Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Acı çekmeyenin yüreği bütün

Acı çekmeyenin yüreği bütün

Ziya Paşa, nüfustaki adıyla Abdülhamid Ziyâeddin (1825-1880), 19’uncu yüzyılın önemli devlet adamlarından birisidir ve Tanzimat edebiyatının en çok eser verenlerindendir.

Şöyle der bir gazelinde:

Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm

Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm

Onun gördüğü viranelerin, yani yıkılmış yapılardan geriye kalan yıkıntıların, muhtemel ki, 6 Şubat’ta 10 şehri yerle yeksan eden 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki Kahramanmaraş depremlerinin yanında esamisi okunmaz.

Rakamlar bize manzarayı aktarmakta aciz kalıyor. Onu biraz somutlaştıralım: United States Geological Survey (Amerika Birleşik Devletleri Jeoloji Araştırmaları Kurumu) tarafından hazırlanan verilere göre, 8 şiddetindeki bir depremin büyüklüğü, dünyanın en büyük nükleer testine eş değer; yani 50 megaton patlayıcı gücünde. Kahramanmaraş’ta meydana gelen 7,7’lik depremin büyüklüğü de, patlayıcı enerji eş değeri açısından 32 atom bombasına eşit.

Bu ne demek?

Hiroşima’dan örnek verelim. 6 Ağustos 1945 sabahında atılan “küçük çocuk” (little boy) adlı bomba, Hiroşima’nın yüzde 70’ini yok etti ve merkezinde 3 bin santigrat derece ısı oluşturdu. Bomba 1,5 kilometre çapındaki alanda her yeri dümdüz etti. İlk aşamada 80 bin, 1945 yılının sonuna doğru ise yaklaşık 200 bin insanın ölümüne neden oldu.

Kahramanmaraş depremleri, Hiroşima’nın neredeyse 32 katı tahrip gücündeydi.

Bundandır ki ne Gölcük (1999) depremine benziyor ne de Tabanlı (2011)…

Tohuku Üniversitesi Profesörü Toda Shinji’nin, “Bin yılda bir görülecek bir deprem. Kabukta geniş bir hareket meydana geldi. Böylesi büyük kırılma ve kabuk hareketi, ancak bin yıl sonra görülür. Türkiye’deki depremde ortaya çıkan enerji, Kobe ve Kumamoto depremlerinden 15 kat büyüktü.” sözü mübalağa sayılmamalı.

Erdoğan (FOTOĞRAF: ADEM ALTAN / AFP)

“EN YETKİLİ”NİN SIĞINDIĞI ‘KADER PLANI’

Ancak bu bilgiler “kader planı” izahını kabullenmemizi sağlamıyor. Bugün (10 Şubat) 5’inci günü depremin ve hâlâ kaos hâkim, hâlâ internet ve telefon erişimi sıkıntılı, hâlâ temel ihtiyaçlara yönelik (tuvalet, su, barınma, gıda vb.) ciddi eksiklikler söz konusu…

Eğer “kader planı”, burada yürürlükte olsaydı, Hatay’la aynı akıbeti paylaşması gerekirdi Erzin’in de… Ancak Osmaniye il merkezine 23 km., Hatay’a ise 110 kilometre uzaklıktaki 42 bin nüfuslu Erzin’de yıkılan tek bir bina yok, yaralı yok. Bunun çok somut ve yalın bir nedeni var: Kaçak yapıya müsaade etmemek. Nasıl ki 1999 depreminde tek bir çivi bile oynamamışsa Dilovası Tavşancıl’da, Erzin’de de bu yaşandı.

Erzin’in Belediye Başkanı Ökkeş Elmasoğlu yaşadıklarını anlatıyor: “Bazen kızdılar, senden başka memlekette doğru adam yok mu dediler. Hatta bir akrabamız, bize ceza yazılmış, kaçak inşaattan diye yakındı. Yapabileceğim bir şey yok dediğimde küstüler. Birçok kişiyle kötü oldum. Depremden üç gün önce bir vatandaş selamımı almadı. Ama vicdanım rahat.”

