Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

KHK’lar ülkesi: İçine düştüğümüz Kafkaesk cehennem

KHK’lar ülkesi: İçine düştüğümüz Kafkaesk cehennem


Franz Kafka, 1924’te Prag’da öldükten iki sene sonra, geride bıraktığı elyazması ve notlarını yayına hazırlayan arkadaşı Max Brod, Dava romanını yayımladı. Dava tamamlanmamıştı ve bir yerde Brod’un editoryal müdahaleleriyle tamamlanmış oldu. Örneğin metnin sonunda yer alan ve başkahraman Josef K’nın devlet memurları tarafından, tüm romana hâkim olan tekinsizliği iyice yansıtır bir biçimde aniden bıçaklanarak öldürülmesi Kafka’nın notları arasında yer alan ve tamamlanmamış elyazmasına dahil edilmemiş bir ek bölümdür. Kafka bunu aslında Josef K’nın gördüğü bir rüya olarak kurgulamıştı. Nereye yerleştireceğine de karar vermemişti.

Tekinsiz bir denizde savrulup duran K, rüyasında böyle bir ceza kesilmesini, öldürülmeyi bekliyor olabilir. Tüm romana hâkim olan belirsizliklerle örülü absürt dava süreci, insana bunu düşündürür doğal olarak. Başına böyle bir durum gelen kahraman, otoritenin kendisini öldürmek istediğini hayal edebilir. Fakat bu kadar belirsiz ve tekinsiz bir sürecin bir tür idam cezasıyla sona ermesi, anlatının geneliyle uyumsuz olacaktır. Buna rağmen, belirsizliği belirginleştirerek sonlandırmayı tercih eden, bu anlamda belki metni yanlış yorumlayan Brod’a borçluyuz, modern zamanları en iyi anlatan metinlerden biri olan Dava’yı okuyabilmemizi.

Peki, ne olmaktadır Dava’da? Josef K bir sabah aniden bir suçlamayla karşı karşıya olduğunu, bu nedenle tutuklandığını ama dava sonuçlanana kadar normal hayatını sürdürebileceğini öğrenir. Ondan sonra tüm roman boyunca, insana gerçeküstü ve absürt gelen olaylar ve karşılaşmalar üzerinden kendisine yöneltilen suçlamayı öğrenmeye çalışır. Öğrenemez. Fakat toplumdaki herkes durumunun farkındadır ve otoriteden kaynaklanan bu suçlamanın etkisini arttıracak biçimde hareket ederler. K’ya yönelik suçlama, adeta cezanın kendisi gibidir.

ÜLKEMİZDE KAFKA OKUNMAZ, YAŞANIR

Kafka’nın, Dava’da olduğu gibi, Şato ve Dönüşüm romanlarında ve pek çok kısa öyküsünde işlediği tekinsizlik ve bireyin iktidar ya da otoriteye, belki yazarın tercih ettiği bir kavramla “Yasa”ya maruz bırakılması hali, tüm dünya dillerine “Kafkaesk” sıfatını kazandırdı. Bu tarz konuları işleyen metinler ya da gerçek olaylarla karşılaştığımızda hep bu sıfatı kullanarak durumu anlaşılır kılmaya, bir anlamlandırma dayanağı oluşturmaya çalışıyoruz. Öte yandan insan, Kafka bugün yaşasaydı, olan bitenleri gördüğünde yine de bu metinleri yazar mıydı ya da bu şekilde mi yazmayı tercih ederdi şeklinde düşünmekten kendisini alamıyor.

2018’de Çağlayan Adliyesi’nde Barış Akademisyenleri davaları sırasında hep bunu düşünmüştüm. Bilmem kaçıncı kattan aşağıdaki büyük iç meydana bakar, diğer katlara göz atarken, içinde olduğumuz bina ve burada olup bitenlerin Kafka’nın ötesine geçip geçmediği benim için bir merak konusuydu.

Gerçeklik kurmacayı geride mi bıraktı? Bugün Kafka’nın imgelemini var kılan 20. yüzyıl başı tekinsizliğinin çok daha ötesine mi geçtik? Bunlar edebi eleştirinin ya da felsefenin konuları değil, ne yazık ki. Öyle olsa, ne güzel oturur ve zihin jimnastiği yapardık. Fakat bugün bu gerçekliğin, acı ve ezici hakikatin altında eziliyoruz. Yüz binlerce Kafkaesk durumla karşı karşıya olduğumuz, milyonların tedirginlikle gezindiği bir şatoya ya da bitmeyen bir davaya maruz kaldığı bir şimdiki zamanda, Kafka’yı artık geleceği çok önceden ama sadece bir parçasıyla, birazcık görmüş bir edebiyatçı olarak değerlendirmek zorunda kalmıyor muyuz?

Geçen hafta ele almaya başladığım konudan, KHK’lılar sorunumuzdan söz ediyorum. 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrası başlatılıp iki yıl süren OHAL sırasında çıkartılan ve yüz binlerin ihracına yol açan KHK’lar bizi bir “Kafkaesk cehenneme” salmadı mı? Bu cehennemi hâlâ yaşamaya devam etmiyor muyuz? Geçen haftaki yazıda söz ettiğim ve link verdiğim KHK’lı Platformları Birliği’nin ve Ohal İşlemleri İnceleme Kurulu’nun temin ettiği veriler bize bunu göstermiyor mu?

Milyonlarca Josef K, bir cumhurbaşkanlığı ve genel seçime doğru yürüyor. İktidarı ve devleti es geçelim, bu konuda aktif çalışma yapıp yayımlamış Deva Partisi dışında muhalefet ve tüm toplum bunun ne kadar farkında? Nüfusun % 10’unu bir cehenneme attılar. 15 Temmuz’dan 6,5, yazıyla altı buçuk yıl sonra hâlâ Ohal kuruluna yapılan başvurulara ret cevabı geliyor. Bu sırada bu insanlar doğru dürüst hukuki mücadele veremediler. Josef K gibi oradan oraya savurdunuz, ince bir ip üstünde tuttunuz. Sivil ölümlerden ölüm beğendirdiniz. Gırtlaklarından geçecek bir lokma ekmeği engellemek için kırk bin takla attınız. Kaç kişi intihar etti? Kaç kişi kahrından hastalandı ve doğru dürüst sosyal güvencesi de olamadığından, zaten hiç matah olmayan sağlık hizmetlerinden de mahrum kalarak ölüp gitti?

FARKLI BİR GELECEĞE DAİR KARAMSAR UMUT

Cumhuriyetin yüzüncü yılını vurgulamayı seviyorum. Çünkü umut ilkesinden yola çıkan bir toplumsal ve siyasal özne olarak, bir yurttaş olarak, son derece karamsar bir zemine otursa da, farklı bir toplum için çaba harcıyorum. Bunu yapan milyonlarca insandan biriyim ben de. Yüzüncü yılın, gelecekteki demokratik ve özgürlükçü Türkiye için bir yüzleşme ve hesaplaşma vesilesi oluşturmasını umuyorum. Bu karamsar umuttan yola çıkarak, KHK düzeninin altı buçuk yılda ülkeyi çürüttüğünü, toplumsal birliktelik ve dayanışma duygusunu yerle bir ettiğini görüyorum.

Ülkemizin kimisi hallolan, kimisi hallolamayan, kimisinin üstü örtülmüş, kimisinin konuşulması bile yasaklanan pek çok sorunu olmuştur. Fakat Kürt sorunu bir yana, bu kadar insanı mağdur eden başka bir büyük sorun olmuş mudur? Sekiz milyon insanın KHK’lar ve bunlara dayanan ihraçlardan etkilendiği, yıllardır sürüm sürüm süründürüldüğü bir toplumda kimin yüzüncü yılı kutlamaya, hayvanlara zarar verdiğini her defasında bağır bağır bağırdığımız ama yerelinden merkezisine her tür otoritenin görmemeyi seçtiği havaifişek terörüyle taçlandırmaya mecali olacak?

Bu yazıyı yazmaya oturmadan önce, kısa bir internet taraması yaptım. İnce eleyip sık dokumadım. Siz internet arama motorunuza “KHK’lılar” yazın ve “bir sor bin ah işit” deyişinin anlamını bir güzel idrak edin. O kadar çok yazı, o kadar çok acı hikâye, o kadar çok suç ve leke var ki. Suç ve leke diyorum. Burada bunun müsebbibi sadece AKP ve müttefiklerinin siyasi liderliği, üst ve/veya alt düzey kadroları dediğim düşünülmemeli. Nasıl Cumartesi Anneleri’nin kaybedilen çocuklarından, dışkı yedirilen, işkencelerle, asit kuyularına atılarak yok edilen, Roboski’de başlarına bomba yağdırılarak param parça edilen Kürtlerden hepimiz sorumluysak, KHK’lıların altı buçuk yıl yaşadıklarından da hepimiz sorumluyuz. 2023 senesinde, cumhuriyetin yüzüncü yılında bu suça da toplum olarak ortağız ve lekelenmiş haldeyiz.

