Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Ruhsal travma, söylenenler susulanlar

Ruhsal travma, söylenenler susulanlar


Pazarcık merkezli depremin 14. günündeyiz. Depreme doğrudan maruz kalan ya da birinci dereceden yakınlarını kaybedenler kadar, bölgenin uzağında olup, pek vurdumduymaz bir görüntü veren devletin can kurtarmaya isteksiz “kurtarma” çalışmalarını hazmedemeyenler olarak öfkeliyiz. Sahaya gidenler sahada, sahada olmayanlar her neredeyse orada, ayrıca sosyal medya üzerinden elimizden geldiğince bir şeyler yapma çabası içindeyiz. Bir zaman sonra ne olacağı belirsiz bir sürecin, kolektif bir travmanın ve kolektif bir dayanışmanın da… Farkında olmayarak kullandığımız ya da maruz kaldığımız kalıplaşmış cümleler neyi işaret eder? Birikmiş öfke ve duygusal tepkilerimizin muhatabı var mı? Nasıl iyileşeceğiz? Her yardım iyilik midir? Kaygı faydaya nasıl dönüştürülür? Bunları, Psikiyatrist Dr. Hira Selma Kalkan’la* konuştuk.

Toplum olarak bu günlerde yaşadığımız güvensizliğin psikiyatrideki tanımını paylaşır mısın?

Hira Selma Kalkan: Öncelikli ihtiyacımız olan şey güvendir. Şu an yaşadığımız depremde olduğu gibi, travmatik bir olayda güvenlik duygusu sarsılır. “Benim başıma gelmez bu” gibi bir duyguyla yaşarız. Benim kendime, biricikliğime duyduğum güven sarsılır. İkincisi, ötekine olan güvenimdir; devlet olur, annemiz, babamız olur, eşimiz, dostumuz olur. Üçüncüsü de, bulunduğum dünyaya, yere duyduğum güvendir. Temelde güven duygusunu sarsan bir olay yaşadık ve dolayısıyla ilk etapta ihtiyacımız olan şey güven.

SARSILAN GÜVEN DUYGUSU

STK’lar ilk günden beri büyük bir çalışma içindeler. Özellikle AHBAP, güven veren, birleştirici, dayanışmacı olmasıyla psikososyal destek işlevi görüyor. Bu durum, bir yandan da temel güveni sağlayacak olan yapının -devletin yokluğunu gösterdi. Muhatabımıza ulaşamadık. Derdimizi, öfkemizi iletmemize, ihtiyacımız olanı vermediği için dillendireceğimiz serzenişe karşı da tampon oldu. Ancak, böyle bir yapı olmadığı için zaten bu kuruluşlar var olageldi. Bunlar başımıza geliyor ama tekrar toparlanacağımız inancına, birinin bize bütün bu yaşadıklarımıza iyi tanıklık edeceği, destek vereceği bir mecraya güven duygumuz gerekli ki, hem yasımızı tutabilelim hem de daha sonra iyileşebilelim. Biz en çok neyi izledik, en çok ihtiyacımız olan şeyin yokluğunu izledik. Asker nerede diye bağırdılar, devlet nerede, malzemeler nerede diye bağırdılar. Dolayısıyla bu sarsılan güven duygumuzu toparlamadan bir şeye başlamak zor.

-Bu koşullarda güven duygusu nasıl sağlanabilir?

Hira Selma Kalkan: Güven duygusu sağlanacak mı, sağlanıyor mu? Sonrasında ne olduğunu, gerçeğin ne olduğunu bilmemiz lazım. Niye yıkıldı bu binalar? Binalar mı kötüydü, olay mı kötüydü? “Asrın felaketi” deniyor, olayın vahametini, şiddetini “elimizden bir şey gelmeyecek kadar kötü” diyerek örtüp başka bir iradeyi işaret ediyorlar. Bizim kudretimizin zaten çok üstünde gibi bir tanımlama üzerinden bir söylem geliştiriliyor. Bu söylemlere dikkat etmek gerekiyor. Asrın felaketi mi gerçekten?