Oy avcılığına çıkılmayıp bilimden uzaklaşılmazsa böylesi bir afette ölmek kader olmayabiliyor.

Ne hazin ki, Rusya ve Hindistan bir günde sahra hastanelerini hizmet verir duruma getirmişken, ‘kader planı’nın arkasına saklanan ‘en yetkili’, deprem bölgesine 3 gün sonra gidiyor. Ankara ile Kahramanmaraş arası 601 km. Helikopterle 2, bilemediniz 2,5 saat…

Lakin sen-ben, ondan-bundan girdabına girmeden bakmak lazım şu hazin manzaraya.

Bakmak ve hatalarımızı birbirimizin yüzüne açık yüreklilikle söylemek.

Adım adım gidelim.

BOĞAZ’DA VİLLA KİRALAYAN KIZILAY

Kızılay Derneği, 2019’da, 6 anonim şirketi olan bir holdinge dönüştürüldü.

Kızılay’ın bugün itibariyle, İçecek Sanayii ve Ticaret; Gayrimenkul ve Girişim Sermayesi Portföy Yönetimi; Kültür ve Sanat; Yatırım; Sağlık; Çadır ve Tekstil, adlarında 6 anonim şirketi var. Değeri milyarlarla ölçülen 6 binin üzerinde de taşınmazı…

Kızılay, sivil toplum kuruluşu (STK) statüsünde. Ancak faaliyet alanları toplumun her kesimini ilgilendirdiği için açık ve şeffaf olmak zorunda. Uymaları gereken uluslararası kurallar söz konusu. Gel gör ki, ne bağımsız, ne şeffaf, ne gelirlerinin ne de giderlerinin hesabını veriyor.

Oysa Dernekler Yasası’na göre iki yılda bir İçişleri Bakanlığınca; yılda bir de Genel Merkez Denetim Kurulu’nca denetlenmesi gerekiyor. Raporların internet sitelerinde yayımlanması gerekiyor. Ama yayımlamıyorlar. Dolayısıyla gelirleri haricinde bağışlarla da zenginleşen Kızılay’ın niye depremin üçüncü günü Kahramanmaraş’a göndere göndere 10 bin çadır gönderebildiğini idrak etmekte zorlanıyoruz.

Kızılay’ın başında ise Kerem Kınık var. O Kınık ki, Elazığ depreminden sonra kamuoyunun en çok tartıştığı isimlerden biri. Attığı tweetlerden, kurumdaki usulsüzlük iddialarına, Kızılay hakkında Meclis’te bekleyen araştırma önergesinden Boğaz’da kiralanan villalara kadar tüm yollar ona çıkıyor.

AFAD BÜROKRATLARA EMANET

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı veya kısa adıyla AFAD, 29 Mayıs 2009 tarihli 5902 sayılı Kanun’la kuruldu. İçişleri Bakanlığı’na bağlı. Sorumluluk alanı, a.) afet öncesi hazırlık ve zarar azaltma, b.) afet esnasında yapılacak müdahale, c.) afet sonrasındaki iyileştirme çalışmalarını yönetme ve koordine etme.

Her ilde valiye bağlı İl Afet ve Acil Durum Müdürlükleri bulunuyor. Ayrıca 11 ilde Arama ve Kurtarma Birlikleri var.

AFAD’ın ilk başkanı Mehmet Ersoy (2010-2011),  Kamu Yönetimi bölümü mezunu. Kaymakamlık ve valilik yapmış.

Ersoy, 24’üncü Dönem Sinop Milletvekili olarak TBMM’ye girince, yerine vekaleten İbrahim Ejder Kaya getiriliyor. Kaya, Sakarya’da Milli Eğitim’de çalışmış. Vali yardımcılığı yapmış.

