Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Bir politik eylem olarak sızlanma

Bir politik eylem olarak sızlanma


Her gün aynı haberleri dinleyip, birbirimize neredeyse aynı sözcüklerle, içinde bulunduğumuz çıkmazı yeniden ve yeniden tarif ediyorduk. Evlerin iç odalarında bir köşeden öteki köşeye savrulan söz şutlarını birbirimizin kafasına denk getirene kadar fırlatıyor, politik bir tutum haline getirdiğimiz sızlanmanın tarihini adeta baştan yazıyorduk.

Bu eylem biçiminde kullanılacak kelimelerin önce bir jargon sosuna yatırılıp bekletilmesi ve eğer yeni kelimeler yeterince fermante olmamışsa, geçmişe başvurup oradan kalan yakınma biçimlerini, buraya transfer etmek gerekiyordu. Allahım mutfaklar, salonlar, oturma odaları-balkon hariç- siyasete boğulmuştu. Sabahları “günaydın, iyi misin” diyene, “memleket gibiyim” diye cevap vermeyeni apolitik kabul edip, uzun bir haber tekrarıyla sersemletmek bir çeşit ibadet gibiydi. Herkes birbirine zaten az önce birlikte dinledikleri şeyleri yeniden anlatıyor ve toplu bir olumsuzlama ayini ile konuşmayı bitiriyorlardı. Bir çeşit görev gibiydi.

Ne kadar duyarlı olduklarını birbirine ispat etmeye çalışanların, “bak, en çok ben üzülüyorum” başlıklı oturumları bütçe görüşmelerinden bile uzun sürüyor, üstelik memleketin yükledikleri yetmezmiş gibi, bu yakalandığınız seanslar, sizde hemen kendinizi oracıkta öldürmek arzusu uyandırıyordu.

Gerçekten acı çekiyorlardı, numara yok. Alakasız çağrışım mekanizmam işleyince aklıma Haldun Taner’in Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’ndaki aşırı empatik oyuncu Fasulyeciyan’ı getiriyorlardı:

“… Ben meşk edeceğim şahsın hissiyatı hakikisini derunuma temessül edebilmek için rolumu bir kerem, on kerem değil, yüz bin kerem okurum.”

Okuyorlardı.

“Rolumu iliklerime kadar yaşayışımın sırrı işte bundadır. (…) Bir kerem de hatırlarsın Satenik, Güllü Agop’ta Fatih Mehmet roluna bir girdim ise bir daha çıkamadım. Oyun bitti, ben ise bütün yaz Osmanlı İmparatorluğunun bütün mesuliyetini omuzlarımda taşıdım.”

Taşıyorlardı da.

YABANCILAŞMANIN SAMİMİ FORMU

Oysa bize hiç iyi gelmiyordu bu sızlanışlar, tarihi yük gibi omuzlayışlar. Geçen gün Yunanistan’da eylemcilerin yangın söndürme tüpüne doldurdukları kırmızı boya ile polisleri nasıl iptal ettiklerini anlatan arkadaşımın, boyaya bulanmış polisleri tarif edişinin oluşturduğu manzara insanda aniden koşma arzusu yaratacak kadar motive ediciydi.

Ne olacak bu memleketin hali diye başlayan bütün sızlanmalara retorik bir molotof attıktan sonra, sokaktaki sesleri dinlemeye davet ettim herkesi. Ses vardı, direniş hiç eksik değildi dünyada. Biz meta bir düzleme çektiğimiz siyaseti, hakiki bedenlerin eyleminden kopardıkça, şiirin nasıl yazıldığını anlatan şiirlere çevirmiştik. Bizden gittikçe uzaklaştıkça sanki çok yakınımızdaymış gibi davrandığımız bir acayiplik hali. Yabancılaşmanın bu samimi formu hakkında herhangi bir filozof henüz konuşmamıştı.

Sokaktaki sesler diye tekrarladım. Bu kadar sessiz olsa bir toplum bu kadar insan hapishanede olur muydu?

Bu kadar sessiz olsaydı bir toplum bütün yasaklara, kolluk kuvvetlerinin sertliğine rağmen kadınlar bütün barikatları yararak koşabilir miydi 8 Martlarda? Soma’da Bağımsız Maden İş’in Polyak madencilik önünde sürdürdüğü direniş, üçüncü aşamasına gelir miydi? Cumhurbaşkanı’nın yasağına rağmen Bekaert işçileri greve çıkar mıydı, Kartonsan grevi sürebilir miydi?

Bu kadar sessiz olsaydı bir toplum, Bursa Barutçu tekstil direnişi 85 günü, Urfa’da nakliyat işçilerinin direnişi 1505 günü geçer miydi?

Sokaktaki sesler, sanıldığından fazlaydı, sadece görünür olmasınlar diye önüne buzdan bir cam konulmuş, bir kasiyerin kendini astığı markette, her şey yolunda görünsün diye alışveriş sürdürülmüştü. Para verip kan aldık o gün ve başka günler.

İşçilerle aramızda buzlu cam varsa da evimizin dibindeki marketler ortada. İnsanlık dışı koşullarına gülümseyerek bakmıyor artık çalışanlar. Ekmek almaya girmiştim, öğleden sonraydı, nasıl kahvaltı yapabileceklerini planlıyordu market çalışanları. Kapıya gaz sızıntısı vardır diye yazsanıza dedim, o sırada kahvaltınızı rahat yaparsınız. Güldüler, sorun çıkar, yapamayız dediler ama gözlerini gördüm. “Sorun çıkar”la dayanma güçleri arasındaki mesafe çok kısalmıştı, bir gün o kapı kırılacaktı, destek verirsek.

Akbelen ormanını, yuvamızı vermeyeceğiz diye bağırıyor sesler, köylü kadınlar pek çok yerde yuvalarını, sularını, ağaçlarını korumak için kendilerini şiddetin önüne atıyorlar korkmadan, çok uzun zamandan beri. Haksızlık yükseldikçe sesler de yükseliyor. Sandığınız gibi değil sayın ruh çürütenler korosu, olay düz, yol açık.

Sokağı dinleyin, saksağanlar bile daha fazla ötüyor son yıllarda, ağaçlarımızı bırakın beton kafalar diye. Az öne Aytaç Abla’nın sesi geldi ta uzaktan, onu bırakıyorum yakınmalarınızın ortasına:

Çamların dibi yeşil

Altında gayfe pişir

Limak sana bu çamları yedirmeyeceğiz

Aklını başına devşir

Tefoool tefooool!


Süreyya Karacabey: Adana’da doğdu. 1992’de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK’sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht’ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Süreyya Karacabey

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version