Doğal afet diyoruz ya, bunca teknolojinin, bilimsel verinin olduğu, bunca tecrübenin biriktiği çağımızda deprem “doğal afet” değildir artık. Deprem doğal bir olaydır. Beş bin yıl önce belki doğal afetti ama bugün insan eliyle yapılmış bir afettir. Sözcükler kullanıldığı bağlam ve kullanan kişilerin dilinde gerçekliği örtme işlevi görür. Doğal afet “N’apalım canım” demek. “Asrın felaketi” diye büyük puntolarla imlemek; ihmalkârlığı, beceriksizliği, iş bilmezliği, çıkarcılığı, riyakârlığı, liyakatsizliği örter, yani gerçeği gizlemek için kullanılır bu söylemler.

MUCİZE SÖYLEMİ

-Peki, yaklaşımımız ne olmalı?

Hira Selma Kalkan: Bizim gerçeğe ihtiyacımız var. Gerçeği kapatan tanımlamalara değil. Asrın felaketi söyleminde olduğu gibi, kurtarma faaliyetlerinin sunumunda da gerçeği kapatan bir yan var. “Mucize” terimi… Arama kurtarmalardan sonra canlı olarak ulaşılan kişilerin mistifiye edilmesi. Mucize sekizinci gün insanları göçük altından canlı çıkartmak değildir. Kaldı ki bu canların bundan sonraki zamanda canlılığı ne kadar sürecek, tamlığı, bütünlüğü yani… Engelli mi olacak, böbreği mi gidecek… Mucize, en geç ikinci günde hemen hemen herkesi kurtarmak olurdu. Mucize söylemi, geç kalınmışlığı, ihmal edilmişliği, önlem almamayı es geçip, yine bizden bağımsız ulvi bir iradeye işaret ediyor.

-Ve devamında da bu beceriksizliklerde iyileşme olmayacağını…

Hira Selma Kalkan: Evet. Mucize diyerek mistik bir hava yaratılıyor. Niye mucize olsun? Yaşadığımız dönemde, sekizinci güne kadar neredeydiniz? Dolayısıyla bizim “asrın felaketi” ya da “mucize” gibi tanımlamalardan ziyade gerçeğe ihtiyacımız var. Mesela bu bölge ovadır ve bu ova sulak bir bölgedir, burada yapılacak inşaatın şu şu kriterlerde yapılması gerekir, bu inşaat bu kriterlerde yapılmamıştır, dolayısıyla yapan kişi suçludur. Tamam mı? Tamam değil, bu yapan kişiye izin veren kurum ve kuruluşlar da suçludur. Olası bir deprem için hazırlıklı mıyız? Kurum ve kuruluşlarımız bilgi ve beceri için yeterli mi? Değilse neden değil? Bütün bunları sağlaması için yetki ve para verdiğimiz kurumlar neden görevini yerine getirmedi, ne yapılabilirdi?

SUÇU SAHİBİNE İADE ETMEK

-İyileşmek için nelere ihtiyacımız var?

Hira Selma Kalkan: Bir, güvenlik. Öncelikle güven duyacağız, güven ortamı sağlanacak. İkincisi, gerçeğin ne olduğunu anlayacağız. Gerçek ne? Üçüncüsü, adaleti sağlayacağız. İyileşmek istiyorsak, suçlu olan kişilerin suçunun bedelini ödemesini bekleyeceğiz. Şimdi biz kendimizi suçlu hissediyoruz, suçlu hissettiğimiz için koşturuyoruz, yemek yemeye utanıyoruz. Halbuki suç bizim değil, biz başkalarının suçunu niye taşıyoruz? Suçu sahibine iade edeceğiz, o yüzden birlik olacağız. Adaleti sağladıktan sonra dördüncüsü, tazmin edeceğiz. Yani kayıpların telafisini sağlayacağız. Bütün kayıpların telafisi sağlanamaz kuşkusuz, ölen birinin telafisi sağlanamaz ama sağlanabilecek telafilere ihtiyacımız var. Bu aşamalar olmadan iyileşme zor olur.

