Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Korkunun işlevi

Korkunun işlevi


Diktatörlükler korkuyla ayakta durur; bu yüzden sürekli yapay korkular yaratır ve kendilerini halka bu korkularla savaşan kahramanlar olarak sunarlar. Korkunun olduğu yerde halk, önderlerden korkuyu azaltabilecekleri ve onunla baş edebilecekleri hissini vermelerini, güvence sunmalarını bekler. Diktatör hem korkuyu yaratır hem de korkuyla savaşarak halkını sakinleştirir.

Krizlerin derinleştiği dönemlerde bir iktidar boşluğu da olur. Bu boşluk bir gelecek kaygısı da yaratır. İşte bu dönemlerde düzene eklemlenen bürokrasi diktatörden uzaklaşmaya başlar. Mesela seçim öncesinde, seçim sonucunun belirsizliğinde sıkça duyarız bürokrasinin beklemede olduğunu, iş yavaşlattığını. Bu yönetim değişikliğinin getireceği yapısal değişimlerden dolayı kendi geleceklerinin ve konumlarının belirsizliği de onların yavaşlamalarına neden olur.

Kriz dönemleri insanlarda güvencesizlik yaratır. Özellikle de diktatörle özdeşleşen ve kendi hayatlarını diktatöre bağlayan insanların, bağımsız bireyler olmadıklarından ve toplumdaki pozisyonlarını diktatörün korumasıyla edindiklerinden dolayı kriz dönemlerinde korkuları daha da artar.

Önderin ve ait olduğu grubun kendisini koruyacağından yola çıkanlar, kriz anında korkudan ötürü bu güvenceyi yitirirler. Bu dönemlerde gruptaki korku bulaşıcıdır. Diktatörün kurduğu “biz ve düşmanlarımız” biçimindeki paranoyak dünya kurgusu, kriz dönemlerinde bizzat bu paranoyak yapıdan ötürü grup içinde birbirine güvensizliğe neden olur. Herkes herkesten kuşku duyar, herkes herkesin düşmanıdır. Bu paranoyak yapı güçlenerek sürer. İşte böyle süreçlerde önderler sakin ve güvence verici davranarak bu paranoyak atmosferi dağıtabilirler. Diktatörler ise bu korkuları her zaman yaptıkları gibi daha da çoğaltarak kendi iktidarlarını güvence altına almayı denerler. Ya da kitle daha katı bir diktatör bulur; çünkü kitle kaos yerine diktatörlüğü seçer.

Mesela 1980’lerin öncesinde Türkiye’deki kaos ortamında faşist bir cuntanın geleceği belliydi. Herkes bunu bekliyordu. Kaos yerine cuntayı tercih etti toplum. Terör ortamında hiç kimse kendini güvencede hissetmiyordu. Bu kaos, korku ve güvensizlik ortamı paranoyak eğilimleri de artırıyordu. İşte faşist cunta bu belirsizliği ortadan kaldıracağı için hasretle beklendi. Bu tür korkular düşünmeyi ortadan kaldırıyor. Savaş (iç ve dış) dönemlerinde insanlar düşünerek değil, duygularıyla hareket ederler. Bu dönemlerde yapılan propagandalarla meselelere duygusal yoğunluk katılarak savaşın sürmesi hedeflenir. Bu dönemlerde düşünen insanlara saldırılmasının bir nedeni de budur: Düşünmeyi yok etmek, insanları savaşa hazır hale getirmek. Savaşın mantığın dışında bir yerlerde olması bu durumla da ilgilidir.

SAVAŞ VE FANATİZM

Toplumu savaşa sürmeden, ölüme göndermeden önce savaşa hazır hale getirmek gerekir. Bu durumda liderler toplumu fanatikleştirirler. Karşı düşünceler dışlanır ve cezalandırılır. “Vatan hainleri”nden arındırılan bir grup artık tek yürek, tek bilektir, kısacası kitledir ve burada sürü psikolojisi işlemeye başlar.

Alberto Toscano fanatizmin kullanılış biçimini eleştirel bir şekilde sorgular (Fanatizm – Bir Fikrin Kullanımları Üzerine, Metis, 2013). Tarihsel olarak aslında fanatizmden çok fanatizmlerden söz etmek gerekir. Çünkü fanatizm tarihsel yolculuğunda çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Bazı düşünürler onu “evrenselleştirici bir rasyonalite ve özgürleştirici bir siyasetin bünyesindeki koşulsuz ve boyun eğmez bir soyut tutku” (s. 18) olarak düşünürken, günümüzde genelde irrasyonel, abartılı ve patolojik bir tutum olarak görülür. Toscano ayrıca psikanalizin İslamcı fanatizme yaklaşımını da felsefi açıdan eleştirir (s. 176-199).

BİAT VE İTAAT

Psikanalist Günter Hole, fanatizm üzerine yaptığı ve 2004 yılında yayınladığı kapsamlı çalışmasında (Fanatismus), toplumların fanatikleşirken “itaat etme hazzı” yaşadıklarını söyler (s. 56).

İtaat etmek ve boyun eğmek “biat etmeye” dönüşür ve bundan haz alınır. Toplumda bir hiyerarşi oluşturularak ve bu üst-alt arasındaki sınırlar belirginleştirilerek verilen “emirler”in tartışmasız kabulü sağlanır.