Kaya’dan koltuğu Dr. Fuat Oktay (2012-2016) devralmış. Kendisi Cumhurbaşkanı Yardımcısı şu an.

Oktay, İşletme bölümü mezunu. Endüstri mühendisliği alanında doktora derecesini alarak havacılık ve otomotiv endüstrisi alanlarında uzmanlaşmış.

Dört sene AFAD’ın başkanlığını yapmış olan Fuat Oktay, depremin 5’inci gününde bile enkaz altından yurttaşlar kurtarılırken Osmaniye’de, Kilis’te, Şanlıurfa’da arama kurtarma çalışmalarının tamamlandığını söylüyor.

Oktay’ın boşalttığı AFAD koltuğuna vekaleten Mehmet Halis Bilden oturuyor. Mimarlık Fakültesi mezunu. Yani AFAD’ın kanunen tanımı yapılan görev alanına giriyor aldığı eğitim. Ama ilginç bir kariyer çizgisi var: 2005–2006 yılları arasında Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğünde Daire Başkanı olarak görev yapıyor. 2006 yılında, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğünde Genel Müdür Yardımcılığına vekâleten bakıyor. 2007-2008 yıllarında Et ve Balık Kurumu Genel Müdürlüğü Yönetim Kurulu Üyeliğinde bulunuyor. 2008 yılında Et ve Balık Kurumu Genel Müdür Vekili ve Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği… 13 Mayıs 2008 tarihinden itibaren de Tarım İşletmeleri Genel Müdürü ve Yönetim Kurulu Başkanı.

Bilden’den sonra Dr. Mehmet Güllüoğlu yönetiyor AFAD’ı (2017-2021). Tıp Fakültesi mezunu. Bilden gibi AFAD’ın görev alanına uygun biri. Ancak Güllüoğlu’nun farkı, aldığı eğitimden uzaklaşmaması. Yani Bilden gibi mimarlık eğitimi alıp tarım ve hayvancılıkta kariyer yapmaması.

Güllüoğlu, aile hekimliği yapıyor başta. İnsani Sağlık Yardımları, Avrupa Birliği projeleri gibi çeşitli eğitim programlarına katılıyor. Sivil toplum kuruluşları bünyesinde çok sayıda insani yardım çalışmalarında etken rol üstleniyor. 2013-2017 yılları arasında Türk Kızılay Genel Müdürü oluyor.

Çalışmaları “en yetkili” tarafından takdirle karşılanıp 8 Aralık 2020 tarihinde Tanzanya Darüsselam Büyükelçisi olarak atanıyor.

Ve Güllüoğlu, AFAD Başkanı’na destek vermek amacıyla tekrar göreve çağrılıyor.

Hamza Taşdelen’in vekaleten yürüttüğü görevi, Yunus Sezer 2021’de devralıyor. Sezer bir bürokrat. Kamu yönetimi okumuş ve kaymakamlık, valilik yapmış.

Ve Kahramanmaraş depremlerinden bir buçuk ay önce koltuğa İsmail Palakoğlu oturuyor. İlahiyat Fakültesi mezunu. 2004 yılında kayınpederi olan Osman Hulusi Efendi hakkında Gönüllerin Sultanı Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi isimli bir kitap yazıyor. Ayrıca Nakşibendilik ile ilişkili Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi Vakfı’na ait Somuncu Baba dergisini de uzun süre yönetiyor.

Aslında sözü edilen “kader planı” bu sayede hayata geçiyor.

 

ENSAR VAKFI VE DEĞERLER EĞİTİMİ

Sürekli dini göndermelerin arkasına saklanma yahut gücünü bunlar üzerinden kurma bir alışkanlık artık. Yeni değil.