İnsanlar şimdi adalet diyorlar, ne oldu diyorlar, kim yaptı, ne oldu, neredeydiniz gibi sorular soruyorlar. İnsanların susturulmak istendiği sorular aslında iyileşme çabasıyla ilgili. Bu sorular bastırıldığında iyileşmenin önüne bir engel konmuş oluyor. Evet yetersiz kaldık, yeterli önlem alamadık deyip suçu samimiyetle kabul etmek, özür dilemek başlangıç için iyi olabilir. Bu samimiyet olmadığı gibi bir de soranlar suçlanıyor. Adalet ihtiyacı tekrar baltalanıyor. Toplumsal yas bu sorulara verilen cevaplarla tutulur, susturmayla değil. Yaşanacak her yeni adaletsizlikte, her yeni afette, tutulmayı bekleyen her yeni yasta bu cevaplanmayan sorular kartopu olur yuvarlanır gelir önümüze.

İYİ NİYET DE YOLLARI TIKAYABİLİR

Bu afetlerden sonra bir takım aşamalar var. İlk aşama kahramanlık aşaması, şu anda da yaşadığımız bu. Duygularımızın coşkun seller gibi aktığı, yardımların bağışların ardı ardına geldiği, insanların bireysel olarak hemen aracına atlayıp bölgeye yardıma koşma hali, yemeyip içmeyip üzüntüyle harekete geçme… Çaresizliğe gark olmak yaşaması zor bir duygu. Çare olmak istiyoruz. Kalanların suçluluğunu yaşıyoruz. Bağış yaparak hayatta kalmamızın diyetini ödüyoruz bir bakıma… Bölgeye canhıraş yardım götürmek iyi niyetle yapılıyor kuşkusuz ancak, iyi niyetle yapılmış bir şeyin sonucu her zaman iyi olmak durumunda değil. Kaldı ki aşırı yığılmadan yollar tıkandığı için gelmesi gereken araçların ulaşımı engellendi kimi zaman. Gönderilen malzemelerin ihtiyaç duyanlara ulaşması güç oldu. Yani bu şekilde bireysel çabalarla, can havliyle yapılan yardım faaliyetleri faydadan çok zarar verebilir. Duygusal tepkileri, destek faaliyetlerini organize hale getirmediğimiz zaman, işlev görmez, iyi niyetli bir çaba olsa bile.

YARDIM DERKEN…

İki haftaya kadar yakın bir dönem kurtarıcı rolüne giriyoruz. Bunun da bir handikapı var, kurtarıcı rolüne girmenin, yardımın da bir handikapı var aslında. Yardım, dikey bir hiyerarşi içeriyor. Veren el, alan elden güçlü olduğu için veren el pozisyonuna geçiyoruz, insanlar belki bizden daha iyi durumdalarken şimdi alan, muhtaç pozisyonuna geliyorlar. Yardım yaptığınızda diğerini bu pozisyona düşürürseniz bu bir duygusal istismardır aynı zamanda. Yardım edeni gönendirirsin ama yardım alanı da gücendirirsin, incitirsin. O yüzden yardımların bu şekilde yapılmasında da sıkıntı var.

Yardımların dayanışma, destekleme şeklinde olması kıymetli. “Biz elimizden geleni yapalım, yaralarını saralım, onlara bir şeyler verelim, ne verebiliriz?” Biz onların yarasını saramayız, öyle bir hikâyemiz yok. Onların yaralarını sarmalarına destek olabiliriz. Bu bizim de yaramızı saran bir şey aynı zamanda. Ben onlar için ne yapabilirim yerine biz onlarla birlikte ne yapabiliriz demek kıymetli bir şey. Dolayısıyla vermek değil daha destekleyerek, dayanışarak beraber çıkmak diyelim. Mağdurları, kendi kahramanlık hikâyemizin nesneleri haline getirip yeniden mağdur etmeyelim.

Seyirlik bir sunum olarak izlediğimiz kurtarma çalışmaları, insanların mahremine daldığımız kameralarla onları gözetim kulesine hapsettiğimiz bir arenaya dönüşüyor. Genellikle arama kurtarma çalışmaları bittiğinde bu kahramanlık aşaması da bitmiş oluyor. Sonraki aşamada, yaklaşık iki ay sonra, insanların barınma ihtiyaçlarının kısmen giderildiği bir aşama var; konteynıra geçmek olabilir, ev kiralamak olabilir. O dönemde biraz halkın o ilk coşkusu da azalmış oluyor, hayat da devam ediyor bir yandan.

