Bireysel ve toplumsal açıdan bakılarak hayatın anlamı ve insanın yaşamayı sürdürme amacı, yaşama bağlanma nedenleri üzerine yapılmış çalışmaların, tartışmaların insanlık için önemli bir birikim oluşturduğunu söylemeye bile gerek yok. Felsefeden dinsel metinlere, sanat yapıtlarına kadar sorulmuş sorunun temelinde bu merak vardır diyebiliriz…
EKSİĞİ TAMAMLAMA ARAYIŞI
İnsanı yaşama bağlayan nedenler arasında “eksiği tamamlama” duygusunun, düşüncesinin bunlarla ilişkili olarak gelişen duyarlılığın, farkındalığın da önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Buna göre insan boş bir levha olarak değil, ama (yalın bir ifadeyle) eksik olarak, yaşamı süresince tamamlanacak bir varlık olarak doğar denilebilir. Sanatın anlamını, dolayısıyla şiirin önemini buradan hareket ederek düşünebilir miyiz? İnsan, eksiğinden kurtulmak, tamamlanmak ister. Bunu gerçekleştirmek, eksiğini gidermek, tamamlanmak için başvurduğu yollardan birinin de dilin müşterek kullanımında bağlayıcı kuralları, oluşan sınırları ihlal etmesi olduğu söylenebilir.
Dilin müşterek kullanımında gerekli ve bağlayıcı kuralların ihlal edilmesi, sınırların aşılması şiirin doğduğu yerdir diyebiliriz. Devam ederek şiirin, insanın eksiğini tamamlamaya yönelik bir buluşu ve üretimi olduğunu da kaydedebiliriz. Yanıtını aradığımız, araştırdığımız “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusuna “eksiği tamamlamak için” karşılığını vererek düşünmeye devam etmek mümkündür.
ŞİİR İHTİYACI
İnsanın varlığına, varoluşuna yönelik duyumsadığı “eksikliğini” tamamlayacak ihtiyaçları arasında şiirin de olduğunu keşfetmesi önemlidir. Şiirin keşfi, keşif olarak kalmayacak büyük ihtimalle okuma edimine dönüşecektir. Bu ve bunun ilhamları çağrışımlar oluşturmaya, düşünmeyi derinleştirmeye hayli açık…
Bu defa sorumuzu şair ve akademisyen kimliğiyle tanınan Nilay Özer’e yönelttik.
Nilay Özer, 1976 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Biyoloji Öğretmenliği ve Sınıf Öğretmenliği bölümlerinden mezun oldu. İki yıl sınıf öğretmeni olarak çalıştı. Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora programlarını tamamladı. Çeşitli üniversitelerde Türkçe, yaratıcı yazarlık, yeni edebiyat dersleri verdi. Çeşitli dernek ve belediyeler bünyesinde, şiir ve kısa öykü üzerine atölye çalışmalarını sürdürdü.
1995 yılında şiirlerini yayımlamaya başladı. İlk kitabı “Zamana Dağılan Nar” 1999’da yayımlandı. 2004’te Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü alan “Ol!..” adlı dosyası aynı yıl yayımlandı. Üçüncü şiir kitabı “Korkuluklara Giysi Yardımı” 2015’te okurla buluştu. Özer’in şiirlerinin dışında Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan beş de çocuk kitabı bulunuyor: “Meşe Palamudu Macanda” (2015), “Uçan Kaçan Bir Pijama Öyküsü” (2016), “Yara Bandı Fabrikası” (2016), “Üç Ejder Masalı” (2017), “Unutkanlık Boruları Dalgınlık Kanalları” (2018).
“İncir Çatlatan”
Nilay Özer’e yönelttiğimiz “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusuna verdiği yanıta geçmeden önce onun “İncir Çatlatan” başlıklı şiirini paylaşacağız.
gidip gelip incirlere bakıyorsun
dallarda kalıyor gözlerin göz göz
şehrin ötelerinden
yıkıntıların ve yağmur piyanosu çatıların üstünden
gidip gelip incirlere bakıyorsun
yok mu bir olgunlaşan
incirler kendi sütleriyle
kendi içlerini emziriyor
incirler ham yalvaç henüz
daha var olgunlaşmalarına
sütten kesilmelerine daha çok var
incir ağaçlarının altında neler oluyor sana
bir baygınlık.. diz çözülmesi..
hatırlanmayan bir hatıra..
