Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Devletlilikten umudu kesmek

Devletlilikten umudu kesmek


YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Türkiye’nin önünde duran en ciddi problemlerden biri, kendi anayasasına uymayan, onu delip geçen ya da çoğu zaman etrafından dolanan bir iktidar tarafından yönetiliyor oluşudur. Akademik ya da teknik doğası olan bir sorundan bahsetmiyorum. Bu, varoluşsal bir problemdir ve giderek devletliliğin altını oyuyor. 

Pek matah bir şey olmasa da Türkiye’de süregelen bir devletlilik olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bu bahsedilen devletlilik, kurumsallaşma ya da kurumların oluşumu bakımından son derece önemlidir. Toplumun bu zemin üzerinde bir meşru güç – otorite – olduğuna inanması, dirlik, düzen, adalet sağlamak gibi işlevsel özelliklerinin yanında, devlete etik varoluş gerekçelerinin toplumca geniş oranda kabul görmesine zemin oluşturur. Bu etik varoluş gerekçelerinin içinde insan haklarının ve temel bireysel hak ve özgürlükleri temin etmek, eşitlikleri sağlama yönünde iradede bulunmak ve buna tekabül eden politikaları oluşturmak ve uygulamak gibi birçok yaşamsal önemde konu sıralanabilir. Bu nedenle, Türkiye’de devletlilik olduğuna dair inanç, devletin fiilen olup olmaması kadar hayati önemdedir. Çünkü toplum devletin arkasından gelir. Özellikle Türkiye’nin coğrafi konumunda yenilikler, iyileştirmeler, reformlar, ilerleme ve modernleşme, toplumsal dinamiklerle harekete geçmez. Bunları harekete geçiren inisiyatif, devlet üzerinden elitler eliyle olur. Toplumun bu elitlerin yapmak istediklerinin iyi şeyler olduğuna inanması, bir meşruiyet zemini gerektiriyor. Meşrulaştırıcılık etkisi en güçlü olan sosyal kurum, devlettir. Bu özellikle söz konusu ülke Türkiye ve söz konusu siyasal topluluk Türkiyeliler olunca böyledir. Devletliliğin süregeldiğini duyumsayan ve buna inanan vatandaşlar, durağan değil, ilerleyen, değişen, dönüşen, evrilen, gelişen bir gidişata olumlu bakar. 

Bugün iki ciddi mesele söz konusu: birincisi bu süregelen devletlilik sekteye uğramış durumdadır. İkincisi, hedef veya yönelim sorunu apaçık ortadadır. 

Birincisi, kendi anayasasıyla – ve yasalarıyla – barışık olmamak halidir. Bir devlet kendi kendisinin varlık temeli olan anayasaya uymuyorsa, onun vatandaşlarının da anayasa ve yasalarla bağlarını koparması şaşırtıcı olmaz. Kendi anayasasına ayak bağı olarak bakan, onu bir tür bürokratik gereksizlik olarak algılayan bir yönetim felsefesi, çok uzun zamandır Türkiye’de bir kronik sorundur ve bir başka kronik sorunun da tetikleyicisi olmuştur: yasalara tabi olmayan hükümetler. 

AKP’yle sınırlı olmasa da, esas olarak AKP döneminde, daha da spesifik olmak gerekirse 17 Aralık 2013 sonrasında ortaya çıkan bir patolojiden bahsediyorum. Devletin anayasal mimarisinin dışına taşması, gücü yasalarla sınırlanmış, yasalara tabi olan iktidarlar dönemini tümden kapattı. Hukukun dışına çıkmış ve onu kendi iktidarının layık gördüğü işlevsizliğin dar odasına hapsetmiş, devleti bir şekilde uçak kaçıran hava korsanları gibi kaçırmış bir iktidar, fiili güçler birliğini tesis ederek kendisini denetleyen ve frenleyen anayasal, yasal ve parlamenter denetim mekanizmalarını hızla eritip yok etti. 