Hayatın sürdürülmesi önemli, yas tutmak açısından da, iyileşmek açısından da, üniversiteler kapatılmasın örneğin. İşyerleri daha bile çok çalışsın, çünkü ihtiyaç var. Belki de en büyük destek, hepimizin hangi işte çalışıyorsak o işi daha iyi yapması olabilir. Yani üzüntüden yemek yiyemiyor oluşumuzun hiç kimseye faydası yok.

YALNIZLIK AŞAMASI

Sonraki aşama, yaklaşık iki ay sonra başlayan süreçte insanlar ara bir döneme giriyor. Yalnızlıklarıyla baş başa kalıyorlar, artık yardım çalışmaları azalmış oluyor, televizyonlarda görünürlükleri azalıyor, rutin hayat devam ediyor. Cenaze evlerinde de olduğu gibi ilk günler herkes gelir sonra el etek çekilip gece çöktüğünde insanlar acılarıyla, kimsesizlikleriyle ve gerçekle baş başa kalırlar. Şimdi ne yapacağım? Hayatı sürdürme çabası başlar.

Bir şeyler yapmak isteyen insanların devreye girdiğini de görebiliyoruz bu zamanlarda, gruplar kuruluşlar da olabiliyor. Gidip bölgede faaliyet yapanlar oluyor, bu faaliyetlerde de bir sıkıntı var aslında. Onlar da organize olmadığı zaman, faaliyet yapan kişilerin donanımsızlığı, hangi motivasyonla yaptıkları da düşünülecek olursa, depremzedeler yapılacak faaliyetin malzemesi oluyorlar. Yapacağımız işlem her neyse muhatabına nasıl bir faydası olacağını bilerek yapmak önemli. Yoksa ben gittim, burada bir çalışma denemek istiyorum, bir deneyeyim bakalım demenin kime ne faydası var? Yapan kişi kendi projesini gerçekleştirmiş olur, belki yayın yapar, sunum yapar, fon alır falan. Bu şu anlama gelmiyor ama biz bir çalışma yapmayalım mı, bilimsel bir şey çıkarmayalım mı? Çıkaralım elbette, zaten böyle böyle devam edecek, daha sonraki durumlarda ne yapacağımıza dair bilgi ve tecrübe biriktireceğiz. Bunlar belge ve deneyim olacak aynı zamanda ama orada bir etik çerçeve gerekiyor. Bütün bu çalışmaları denetleyecek kurum, kurul ve kişilerin varlığı da gerekiyor.

TOPLUMSAL KIRILMA

-İşinin ehli, yöntemi bilen uzmanlara ihtiyaç var yani…

Hira Selma Kalkan: Evet, o bölgeye gitmek isteyenler soruyorlar , “hocam biz bir şey yapmak istiyoruz, ne yapalım?” Soru baştan sorunlu bir kere. Hangi ihtiyaçla bunu yapmak istiyorsun, bu kimin ihtiyacı önce bunu sor kendine. Bu senin ihtiyacın. Elbette senin ihtiyacın olacak, yaptığımız eylemler kendi ihtiyacımızdan ivme alır burada sorun yok. Ancak senin ihtiyacın ötekine fayda mı sağlayacak yoksa onu istismar mı edecek, bunları bir düşün.

Dördüncü aşama, reorganizasyon. Var olan duruma adaptasyon diyelim. Yeni sosyal çevre, yeni ev, yeni hayat, yeni beden ve yeni duygular, düşünceler, inançlar. Çünkü böyle büyük bir kırılma hepimizde bir şeyleri, dünyaya bakışımızı topyekûn değiştirecek. İklim değişikliği ancak buzulların çözülmesiyle oluyor gibi düşünürsek, Pazarcık merkezli deprem için, son dalga toplumsal kırılmamız diyebiliriz.

UNUTARAK TEDAVİ OLMAZ

-Bundan sonra ne yapabiliriz?