Doğrudan ilgisi olmayanlar unutmuş olabilir. Ama örgün eğitimde de ayak ve parmak izleri var bu anlayışın. Yazarlar Okullarda diye bir proje başlatıldı yıllar önce. Hakikaten ‘yazar’ olanlar devlet okullarına gittiler, çocuklarla buluştular, kitap okudular, kitap imzaladılar. Çok geçmeden o yazarlar elendi ve yerlerine sözdeleri geldi. Çoğu emekli öğretmen ve din görevlisi… Ancak bu da yetmedi; adı tecavüz skandalına karışan Ensar Vakfı, Milli Eğitim Bakanlığı’yla protokol imzaladı. Ona E-Yaygın sistemine kayıtlı tüm öğrenci ve velilerin kişisel bilgilerine erişebilme olanağı tanındı. Ayrıca okullarda seminer ve sosyal etkinlikler düzenleme hakkı onun iznine bağlandı. Böylece bazı yayınevlerine devlet okullarının kapısı kapandı.

Yetmedi; ‘değerler eğitimi’ diye ucube bir dikteyle ölüm güzellemeleri aşılandı öğrencilere. Hastalıklar “Allah’tan gelen güzel şey” olarak tanımlandı. Ölüm de ‘nimet’ olarak… Mesela okullara dağıtılan broşürde şu ifadeler yer aldı: “Ölüm, dünya hayatının muhasebesinin yapılacağı, yapılanların karşılığının görüleceği, mükafat ve cezanın alınacağı hayatın başlangıcıdır.”

Yani “en yetkili”nin “kader planı” diye izah ettiği şey, tesadüfen söylenmiş bir şey değil.

Ama biz konumuza dönelim: Kızılay ve AFAD’tan sonra AKUT’a bakalım.

İKTİDARIN KAFAYI TAKTIĞI KURUM: AKUT

AKUT, afetlerde arama ve kurtarmaya yönelik bir sivil toplum kuruluşu. 1995 yılında Türkiye’nin önde gelen yedi outdoor sporcusu tarafından kuruluyor. 1996 yılında da resmi olarak dernek statüsünde kabul ediliyor.

Derneğin ilk Onursal Başkanı Ali Nasuh Mahruki. Onu Everest dağına tırmanan ilk Türk olarak biliyoruz. Ancak başka meziyetleri olduğunu da katıldığı onlarca arama-kurtarma çalışmalarında gördük.

2019 yılı Temmuz ayında Nasuh Mahruki onursal başkanlık görevinden istifa etti. Daha doğrusu istifa ettirildi. Bu istifa sürecinin ateşleyicilerinden biri Nagehan Alçı.

Hatırlayalım: Habertürk yazarı Nagehan Alçı AKUT’un yeniden doğuşunun arka planı başlıklı yazısında, “İzmir’deki enkaz kaldırma çalışmalarında AFAD’ın yanı sıra AKUT da ön plandaydı. Hâlbuki AKUT 1999 depreminden sonra uzun süre görünmez oldu. Tabelası var, ama kendi yoktu adeta. AKUT’un İzmir’de yaşanan depremin ardından bir kez daha bu denli görünür olması dikkatimi çekti ve 99’un kahramanı derneğin yeniden doğuşunun arka planının peşine düştüm” diye yazmıştı.

Hatta şu sözlerin de altını çizmişti yazısında: “Gayrettepe’de 99’da AKUT’un kullanımı için kerhen hibe edilen merkezde dernek kâğıt üzerinde işgalci görünüyormuş, giderek arama kurtarmadan çok siyasi aktivizmle öne çıkmaya başlayınca merkezin yasal durumu sıkıntı yaratmaya başlamış ve hatta tahliye kararı çıkmış. Ancak Mahruki’nin genel başkanlıktan ayrılması ile tansiyon düşmüş. Kısacası Mahruki’nin hegemonyası bitince AKUT yeniden ön plana çıkmaya başlamış.”

Nasuh Mahruki, YOL TV’de Bu Masada Konuşalım programına konuk oluyor. Burada AKUT’tan zorla istifa ettirildiğini söylüyor. “İktidar…” diyor, “beni AKUT’un başından uzaklaştırmak için çok kafayı taktı ve yasa dışı işler yaptı.”

