Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Kaht-ı Rical

Kaht-ı Rical


YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

Türkiye, 6 Şubat 2023 günü yaşanan 7,8 ve 7,7 şiddetindeki depremle bir kez daha yıkıldı. Öncelikle hayatını kaybeden insanlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılara da şifa temenni ediyorum.

Binlerce insan yıkılan binaların enkazında kalırken, devlet, 1999 İzmit-Adapazarı depreminde olduğu gibi yine organize olamadı. Deyim yerindeyse her krizde olduğu gibi yine sınıfta kaldı. 

Devletin bir kez daha enkazın altında kalma nedeni olarak elbette birçok şey söylenebilir. Ancak başta gelen nedenlerden birinin “liyakat meselesi” olduğu çok açık bir şekilde ortaya çıktı. 

ÜÇÜNCÜ MUSTAFA’NIN ŞİKÂYETİ

Osmanlı’nın son dönemlerinde en çok öne çıkarılan konulardan birisi “kaht-ı rical” meselesiydi. Savaşlarda sürekli mağlup olan ve toprak kayıplarını bir türlü durduramayan, bir taraftan da hızla yıkılışa sürüklenen Osmanlı yönetimi hatta aydınlar çöküşün nedeni olarak “kaht-ı rical” meselesini ileri sürmekteydiler.

“Kaht-ı rical” tahmin edilebileceği gibi Arapça kökenli olup birebir çevrilecek olursa “adam kıtlığı” anlamına gelmekte fakat daha çok “liyakatli devlet adamı eksikliği” anlamında kullanılmaktadır. 

Bu görüşe göre eğer kabiliyetli devlet adamları olsaydı, Osmanlı Devleti’nin çöküşü durdurulabilirdi. Osmanlı’nın yıkılışı üzerine kafa yoran Şehbenderzade Ahmet Hilmi de “bütün Alem-i İslam’ın tek bir derdi var: Kaht-ı rical” demekteydi.

Şehbenderzade’den çok önce, 1757-1774 yılları arasında Osmanlı tahtında oturan III. Mustafa da bundan dert yanmış ve hissiyatını şöyle dile getirmişti:

“Yıkıluptur bu cihan sanma ki bizde düzele

Devleti çerh-i denî verdi kâmu müptezele

Şimdi ebvâb-ı saâdette gezen hep hazele

İşimiz kaldı hemân merhamet-i lemyezele”

Padişah burada “Bu cihan yıkılmaya yüz tutmuş, bizde düzelir sanma. Felek yönetimi hep aşağılık kişilere verdi. Şimdi mutluluk içinde gezenler hep bayağı, alçak kişiler. İşimiz sadece Allah’ın merhametine kaldı” demekte ve yönetimdeki kişilerin yetersizliğinden yani “kaht-ı ricalden” şikâyet etmekteydi. 

Mustafa, devlet yöneticilerinden şikâyet etse de devletin başındaki kişi olarak kendisi de devleti yönetecek biri değildi. Onun döneminde Osmanlı Devleti, Sadrazam Koca Ragıp Paşa’nın itirazına rağmen Ruslarla 1768-1774 Savaşı’na girecek ve hemen her cephede büyük mağlubiyetler yaşayacaktır. 

Kendisi vefat ettiğinden göremese de Osmanlı Devleti, 1774’te Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Bundan sonra da Rus ilerleyişi durdurulamayacak ve 1878’de Ruslar İstanbul’a kadar geleceklerdir. 

Padişahın yetersizliğinin bir delili de o devirde Prusya’yı güçlü bir devlet haline getiren II. Friedrich’ten üç müneccim istemesidir. Friedrich de Mustafa’ya “Benim müneccimlerim yoktur. Ama üç şeye çok dikkat ederim: Dolu bir hazine, savaşa hazır bir ordu ve tarih bilgisiyle donanmış olma” cevabını vererek asıl önemli olanın müneccimler değil yöneticilerin liyakati olduğunu belirtmişti. 

HEP AYNI ŞİKÂYET

Mustafa’dan yıllar sonra Padişah II. Abdülhamit’in de “kaht-ı rical” hakkında bir layiha hazırlattığı görülmektedir. Layiha, Nusret Paşa adlı Çerkez asıllı ve “Deli” lakabıyla tanınan bir komutan tarafından hazırlanmıştı.

Paşa layihasında; devlet adamlarının sorunları çözmek yerine kişisel hırsları nedeniyle birçok meseleyi hasıraltı ettiklerini, padişah ve halkı suçladıklarını belirtmekte ve dönemin problemlerinin temelinde M. Reşit Paşa başta olmak üzere Tanzimat ricalinin olduğunu belirtmekteydi.

Paşa’ya göre yolsuzlukların önü alınamamakta, işinin ehli memurlar yetiştirilememekte ve toplanan vergiler israf edilmekteydi. Hem askeriye hem de mülkiyede vasıflı insan yoktu ve devlet kademelerinde büyük bir tasfiye yapılmalıydı.

Paşa Tanzimat ricalinden şikâyet edip “kaht-ı rical” meselesini gündeme getirse de amacı, rakip olarak gördüğü devlet adamlarını devlet kademelerinden tasfiye etmekti. O bu layiha ile Abdülhamit rejiminin bir özelliği olarak “jurnalcilik” yapmakta ve rakip olarak gördüğü kişileri padişaha gammazlamaktaydı. 