Emrin kutsanmasının, sorgulanmamasının en önemli işlevi grubu, halkı “kitle” yapmaktır ve halkın militarize edilmesi, böylece ordunun kurallarının halk arasında da geçerli kılınması hedeflenir. İşte bu durum grupta regresyonun gelişmesi sonucunu doğurur.

Regresyon, ilkel savunma ve korunma biçimlerini reaktife ederek çocuksu ama katı bir tutumun oluşmasını sağlar. Grup üyeleri arasındaki kişisel sınırlar geçirgen ve esnek hale gelirken karşı gruba yönelik tutum sertleşir ve ötekilerle sınır surlarla çevrilir, düşmanlaşma yoğunlaştırılır. Grup kolektif sınırları savunur ve üyeler arasındaki sınırlar kaldırılarak “biz”e aidiyet sıklaştırılır.

Emir sadece bir direktif değil, bir isteğin reddedilemeyecek hale getirilmesi ve kararlılığın çok belirginleştirilmesidir. Emir karşısında “boynumuzun kıldan ince” olmasının biyografimizde bir karşılığı da var: Kültürümüzde evet ve hayırlar çok belirgin değildir. Bazı “evet”ler “hayır”a, bazı “hayır”lar ise “evet”e dönüştürülür ve aslında bu dönüştürülme amacıyla da öyle söylenir. Mesela, misafirlikte bize teklif edilen bir ikramı hemen kabul etmez, kısa ritüelize edilmiş bir pazarlık sonrasında kabul ederiz. Böylece hayır ve evetler aslında bir ritüelin uygulanması sonucunda hedefe ulaşılır. Bazen hayır ve evet gerçek anlamında kullanılır. Pazarlık amaçlı ısrarda söylenen kararlılık ifadesi agresyonla belirginleştirilir.

Mesela çocuğa televizyonu kapatmasını söylüyorum. Çocuk burada pazarlık ritüeline girişir. O kapatmak istemediğini birkaç kez, ben de kapatmasını birkaç kez söylüyorum. Yani çocuğun bu tartışma süresi dışında pazarlık payı yok. İşte bu durumu belli etmek için çocuğa bağırırım. Çocuk işte o zaman, emir kipiyle konuştuğumda istenileni yapar. Ya da misafirlikte bana ikram edilen çayı içmeyeceğimi agresif bir tonda ifade ederim. Yani yaşadığımız kültür, kararlılığı agresyon biçiminde, emir kipiyle söylendiğinde kabul ediyor. Emir kipinde söylenen emir, yerine getirilmek zorunda olan, pazarlık payı olmayan bir kararlılık ifadesidir. O anlamda biz her emirde biraz da agresyon okuruz ve bu agresyon emre karşı bir korkuyu da içerir.

NARSİSTİK TAMAMLANMA

Zayıf kişilikler grup olma, birileriyle bütünleşme ve bu süreçte grubun ya da kendisiyle bütünleşilen kişinin takdirini kazanmak için, aynı zamanda onun tarafından dışlanmayı ve reddedilmeyi önlemek için uyumluluk adına fanatikleşeceklerdir.

Yani “kara koyun” olmamak adına sürüyle akacaklardır. “Narsistik tamamlanma gereksinimi” (Hole, s. 66) her insanda var ama zayıf kişiliklerde bu, “reaksiyon oluşumu” (Reaktionsbildung) dediğimiz, obsesif insanlarda sıkça karşılaştığımız bir savunma mekanizmasına dönüşüyor. Yani bir dürtü zıddına çevriliyor. Mesela korkak biri korkuyu her hissettiğinde birilerini korkutarak bu korkudan kurtulmaya çalışıyor. İşte bu korkaklık başkaları korkutulduğu için de kahramanlık sayılıyor. Ya da aşağılık duygusunu yoğun yaşayanların yücelik fantezilerine kaçması, kendilerini çok yüce göstermeleri gibi. Zayıf kişilikliler narsistik tamamlanma sürecinde kendilerini arketipik figürler yerine koyarlar; kendileri kahraman düşmanları ise devlerdir ve bu bağlamda onlar devlerle savaşan birer kahramandır. Vatan, millet ve şeref gibi kutsal değerler için savaşan fedailerdir. Realiteden uzak olmaları nedeniyle “Donkişot sendromu” diyebileceğimiz bir ruh halindedirler.

Fanatizm insan vicdanını yozlaştırabilir (Hole, s. 81). Özellikle savaş dönemlerinde bu daha da belirginleşir. Führer’in, reisin, liderin ayarttığı vicdan aslında fanatizmle yozlaşmamış bir vicdandır ve ürkütücülüğü de bundandır. Biz vicdanın insanda her ortamda dürüst ve değişmez kaldığından yola çıkarız, ama bu doğru değildir. Her ne kadar kutsal anlatılar vicdanı Tanrı’nın verdiğini ve onun gözetiminde olduğunu söylese de psikolojik anlamda vicdan karmaşalara, çatışmalara, çelişkilere, yani ayartmalara açıktır. Vicdan gruba, fanatik baskılara direnemez ve kendini Führer’e teslim eder; artık sorumluluk bireyde değil Führer’dedir.

Devam edecek.


Şahap Eraslan: 1980’de cunta öncesi Almanya’ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin’de çalışıyor.

Şahap Eraslan

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version