Dikkatinizi çekerim, ‘yasa dışı işler’ tamlamasını kullanıyor. Yapan kim yahut neresi? İktidar, yani ‘en yetkili’…

Nasuh Mahruki

Mahruki sözlerine şöyle devam ediyor: “…yönetim kurulundaki arkadaşlarıma telefon geliyor. Biri ikinci başkan, biri yönetim kurulundaki genel sekreter. 13 yıl benimle çalışan insanlar bunlar. Biri sağ kolum, biri sol kolum. Akut’u Akut yapan ekipten insan bunlar. Ankara’dan cumhurbaşkanlığından gelen telefonu söylüyorum. Orhan Karakurt, Cumhurbaşkanlığı Kültür-Sanat Koordinatörüydü. Şu an cumhurbaşkanlığı müşaviri. Tayyip Erdoğan’ın da akrabası. Bu taktı zaten kafayı. Ve telefonda şunu söylüyor; biz artık düğmeye basıyoruz, Nasuh’u alacağız Akut’un başından. Eğer Nasuh istifa etmezse, çünkü ben sonuçta seçimle geliyorum buraya. Burası bir Sivil Toplum Kuruluşu. 20 küsur senedir yapılan her seçimde zaten ben ve ekim seçiliyor, karşımıza aday bile çıkmıyordu. Artık işi o kadar mafyavari yöntemlere getirdiler ki; Nasuh eğer istifa etmezse, bundan sonra hiçbir operasyona çıkmayacaksınız. Ankara’daki bütün işleriniz engellenecek, genel merkezinizi elinizden alacağım ve aldılar da.”

“Kader planı” işliyor aslında. Gölcük ve Düzce depremlerinde göze batan AKUT, daha doğrusu onun kurucularından ve simge ismi Nasuh Mahruki istifa ettiriliyor.

 

İNSANİ YARDIM LOJİSTİĞİ

Şimdi böyle alt alta, yan yana onlarca kurum sayabilir, kimlerin hangi gerekçeyle görevinden uzaklaştırıldığı ve yerlerine kimlerin hangi sebeplerle konduğunu açıklayabiliriz. Lakin bu bize, şu aşamada hiçbir şey kazandırmaz. Amma somut veriler üzerinden yürümek kazandırabilir.

Almanya’da İmar Yasası, 1945’ten bu yana sadece 2 kez değiştirildi. Bu somut bir veri.

Biz de ise son 11 yıl içinde tam 164 kez değiştirildi ve 6 kez de imar affı çıktı. Bu da somut bir veri.

İlginç olan, Almanya deprem bölgesi değil. Türkiye ise dünya üzerinde deprem bağlamında en tehlikeli 8-9 ülkeden biri. Bizim depremle yaşamayı öğrenmemiz gerek, Japonlar gibi.

O halde biraz teorik çerçeveye bakalım.

İnsani Yardım Lojistiği… Muhtemelen duymuşsunuzdur; ancak ne menem önemli olduğunu Kahramanmaraş depremlerinde gördük. Bu lojistiğin yokluğundan ötürü (evet; zayıflığı değil, yokluğu) bölge için olabilecek felaket senaryolarından en kötüsü gerçekleşti.

Önce neyin ihtiyaç olduğunu bilemedik uzunca bir süre. Battaniye, ısıtıcı, su ve gıda dendi; mesela tuvalet. karavan, konteyner kimsenin aklına gelmedi. Gönderilen ısıtıcıyı çalıştırmak için elektriğin olması gerektiği de…

Oysa sahadaki güncel ihtiyaçları sistematik şekilde belirleyen ve bilgisini düzenli olarak paylaşan aktif sivil toplum kuruluşlarına düzgün ve tasnif edilmiş şekilde iletilseydi “asıl” ihtiyaçlar, belki de daha az ölürdük.