sesler duyuyor gölgeler görüyorsun
incir ağaçlarının altında yaşam ve ölüm
birbirlerine fısıldayarak senin adını
bakıyorlar gözlerinin içine
incir çatlatan
güneş kavuruyor kenti
herkes kendisinden yorgun
başkasından yorgun
kum tanelerinin ayırt edilebilir sesi kumsalda
dünya konuşuyor mu seninle neler söylüyor
bir ormandan çıkıp
bir ormana giriyorsun düşünde
incirlere bakıp duruyorsun günlerdir
oysa var daha sütten kesilmelerine
acılaşıyor ağzının safir suyu
bakarken bakarken diş çıkartan iştahın
geçiveriyor incirlerin etine
ne zaman başladın
senden olmayanı sana kendini sunmadan tüketmeye
geldin.. incirlere baktın..
bakışınla çatlattın olmamışın bedenini..
sertti kurudu kaldı dalda
boşluğa damladı sütü
yarıldı bir meme gibi
gökyüzü hikâyeni bilirdi
gökyüzü seni hayatın boyunca izledi
bir ağacın ortasında saklanırdın neden
insan gömüyor ve unutuyor gömdüğü yeri
birinden kaçardın kimden
seni biri incitmişti memeden kesilmeden
incirin sütüne fısıldardın öfkeni
yok ki bir olgunlaşan..
– Sevgili Nilay Özer; siz bilinen, tanınan bir şairsiniz. Ama aynı zamanda şiir merkezli araştırmalar, incelemeler de yapıyorsunuz. Hem yüksek lisans (“Turgut Uyar’ın Divan’ında Bir Araç Olarak Biçim”) hem doktora teziniz (“Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nda İmajlar: Toplum, Tarih ve Sinema”) doğrudan doğruya şiirle ilgili. Çalışmalarınızın aynı zamanda akademinin şiire yaklaşımını ve bakışı açısını da gözlemleme olanağı sağladığı söylenebilir. Tüm bu çabanız elbette şiirin daha geniş kesimlerce bilinmesi, benimsenmesi, okunması için önemli bir katkı sağlıyor… Bu gerçeklere ve gerekçelere binaen soruyoruz: Neden ya da niçin şiir okumalıyız? Neler söyleyeceksiniz…
Virginia Woolf’a “kadın ve kurmaca” konusunda bir soruşturma sorusu verdiklerinde şöyle bir düşünür ve “Kendine Ait Bir Oda”yı yazar biliyorsunuz. “Niçin şiir okuruz?” sorusu da bir cümleden bir kitaba evirilecek denizleri kımıldatıyor. Doluluk ihtiyacı ve dilin kurallarını/sınırlarını aşma arzusu gibi iki önemli gerekçeyi temellendirerek sormuşsunuz. Bunları açmaya çalışayım:
MERAK VE TUTKU
Şiire ihtiyacım insan olmamla ilgili. Öznesi/faili ve nesnesi/maruz kalanı olduğum hayat her bir zerresiyle merak uyandırıcı ve tutku dolu. Üstelik onu hayret ve hayranlıkla yaşayıp izlerken zaman geçiyor. Bölünme burada başlıyor yaşayan özne ve yaşamı değerlendiren bilinci arasında. Orada hem bir zeytin ağacının dalındaki zeytini koparıyor, hem kendini ve zeytini tikel bir anın içinde, az sonra geçip gitmiş olacak, bir daha asla aynı değişkenlerle gerçekleşmeyecek bir deneyim içinde dışarıdan izliyor, kavramak, anlamlandırmak ve korumak için dili çağırıyorsun.
Zamana karşı her şeye el koyma, görünür ve görünmez her şeye kendi mührünü basma, her şeyin kendisi olma tutkusu. Şiir, bu yakıcı duyguyu varoluşunun merkezindeki boşluğa sığdırmaya çalışanların dili. Bireysel ve çok özel bir bilgi kapsülü. Sözcükler, imgeler, metaforlar, ses ve ritim, duygular… Özetle şairin kasıtlı/kasıtsız bile isteye ve farkında olmadan düzenlediği araçlar, diğer bütün metin türlerinin sunduğundan farklı bir doluluk sunuyor. Bir insan olarak dünyaya fırlatılmışlığımızı, şimdi-burada olma halini, kendi sınırlı zekâmız, algımız, Chomsky’nin kavramlarını yardıma çağırarak kendi edinç (kişinin beynindeki dil potansiyeli) ve edimimizle (edinci gerçekleştirme) de yaşayabiliriz. Ancak bu kendimize yaptığımız en büyük kötülük olur. Bilimsel bilgi evrendeki her şey hakkında araştırmalar yürütür ve genel yasalar ortaya çıkarmaya çalışır. Sosyal bilimlerde durum daha farklıdır. Araştırma konusu olan metinler, gruplar ve saire özelinde analizler gerçekleştirir. Bilgi üretilir, dolaşıma girer, alıcısına ulaşır, hayatlarımızı biçimlendirir. Şiir, evrenin gizemlerini çözmeye ve sözcüklere karşı sonsuz bir iştah yarattığından şairler bilimsel olanın şiire katacakları konusunda da son derece heveslidir. