Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Rejim ve Türkiye’nin aidiyet sorunsalı (2) 

Rejim ve Türkiye’nin aidiyet sorunsalı (2) 


YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Türkiye’nin Batı yöneliminin temellerini bir önceki yazıda ele almıştım. Osmanlı ve cumhuriyet dönemlerinde Avrupa sisteminin parçası olma durumunu incelemiştim. Bu yazıda iç politika ve siyasal kültür bakımından Batı sisteminin parçası olmanın önemini ele almak istiyorum. 

Avrupa’yla olan ilişkiler durma noktasına geldiğinde, Kopenhag Kriterleri’ne “Ankara Kriterleri der yolumuza devam ederiz” yorumunda bulunan AKP, Ankara Kriterlerinin ne olduğunu herkese gösterdi. Daha önce yapılan tüm demokratikleşme ve hukuk devleti reformlarının Avrupa’nın getirdiği koşulları karşılamak için yapıldığı herkesin malumu. Bu durum salt AKP dönemiyle sınırlı değildir. Tüm Osmanlı ve Türkiye tarihi, hukuk devletine yönelik gelişimin temelinde Avrupa dış dinamiğinin Türkiye iç siyasetinde oynadığı birincil yönü işaret eder. Türkiye kendi iç dinamikleriyle yola çıktığı hiçbir dönemde hukuk devletine ve demokrasiye yönelmiyor. Bu durum politik kültürle ilintilidir. Politik kültür de kültürün genel etkisini yansıtır. 

Avrupa siyasal kültürünün en temel özelliği iktidarın gücünün sınırlandırılmasıdır. Avrupa siyasal kültürünün bu özelliği zamanla tüm dünyaya yayıldı ve bazı Avrupa dışı aktörlerce de benimsendi. Türkiye’de de Osmanlı döneminden bu yana yapılan çeşitli reformlarla iktidarın gücünün sınırlandırılmasına gayret edildi. Ancak formel olarak bunun gerekli koşulları sağlansa da, uygulamada her zaman sorunlar ortaya çıktı. Detaylandırmak gerekirse, Türkiye anayasa tarihine baktığımızda, birçok modern anayasada olan bir devlet mimarisi görüyoruz. Sorunlarına karşın, yasama-yürütme-yargı erklerinin birbirinden ayrılması ve yürütme erkinin yargı etkine tabi olması durumu, hukukun üstünlüğü ilkesini kuramsal bazda oluşturuyor. 1982 anayasası metninde de bu gayet açık. Ancak iş uygulamaya geldiğinde, yargının bağımsızlığı ve yürütme karşısındaki dengeleyici gücü büyük oranda mevcut değildir. Yakın dönem Osmanlı tarihi, özellikle Tanzimat’tan itibaren bu bocalamayı yaşadı. Avrupa etkisiyle gerçekleştirilen hiçbir reform, toplumsal genetiğe etki edemedi. Yasal müktesebat ve siyasal kültür birbirleriyle kan uyuşmazlığı gösterdiler. Siyasal kültür uygulamada başat oldu, yasalarda öngörülen hukuk devleti ölçütleri bu nedenle prematüre kaldı, gelişemedi. Bu durum, teori ile uygulama arasında büyük bir tezat oluşturdu. 

Bunun nedenlerini bazıları kötü yönetimle veya yolsuzluklarla açıklıyor. Bunlar kısmen doğru olabilir. Ancak esas neden siyasal kültürdür. 

Türkiye siyasal kültüründe iki temel kaynak var:  İslam ve Osmanlı siyasal tarihi. Bu iki kaynak gücün tekilliğini ve merkeziliğini vurguluyor. Osmanlı monarşisinin teorik arka planı büyük oranda İslam ve onun yönetim anlayışıdır. Devlet, sınırlar, vatandaşlık ve halk, anayasa ve hukuk, devletin ilkesel statikliği gibi ana kavramların tümü Türkiye’de bu referanslar temelinde anlaşılabilir. İslami evrensellik, teritoryal “Dar-ül İslam” sınırları, kapsayıcı ümmet topluluğu ve devletteki bu topluluk dışı gayrimüslimlerin ikinci sınıf konumu, hukuk çoğulluğu ve kurumsal bağlamda siyaset erkine tabi hukuk sistemi, anayasal yapının teokratik çizginin dışına çıkmada zorlanması, genişleyen devlet anlayışının dini meşruiyet zemininde bir başarı ölçütü olarak ön kabulü gibi durumlar, Türkiye siyasal kültürünü etkilemektedir. 

Avrupa siyasal kültürü, ademi merkeziyetçiliğin kurumsallaşmasını beraberinde getiriyor. Dönemsel buhranlarda – faşizm dönemi gibi – bazı örneklerde aksine gelişmeler yaşansa da, genel olarak bu ademi merkeziyetçi yapı siyaset kurumu üzerinde gayet belirleyicidir. Tüm Avrupa devletlerinde bu durumun izlerini görmek olanaklıdır. Feodaliteden kalma kilise, yerel krallar, asiller ayrımı ve birbiri üzerine geçmiş etki ve yetki alanlarının olması, Avrupa tarihine özgü bir sui generis (kendi nevi şahsına münhasır ya da özgün) bir durumdur. 1648 Westfalya Antlaşması sonrası doğan teritoryal devletler, her ne kadar kendi sınırları içinde merkezi irade ve egemen olma hakkını elde etmişlerse de, sosyolojik olarak bu birbiri içine geçmiş farklı yetki alanlarının aynı zamanda ve aynı fiziksel ortamda bulunmaları nedeniyle, siyasal otorite yanında birçok siyaset dışı sivil kurumun veya topluluğun var olmasına olanak tanıdı. 