Çok acı bir durum. Bilmek ile yapmak arasında derin bir uçurum…

Nitekim, gönderilen yardımların yerine ulaşmadığını gördük. Hayati önemdeki yolların uzunca süre kapalı kaldığını gördük. Zaten az olan değerli acil müdahale kaynaklarının (malzeme, iş gücü, zaman), gönderilen yardım kutularındaki çamur olmuş ve ıslanmış kıyafetleri, battaniyeleri, gıdaları tasnif için ayrıldığını gördük.

Yaşadığımız felaketin etkileri aylarca, hatta yıllarca silinmeyecek, 10 ili ve 15 milyona yakın nüfusu kapsayan bölgenin çok uzun bir süre insani yardıma ihtiyacı olacağını umarım unutmayız. Umarım, diyorum, zira unutacağımızı düşünüyorum. Erzincan’da, Gölcük’te, Yalova’da, Düzce’de, İzmir’de unuttuğumuz gibi…

Burada iğneyi kendimize batırmakta yarar var sanki. Ne yasal haklarımızı biliyoruz, ne de bildiklerimizi savunabiliyoruz. Hemen hemen her vesileyle “unutmadık, unutturmadık” naraları atıyoruz. “Unutursak, kalbimiz kurusun” diyoruz. Ama ertesi gün unutuyoruz.

Uğur Mumcuları, Turan Dursunları, Ahmet Taner Kışlaları, Abdi İpekçileri, Bahriye Üçokları… Ve daha nicesini unuttuk. Tıpkı valiz valiz taşınan paraları unuttuğumuz gibi. 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun ardından internete sızdırılan ses kayıtlarını unuttuğumuz gibi. Ayakkabı kutuları içinde taşınan paraları unuttuğumuz gibi. Bakara mı, makara mı’ları unuttuğumuz gibi.  Ananı da al git’leri unuttuğumuz gibi.

Konumuza dönelim…

İnsani yardım lojistiğinin diğer insani yardım faaliyetlerinin başarılı olmasındaki rolü büyük. Hatta ‘insani yardımın % 80’inin lojistik’ faaliyetlerinden (satın alma, depolama, taşıma, dağıtım gibi) oluştuğu tahmin ediliyor.

Etkin bir tedarik zinciri ve lojistik yönetimi için de en önemli gereksinimler planlama ve koordinasyon. Peki, bu var mıydı bizde?

Burada sözü Prof. Dr. Burcu Balçık’a (Özyeğin Üniversitesi) vermek istiyorum. Balçık, Nasıl bir sistem kurmak mümkün? sorusunun yanıtını açık açık anlatıyor:

“Diyelim ki deprem olmuş. Hayal edelim ki alanında uzman araştırmacıların da çalıştığı bir kriz koordinasyon merkezi var. Sahadan gelen veriler (örneğin insansız hava araçları ile) otomatik olarak toplanıyor, işleniyor, yapay zekâ kullanılarak tahminler yapılıyor, arama kurtarma ekipleri önceliklendirilerek etkilenen yerlere gönderiliyor, gelen bilgilere göre yeni yönlendirmeler yapılıyor. Bölgedeki açık yollar hızlıca belirleniyor, ihtiyaçlara göre acil durum ekiplerine ayrılan yollar belirleniyor. Şeffaf bir şekilde sahadaki ihtiyaçları ve durumu gösteren, veri toplayıp, işleyen ve anlaşılır şekilde görselleştiren bilgi sistemleri kurulmuş. Yardım malzemelerinin alınabileceği yerel ve bölge tedarikçi listeleri önceden hazır, hatta önceden çerçeve anlaşmaları yapılmış, hızlıca bölgeye gönderilebiliyor. Yardımların aktığı insani lojistik ağı daha önceden belirlenen depolar ve dağıtım merkezleri, altyapı, yolların açıklığı ve kapasitesi gibi faktörler değerlendirilerek aktifleştiriliyor. Yardım toplama, tasnifleme ve dağıtım bu zincir üzerinden gerçekleşiyor. Nerede ihtiyaç olduğu belli, koli ve paketler yardım toplama alanlarında önceden belirlenmiş standartlara göre hazırlanıyor, kargolar etiketleniyor ve öyle gönderiliyor. Kimin hangi bölgede çalışacağı kaynaklar ve ihtiyaçlar düşünülerek, önceliklendirme yapılarak belirleniyor. Gönüllüler ve takımlara yetkinliklerine göre görevler atanıyor, takip edilebiliyor. Önceden hangi senaryoda tedarik zincirinin hangi seviyesinde, hangi merkezde kimlerin (yönetici, gönüllü sayıları) görev alınacağı planlanmış… El birliğiyle böyle bir sistem kurulmuş olsaydı yaşadığımız bu felakette herkesin canı daha az yanmaz mıydı?”