Hira Selma Kalkan: Bu vakitten sonra bizim yapacağımız şey, tüm bu sürecin tanığı, iyi tanıklık eden kişileri olmak, takipçisi olmak ve destekçisi olmak diyebiliriz. Dillendirerek, unutturmayarak, ortaya koyarak… “Biz bu görüntüleri nasıl unutacağız, biz bu depremi nasıl unutacağız?” Biz bunu unutmayacağız, çünkü unutarak tedavi olmuyor. Unutmak iyileştirici olsaydı Alzheimer bir hastalık olmazdı. Gerçeğe hakkını vereceğiz. Bundan sonra nasıl önlemler alacağımızı konuşacağız, önlem alınıyor mu, gerçekten buna bakacağız. Her bir sürecin takipçisi olacağız.

En önce enkazda kalmamaya bakacağız, yani depreme dayanıklı evlerde yaşamaya çalışacağız, sonrasında enkazdan nasıl çıkılacağı konusunu çalışacağız. Elimizde güçlü kaynaklarla, bilimsel yaklaşımla, bu konunun uzmanlarıyla birlikte. Daha minimal, çok yüksek katlı olmayan yapılar inşa edeceğiz belki. Toprakla, yer ve gök ile bağlantımızı kopartmayacak yaşam alanları inşa edeceğiz. Yaşam alanlarımız nasıl yaşadığımıza dair bilgi veriyor bakarsanız; mimari yapı, sosyoloji ve psikolojiden bağımsız değil. Çok katlı rezidansta yaşıyorsun ama kapının önüne ayakkabı bırakıyorsun. Mimari sanatına hak ettiği değeri vereceğiz, uyduruk müteahhitlerin insafına bırakmayacağız.

KAYGIDAN FAYDAYA

Anksiyeteyi, kaygıyı işe yarar hale getireceğiz, anksiyeteyi bir yere bağlayacağız ki faydalı bir hale dönsün. “Başıma bir şey gelirse ne yapacağım?” Öncelikle cümleyi tamamlayacağız, “başıma şu gelirse ne yapabilirim, şunu şunu yaparım” gibi. Yani anksiyeteyi sızlanma noktasında bırakmayıp önlem almak için fırsata dönüştüreceğiz. Yitirdiğimiz kontrol duygusunu tekrar sağlayacak çareler üreteceğiz. Çünkü başımıza her an bir şey gelebilir. Depreme yakalanmak diye bir şey yok, sanki deprem bizi kovalayan bir düşman da yeterince kaçmayı beceremediğimiz için biz yakalanıyoruz; “covide yakalanmak” deyiminde olduğu gibi. Deprem bizim düşmanımız değil, doğanın doğal bir eylemi, bize düşen bu eylemin bize zarar vermeyecek hale getirilmesi. Her şey insan için değil; doğada her şey birbiri için yaşar, doğanın bir parçası olduğumuzu unutmadan sadece kendimiz için yaşamaktan vazgeçeceğiz. Doğanın bağrını deşip durmak yerine, ona onca hınçla zarar vermek yerine, uygun yerlerde, uygun biçimde yaşam alanları inşa edeceğiz.

*Psikiyatrist Dr. Hira Selma Kalkan

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde lisansını, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde psikiyatri ihtisasını tamamladı. Üyesi olduğu Türkiye Psikiyatri Derneği’nde 2011-2015 yılları arasında “Afet Psikiyatrisi ve Travma Çalışma Birimi” eş koordinatörü olarak görev yaptı. Van Depremi, Uludere Katliamı ve Soma Faciası sonrası Psikososyal Destek çalışmalarında koordinatör ve gönüllü psikiyatrist olarak görev aldı. Urla ‘da serbest hekimlik yapmaktadır. Psikeart ve Psikesinema dergilerinde yazılar yazmakta, Sanat Terapi uygulayıcısı ve eğitmenidir.


Ceren Gündoğan: 1983 İstanbul doğumlu. İBBŞT TAL’de ve Akademi İstanbul Tiyatro bölümlerinde oyunculuk, Kocaeli Üniversitesi GSF/ Sahne Sanatları Dramatik Yazarlık bölümlerinde öğrenim gördü. İstanbul Devlet Tiyatroları’nda oyuncu ve reji asistanlığı, Asis Yapım’da proje tasarım asistanlığı ile dizi ve belgesel senaristliği yaptı. İlk romanı Yaralı Rüzgâr, 2022 Mayıs ayında Eksik Parça Yayınları etiketiyle yayınlandı. Artı TV’de Artı Sahne programı sürdürüyor.

Ceren Gündoğan

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version