşullarda, istediği rakip ile seçime girmek şeklinde tasarlayan ve bunu adım adım gerçekleştiren Erdoğan’ın karşısına hiç de hesapta olmayan bir durum çıktı ve bununla çok kısa sürede baş etmesi mümkün görünmüyor. Elindeki medya gücü ile her hadiseyi propagandaya dönüştürse de hükumetin ve kurumların acziyet ve beceriksizliğini gözlerden kaçırmayı başaramıyor.

Bununla birlikte Anayasayı hiçe sayarak seçimlerin ertelenmesi yolunu deneme ihtimalinin olmadığını da söyleyemeyiz. Zira buna engel olması gereken kurumlar (Yüksek Seçim Kurulu ve Anayasa Mahkemesi) da yürütmenin kontrolü altında. Ancak bu durumda Erdoğan iktidarının meşruiyeti tartışmalı hale gelecektir.

Beceriksiz yönetimlerin en çok başvurduğu yöntemlerden biri, akıl ile çözemediği problemleri güç ile çözmedir. Deprem sonrası meydana gelen hırsızlık ve yağma olaylarına karşı da güvenlik birimleri enkaz bölgesinde yağmacı/hırsız olduğunu düşündüğü kişileri İran ve Afganistan ahlak polisi gibi darp, kaba dayak ve işkenceden geçirmektedir. Bir de ‘şecaat arz eden kıptinin sirkatini söylemesi’ gibi bu kişiler, bir marifet irtikap etmişçesine arkasında iktidarın koruma kalkanı olduğunu düşünerek bu görüntüleri sosyal medyaya servis etmektedir. Akıllarınca daha sonraki hırsızlık ve yağma olaylarına engel olmayı planlıyorlar. Ancak bu cahil ve hukuk tanımaz kimselerin yaptığının suç ile mücadele ile ilgisi yoktur. Yakaladıkları kimseler gerçekten hırsızlık yapıyor olsalar da adına polis/bekçi denen işkencecilerin yaptığı açıkça devlet eli ile eşkıyalıktır. Şunu hatırlatmakta fayda var. İşkence suçunda zaman aşımı yoktur ve dünyanın neresine giderlerse gitsinler kendilerini koruyacak bir mekanizma bulamayacaklardır. Hukukun yarım da olsa geri gelmesi büyük cezalar almalarını sağlamaya yetecektir.

Deprem sonrasında meydana gelen bir diğer hukuki mesele depremde yakınları vefat edenlerin ve evleri hasar görenlerin yapmaları ve takip etmeleri gereken süreçler ile ilgilidir.

Yakınlarını kaybedenlerin daha sonra cezai soruşturmalarda ve tazminata ilişkin davalarda delil olarak ileri sürebilmek amacı ile vefatın deprem nedeni ile gerçekleştiğini resmi olarak ve mümkün ise savcılıklar aracılığı ile kayıt altına aldırmaları gerekmektedir. Aynı şekilde evleri, binaları yıkılan ve hasar gören afetzedelerin de bunu delillendirmesi gerekmektedir. Normalde bu süreçlerin devlet eli ile gerçekleştirilmesi gerekir. Ancak bu denli büyük bir deprem ve çok sayıda vefat ve yıkımın olması gerektiği gibi eksiksiz kayıt altına alınması mümkün olmayacaktır.  Bu durumda sonrasında hak kaybına uğramamak için mağdurların da kendi kayıtlarını (binadan numune alarak, telefon kayıtlarını saklayarak, fotoğraf ve video çekerek) tutmalarında fayda bulunmaktadır. Ayrıca dava açma sürelerine dikkat edilmelidir.[i]

İnsan hakları hukuku bağlamında ise meydana gelen can kayıpları nedeni ile olağan hukuk yolları tüketildikten sonra Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yaşam hakkı konulu başvuru yapılabilir. Meydana gelen yıkımlarda ihmali ve kusuru bulunanların etkin bir soruşturma ile ortaya çıkarılıp cezalandırılmasının sağlanması ve yakınları vefat edenlere tazminat ödenmesi gerekmektedir. Bahsedilen pozitif yükümlülüklerin devlet tarafından yerine getirmemesi halinde ise AYM ve AİHM’ne bireysel başvuru yapılabilir.

Nitekim AYM, Van’da, 2011 yılında meydana gelen depremde yıkılan Bayram Otelde hayatını kaybedenlerin yakınlarının yaptığı bireysel başvuruda 2013 yılında kamu görevlileri hakkında soruşturma izni verilmemesi nedeniyle yaşam hakkının pozitif yükümlülükler yönünden (usuli boyut) ihlal edildiğine karar vermiş ve valiliklerin ve AFAD’ın sorumluluklarına da dikkat çekmiştir.

Yine 1993 yılında İstanbul-Ümraniye’de bir çöplükte metan gazı birikmesi sonucu meydana gelen patlama neticesinde ölen kişinin yakınının başvurusunda AİHM, pozitif yükümlülükler kapsamında yaşam hakkı bağlamında ihlal kararı vermiştir. Bu başvuruda ölen kişinin yakınlarına ödenen tazminat AİHM tarafından yetersiz bulunmuştur.

17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen Yalova depremi sonrasında yapılan bir başvuruda (Özel ve diğerleri) ise AİHM, 2015 yılında devletin acil yardım sağlanması ve tedbir alınması ile yıkımın etkilerinin önlenmesi konusunda devletin pozitif yükümlülüklerini sıralamış, ancak zamanında başvuru yapılmadığı için başvurunun esasına girmemiştir.

Bu başvuruların tamamı devletin pozitif (usulü) yükümlülükleri kapsamında incelenmiş olsa da, ortaya çıkan fay üstüne yüksek katlı inşaat yapılmasına izin ve ruhsat vermek gibi inanılmaz ihmal ve kusurlar nerede ise negatif yükümlülüklerin de ihlal edildiğini, yani bizzat cinayetin devlet eli ile işlendiğini göstermektedir. Önümüzdeki yıllarda yaşam hakkı konusunda çok sayıda başvurunun AYM ve AİHM önüne getirileceğini şimdiden söylemek mümkün. Umarız bu defa yaşananlardan ders alınarak gerekli önlemler alınır ve göz göre göre gelen felaketlere bir yenisi daha eklenmez.

 

[i] Bu konuda geniş bilgi için Justice Square’nin  ‘Deprem Sonrası Başvurulacak Adli Ve İdari Yollar’ isimli çalışmaya bakılabilir. https://www.justicesquare.com/turkish-writings/turkiyede-deprem-gercegi/

SELAMİ ER
22 Şubat 2023 GÖRÜŞ

Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version