Şimdi durup biraz soluklanalım: Bunlar, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) son açıkladığı rapora göre, dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri olan Türkiye için yapılması imkânsız, hayal şeyler mi?

Değil elbette. Gelin görün ki, termal kamerayla vücut ısısının tespit edilebildiğini Hollandalı kurtarma ekipleri sayesinde öğrendi Adıyamanlı depremzede. Demek ki bir şeyler eksik, hem halkta hem de iktidarda…

Peki, toplanan deprem vergileri nereye gitti? Doğal Afet Sigortaları Kurumu (DASK) ödemeleri nerede kullanıldı? ÖTV, hatta dolaylı vergiler nerede kullanıldı?

Burası Grönland değil ki… Burası Sibirya, Kanada, Britanya, Almanya, Polonya yahut Brezilya değil ki… Buralarda neredeyse hiç deprem olmuyor. Ama bakın Hollanda depreme hazır. Hem teknik donanım olarak hem de yetişmiş eleman olarak.

AFET DÖNEMİNDE İLETİŞİM

Sınıfta kaldığımız bir diğer alan da afet döneminde iletişim…

Galatasaray Üniversitesi’nden Prof. Dr. İnci Çınarlı, afet döneminde iletişimin yaşamsal bir bileşen olduğunu söylüyor: “İletişim, hasarın en aza indirgenmesinde anahtar rol oynar. Kriz iletişimi ve afet iletişiminin ortak yanları, benzerlikleri varsa da aynı yapıya sahip değildirler. Her ikisi de halkın güvenliği üzerine yoğunlaşan öncül bir tepkiye ihtiyaç gösterir. Bu tepki bilgilendirici ve düzeltici enformasyon içermelidir.”

Çınarlı, önemli bir vurguda bulunuyor: “Afet iletişimi de kriz iletişimi de paydaşların fiziksel ve psikolojik olarak stresli olaylarla başa çıkabilmelerine yardım etme ihtiyacını paylaşırlar. Ancak afetlere pek çok kurum tarafından tepki verilmesi ihtiyacı ve krizlerin sosyal meşruluk ve dolayısıyla da itibar endişesi aralarındaki önemli farktır.”

Ve eveleyip gevelemeden sadede geliyor Çınarlı: Güven olmadan sağlıklı iletişim olmaz.

Şimdi hangimiz A Haber’in yahut Habertürk’ün verdiği habere sonsuz bir güvenle yaklaşıyoruz? Kaçımız, “en yetkili”nin depreme dair söyledikleri hususunda kuşkuya düşmüyoruz?

TRT’nin isyan eden depremzedenin haykırışını kesmesi, düpedüz bir güven zedelenmesidir. Oysa bir dönem muteber bir kurumdu TRT. Tıpkı askeriyenin en güvenilir kurumlar arasında yer alması gibi.

Eğer bu güven zedelenmesi tekil değil de yaygın bir durumsa sağlıklı iletişim kuramıyoruz demektir.

 

Dahası: Bile isteye cahillik bulutu şu ülkenin üzerine bıkıp usanmadan bırakıyor yağmurunu… Sırılsıklam kalıyoruz altında.