İkinci sorun, hedef ve yönelim meselesidir demiştim. İzah edeyim: Toplumların ilerlemesinde devletin rolüne değinmiştim. Bu rolün bir değişim ve dönüşüm ile alakalı olduğu gayet açıktır. İyi ama hangi yöne doğru bir değişim ve dönüşüm? Bulunulan noktayı a noktası olarak tespit edersek, varılacak noktayı da y noktası olarak belirlersek, a ve y noktaları arasında kat edilmesi gereken mesafe, değişimdir. Bu değişimin niteliğini, a ve y arasındaki düz çizgisel rota veya yön belirler. A noktasının belirlenmeye ihtiyacı yoktur. Orası zaten fiiliyatta bulunulan noktadır ve isteseniz de o noktayı değiştiremezsiniz. Fakat y noktasının neresi olacağına iktidar elitleri karar verir. Uzun yüzyıllar boyunca Türkiye siyasetinin y noktasını Batı (Avrupa) oluşturdu. Çünkü değişim gerekliliği mukayeseli bir değerlendirmede ortaya çıkarken, mukayesenin yapıldığı merkez Batıydı. Diğer bir ifadeyle, siyasal, ekonomik ve uygarlıksal rekabetin bir süjesi bizdiysek, diğer süjesi Batıydı. Bizim geri kalmamız ancak bir diğer sabite ile karşılaştırılırsa anlamlı olur. Bu sabite, ister istemez sizin y noktanızdır. Y noktasını seçemezsiniz! Tıpkı a noktasında olma gerçeğinizi değiştirememeniz durumu gibi!  

Olan odur ki, an itibariyle Türkiye’nin asırlardır devam eden y noktası da değişmiş durumdadır. İyi de, hani y noktasını değiştiremezdik? Y noktanızı değiştiremezsiniz, ama yeni bir rota çizebilmek için y noktasını görmezden gelebilirsiniz. Sonuçta yeni rota sizi kayalıklara doğru götürse de, nasılsa kayalıklar çok uzaktadır ve bu mesafe bir iktidar ömründen çok daha uzun vakit alacaktır. Bu nedenle siyasi gerekçelerle – iktidarı devam ettirmek gibi! – bunu basitçe görmezden gelebilirsiniz. Bu elbette hiç iyi bir şey değildir. Hatta sonuçları rekabette daha fazla geri kalmanıza ve uzun vadede yok olup gitmenize kadar varacaktır. Ama kime ne, değil mi? Nasılsa biz o günleri görmeyeceğiz. Kısa günün karı, çıkarlar, ekonomik beklentiler, günlük zafiyetler üzerine bina olan hırslar ve şehvet! 

Hem kendi devletinin temeli olan anayasal düzeni ve devlet mimarisini çöpe atmak, hem de geminin rotasını bilinçli olarak kayalıklara çarpacak şekilde programlamak. Dış düşmanlarla ve onların maşalarıyla sizi korkutan rejimin iç düşman olduğunu böylece anlarsınız. 

Gelelim bu yazının yazılma gerekçesine. Sonuçta bu satırların yazarı bu yazdıklarına paralel düşünceleri son 6 yıldır onlarca kez zaten yazmış-çizmiştir. Ve hak ettiği tepkileri alarak hain ilan edilmiş, dokuzuncu köyden de kovulmuştur. Olsun. Gerekçe şudur: 

Kılıçdaroğlu ve bir sürü başka muhalif, son zamanlarda Erdoğan’ın adaylığının anayasaya aykırı olma durumu hakkında “bunu boşverin, nasılsa işe yaramaz” türü bir moda girmiş durumdalar. Referansları, anayasanın zaten işlemediğidir, YSK’nın zaten Erdoğan’ın ve rejiminin kontrolünde olduğudur falan. 

Bazıları bunu bir tür reel politik strateji falan zannediyor. İlm-i siyaset biliyorlar ya! Oysa yukarıda izah ettiğim gibi, iki temel meselenin görmezden gelinmesi ve halka bir alternatif dahi sunulmaması, sadece bu rejimin daha da konsolide olmasına, daha da otoriterleşmesine yol açıyor. Sis daha da yoğunlaşıyor. Işık azalıp karanlık arttıkça, umutlar da tükeniyor. Polyanna iyimserliğinin naifliğe, oradan daha da ileri giderek alıklığa doğru gittiği bu ortamda, bu yazı bir işe yarar mı? Ben de “nasılsa işe yaramaz” deyip yazmasa mıydım yoksa? Şaka, şaka! Bilakis, yapmam gerekeni yapıyorum çünkü bu benim görevim. 

Peki devletlilikten umudunu kesmiş olduğu anlaşılan ve oyunu despotun koyduğu kurallarla oynamaya karar veren Kılıçdaroğlu’nun ve diğer “muhaliflerin” görevi nedir?

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version