Bize değmediği sürece, sipere yatmayı tercih etmedik mi? KHK’lıları vuran obüsler bizi de vurmasın diye kafamızı toprağa gömmedik mi? KHK’lıları savunan Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi siyasetçiler itile kakıla tutsak edilirken, görmemeyi seçmedik mi? Son derece uzmanlık gerektiren kariyerlerinden ve hak ettikleri yaşam düzeylerinden bir gecede kopartılan insanlar bulabildikleri her işi yaparak bir lokma kuru ekmeğe ulaşmaya çalışan işsiz güçsüzler haline getirildiğinde, en fazlasından “yazık yahu” deyip, dolu midemiz ve yeni yatan maaşımızla uykuya gömülmeyi seçmedik mi? Biz değil miyiz bunu yapanlar, ey ahali? Ey kulağının üstüne yatanlar cemiyeti? Ey en son raddede “ben ne yapabilirim ki, benim de çoluğum çocuğum var, en küçük bir ses çıkarsam bunlar beni de paralarlar” deme cesaretini gösterenler topluluğu?

TOPLUM OLARAK GÜNLE BİRLİKTE DOĞMAK

Ben de sizlerden biriyim, korkmayın. Kendi aramızda konuşuyoruz. Biz % 90’ız. Komşusu açken tok yatanlarız. Bu akla hayale sığmaz kötülüğe maruz kalan % 10, çoluğu ve çocuğuyla bizi izlemeye devam ediyorlar. Asıl sözü onlar söyleyecekler günü geldiğinde tabii. Umarım bizim korkaklık ve cehaletimizi affetme büyüklüğünü gösterirler. Fakat elbette maruz kaldıkları kayıpların tazminine hep birlikte, tüm bir devlet ve toplum olarak girişeceğiz. Kaybolan yıllar ve yaşanan acılar zihinlere kazındı. Fakat bundan sonrası için elbette farklı bir hesap kitap yapılacaktır, bu kaçınılmaz.

KHK’lılar adına konuşamam. Onların adına aftan, kucaklaşmadan söz etmem yakışık almaz. Fakat umut ilkesi doğrultusunda, ben size yine büyük usta Yaşar Kemal’in Fırat Suyu Kan Ağlıyor Baksana romanından bir alıntıyla umut vermeye çalışayım. Orada Arap emiri, düşmanlarından kaçarak kendisine sığınan ve Yezidi kıyımına katıldığı için vicdan acısı çeken baş kahraman Poyraz Musa’ya arınmadan, arınma imkânından söz edecektir:

“Üzülme,”dedi, “biz insanoğluyuz, doğumdan ölüme kadar başımızdan geçmeyen kalmaz. Yalnız şunu bil ki kardeş, insanoğlu her gün anasından terütaze doğmuş gibi bir kez daha doğar, her gün doğan günle birlikte.”

“Doğar mı?” diye kendini tutamayarak sordu Poyraz.

“Yeter ki her sabah günle birlikte doğmayı isteyelim,” dedi Emir. “Bütün suçlardan

kötülüklerden, pisliklerden arınıp pirüpak oluruz. İnsan kendi kendini arındırdığında kendi kendini bağışlar. İşte o zaman insan yeniden doğar, pirüpak olur.”

Eğer biz bir toplum olarak yakın gelecekte bir sabah günle birlikte doğmayı isteyecek, kötülüklerden, pisliklerden arınıp pirüpak olma peşine düşeceksek, KHK’lılar sorunumuzu bugünden itibaren düşünmek zorundayız. Bu her bir yurttaşın işi, görevi. Bunu hep beraber çözeceğiz. Çözmedikçe de farklı bir sabaha uyanmış olmayacağız.

O sabahın bir an önce gelmesi umuduyla…


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Erol Köroğlu

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version