Oysa Osmanlı-Türkiye siyasal kültüründe bu durum çok farklı olarak gelişti. Osmanlı’da Avrupa’dan farklı olarak, monarkın yanında bir soylu sınıfın gelişimi söz konusu olmadı. Sultanın dışında kurumsallaşabilen paralel bir siyasal ağırlık olmadı. Dönemsel-bireysel zafiyetler sonucu zaman zaman sultanın yanında beliren bireysel güç merkezleri oluşabilse de, bu kurumsal bir özelliğe evrilemedi. 

Aynı durum, sermaye birikimi sonrası güçlenen kentsoylu sınıflar için de geçerlidir. Osmanlı-Türkiye tarihsel düzleminde siyasal iradenin yörüngesi dışında, kendi sınıfsal çıkarlarını savunabilecek bir güçlü burjuva sınıfı oluşmadı. Oluşan burjuva sınıfının arpası devletten geliyordu. Diğer bir ifadeyle, yerli burjuva sınıfı yaratmak devlet eliyle oldu. Biraz da talan geleneğiyle, Ermenilerin ve Rumların mallarına çökerek zoraki gerçekleştirildi. Avrupa’da aristokrasinin ve burjuvazinin siyaset üzerinde belirleyici etkisi sisteme entegre ve kurumsal biçimde olurken, Osmanlı-Türkiye siyasal kültüründe ne aristokrasi var olabildi, ne de girişimci bir sınıf kendi müteşebbisliği sayesinde kapital birikimi elde edebildi. Avrupa ülkelerinde sivil toplum ve sivil devlet mimarisi doğarken, Osmanlı-Türkiye siyasal geleneğinde güç birikimi çok sınırlı bir grubun, hatta bazen kişinin elinde oldu. 

Avrupa ülkelerindeki bu sivil toplum ve siyasetin farklı gruplar arasında dengelenmesi olgusu, siyasal geleneğin ve siyasi kültürün anayasal devlet biçimlerine yansımasını beraberinde getirdi. Daha doğrusu devlet mimarileri toplumlarıyla bağlantılı oldu. Osmanlı-Türkiye örneğinde ise devlet mimarisinin sosyolojik karşılığı yoktu. 

1215 Magna Carta monarkın yetkilerini sınırlandırdı ve onu hukukun altında konumlandırdı. Oysa Osmanlı Beyliği 1299’da kuruldu, yani Magna Carta’dan tam 84 yıl sonra! Magna Carta’nın getirdiği haklar, ancak 1876’da ilk Osmanlı Kanun-u Esasi’siyle gündeme gelecekti. Yani Magna Carta’nın sağladığı haklardan tam 661 yıl sonra! Dahası, Kanun-u Esasi’den sonra da sağlanan birçok hak yerleşmedi, kâğıt üzerinde kaldı. 2022 itibarıyla, Türkiye’de halen mülkiyet hakkı ölçütü bile 1215 İngiltere uygulamasının gerisindedir. Osmanlı’da Tanzimat dönemine dek özel mülkiyet yoktu. Padişah istediği kişiye istediği yaptırımı uygulayabiliyordu. Şeyhülislam ve mahkemeler de sultanın kontrolü altındaydı. Menkıbeler veya mitler kanunlara riayet eden adil sultanlardan bahsetse de, bunlar bireysel tercihlerle şekilleniyordu. Kurumsallaşma yoktu. İslam-Osmanlı siyasal geleneğinden çoğul güçler arası dengelere dayalı hukuk devletinin çıkmaması tesadüf değildir. Ya da “coğrafya kaderdir” gibi beylik cümlelerle açıklanamaz. Coğrafya değil, kültür belirleyicidir. Patoloji, siyasal kültürün beslenme kanallarıyla alakalıdır. 

Türkiye’de bahsettiğim siyasal kültürün dönüşümü, iç dinamiklerle değil, dış etki faktörleriyle meydana geldi. Islahat düşüncesi de, Tanzimat da, anayasal hareketler ve anayasacılık da, Cumhuriyet de, çok partili yaşam da, sendikal hareketler de, piyasa ekonomisi de, kadın erkek eşitliği de, hukuk devleti ve insan hakları alanındaki kilometre taşları da, başka demokratikleşme göstergeleri de dış etkilerle başladı ve gelişti. Dış etkiler azaldığında raydan çıkma meydana geldi. 

AB süreci bunun tipik bir örneğidir. 

Bugün eğer yeniden bir normalleşme sürecine girilmesi amacı varsa, bu ancak Batı’ya entegre ve Batılı aktör olan bir Türkiye’de beklenebilir. Mevcut yönelim, bunun aksi yönde. Bu neden böyle ve bahsettiğim rotaya nasıl dönülebilir, bunu önümüzdeki analizlerde işleyeceğim. 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version