“Tek adam rejimi” olan Abdülhamit devri uygulamalarının temel özelliği  “liyakat değil sadakat” olup ülkenin dört bir yanından gelen jurnallerle vasıflı memur ve devlet adamları çok rahat bir şekilde tasfiye edilmekteydi.

Buna karşılık padişaha sadakatiyle bilinen kişiler devlet yönetiminde öne çıkmakta, subaylar da “sadakat” prensibiyle terfi etmekteydi. Nitekim İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde İttihatçıların bir icraatı da “Tasfiye-i Rüteb Kanunu” ile padişahın haksız olarak verdiğini iddia ettikleri rütbeleri geri almak olmuştu. 

İkinci Meşrutiyet dönemi aydınları da “kaht-ı rical” konusunu sürekli gündeme getirmişlerdi. Şehbenderzade, liyakatli devlet adamı kıtlığından şikâyet ettikten sonra “Avrupa’dan devlet adamı mı ithal edeceğiz” diye yazmıştı.

Tahirül Mevlevi de bu konudaki hissiyatını şöyle ifade etmişti:

“Bu adamlar ne vakit bizde zuhur eyleyecek

Mülkü, himmetleri gülzâr-ı sürûr eyleyecek

Bunları memlekete bahş ile ey Rabb-i ibad

Şu harabe vatanı bari sen eyle âbâd”. 

KİFAYETSİZ MUHTERİSLER

Osmanlı’dan sonra da hep “kaht-ı rical” gündeme geldi. Devletin yetersizliğinin ortaya çıktığı durumlarda sürekli olarak yetişmiş devlet adamı eksikliğinden şikâyet edildi.

Bu şikayetlere karşılık Osmanlı’nın son döneminde gördüğümüz “liyakat yerine sadakat” esaslı yönetim anlayışı cumhuriyet devrinde de devam etti. Tek Parti yönetimi en küçük bir muhalif sese fırsat vermediği gibi devlet yönetimini de liyakat yerine Kemalist ideolojiyi benimsemiş kişilere teslim etti. 

Çok partili dönemde de bu sefer “partizanlık”, liyakatin yerini aldı. Devletin üst yönetiminde görev almanın temel şartı, devrin iktidarına angaje olmaktı. Ayrıca 27 Mayıs ve 12 Eylül’de olduğu gibi zaman zaman devlet kademeleri ve üniversitelerden “rejimle uyumlu” olmadıkları için aralarında “çok kalifiye insanların olduğu” binlerce kişi tasfiye edildi. 

Yıllarca bütün bu uygulamalardan şikâyet eden İslamcı AKP iktidarı ise bütün cumhuriyet döneminin vasıfsız devlet adamı uygulamalarına rahmet okuttu. Hiçbir özelliği olmayan insanlar hem de alanlarıyla ilgili olmayan makamlara çok rahat bir şekilde atandı.

15 Temmuz’u “Allah’ın lütfu” olarak görüp darbe teşebbüsüyle hiçbir ilgisi olmayan ordu, sivil bürokrasi ve üniversitelerden binlerce kişiyi uzaklaştırıp “irtibat ve iltisak” ucube bahanesiyle hapse gönderdi. Böylece bütün bürokrasi ve üniversitelere “liyakat değil sadakat” istendiği açık bir şekilde gösterildi. 

İşte gelinen noktada devlet, 6 Şubat depreminde enkaz altında kaldı. Devletin, Necip Fazıl’ın “Başyücelik” ütopyasındaki gibi bir tek adam rejimine dönüşen yapısının ne kadar yanlış olduğu anlaşıldı. 

Diğer taraftan kritik görevlerin bile “sadakat” esasıyla dağıtılmasının faturasının çok ağır bir bedeli olduğu da açık bir şekilde ortaya çıktı. Depreme acilen müdahale etmek ve öncesinde gerekli tedbirleri almakla sorumlu olan AFAD’ın başkanlığını, alanın yüzlerce uzmanı varken bir ilahiyatçının yapması da “sadakat” esasının nasıl işlediğini bütün kamuoyuna gösterdi. 

   Son olarak “kaht-ı rical” diye bir problemin olmadığını, asıl problemin Osmanlı’dan cumhuriyete ve günümüze kadar devam eden liyakatli insanların öne çıkarılması yerine “partizanlık ve sadakat esaslı” tercihlerin olduğunu belirtmek gerekir.

Bugün de yaşadığımız felaketlerin temelinde “kaht-ı rical” değil; işlerin, makamların, görevlerin ehil insanlara verilmemesi yatmaktadır. Bu nedenle adam kıtlığından şikâyet etmek yerine Türkiye’de iktidarların vasıflı insanların kıymetini bilip onların önlerini açmasının şart olduğunu anlamamız gerekiyor.

Bugün şahit olduğumuz “kifayetsiz muhterisler” zihniyetinde ise cahilliğe methiyeler düzülürken en ağır bedeli ise yine halk ödüyor. 

Kaynaklar:  M. Oğuz, “Osmanlı Devleti’nde Devlet Adamı Kıtlığı (Kaht-ı rical) Hakkında Hazırlanan Bir Rapor”, TBA, 2008, S. 24; K. Beydilli, “III. Mustafa”, DİA, C. 31. 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version