Tam da burada üç noktaya dikkat çekmek istiyorum:

* Dünya Bankası, depremler ve artçı sarsıntıların ardından kurtarma ve toparlanma çalışmalarına yardımcı olmak için 1 milyar 780 milyon dolarlık kaynak sağlayacağını açıkladı. Hani ateşin içindeyken ateşin kendi gözükmezmiş ya, o hesap; Dünya Bankası bu yardımı iktidara değil, proje karşılığında belediyelere verme kararı aldı. Birinci kısmı, yani yardım ve tutar neredeyse tüm medyada yer aldı; ne ki ikinci kısım, yani paranın koşullu olarak ve belediyelere verileceği pek dile getirilmedi.

* Adını koymaktan utanıyorum ve yanılmayı tüm kalbimle diliyorum, ama sanki bir insansızlaştırma operasyonuna şahit oluyoruz! Bu topraklar üzerinde, buralardan beslenerek yaşayan kişiler değiliz adeta. Müthiş bir yabancılaştırma, böl parçala ve hiçleştirme…

Bu şunu da düşündürüyor beraberinde: Acaba göç teşvik edilerek, şehirler boşaltılarak yabancılara yer mi açılıyor? Bu komple teorisi kokan şeyi en çok Hatay için söylüyorum.

* Hepimiz, az ya da çok yardım elimizi uzatıyoruz depremzedelere. İmkânı olanların yardımı nakdî yardımda bulunuyor. Peki, bu yardım kuruluşlarına giden meblağlardan bankalar niye komisyon alıyor? Kabul; bankalar kapitalizmin ağababası. Ancak böylesi hassas bir durumda kâr dışında başka şeyler de gözetilemez mi? Neden Starbuck’s, Netflix, Disney+ gibi kuruluşlara tepki gösterirken, bankalara dair tek laf duymuyoruz? Acaba Bankalar Birliği bu yönde bir karar alamaz mıydı? Elini taşın altına koyması, birlikte yaşadığı bu topluma saygısının bir ifadesi olmaz mıydı?

 

Uzun etmeyelim. Bir yargıya ulaşmaktansa bizi düşünmeye itmesini umduğumuz birkaç soru soralım:

* Neden hazır değildi önlem haritanız?

* İnşaatçılar, iş makinası sahipleri, operatörler vs. neden listelenmedi?

* Toplanma alanları neden AVM yapıldı? Oralardaki acil deprem odalarının yağmalanmasına neden izin verildi?

* Deprem vergisi dediğimiz 34 milyar nerede?

* Hatay’da binaları yıkılan Kızılay ve AFAD’a yardım gerekmesini nasıl açıklıyorsunuz?

* 23 imar affına parmak kaldıranlardan hesap sorulacak mı?

* 22 yıldır toplanıp Merkez Bankası’nın deprem ve afet için biriktirdiği yedek bütçe, ‘ihtiyat akçesi’ ne oldu?

* Neden OHAL’e gerek duyuldu? Kolluk kuvvetlerinin yağma ve hırsızlıkla mücadele için yetkisi yok mu?

* Bizler yurttaş olarak birey miyiz, sayı mı?

Aslında yanıtlarını bildiğimiz sorular bunlar. Dolayısıyla suni. Lakin şu hüzün, şu kalp kırıklığı, şu can yangını sahih… Sonuç ise bizim büyük çaresizliğimiz!

Celal Şengör, İlber Ortaylı gibi birkaç kişi, korunaklı dünyalarında bütün acıların kıyısına yerleşmiş vaziyette, çoğunluğu aşağılıyor. Oysa bilmezler mi kendileri de, bir Yozgat türküsünde de söylendiği gibi: Acı çekmeyenin yüreği bütün.

Daha Fazla Göster:

AFADAHBAPAKUTdepremhatayKahramanmaraşKerem KınıkKızılayNagehan AlçıRecep Tayyip Erdoğan

BERKE KAYA
12 Şubat 2023 HABER ANALİZ

Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version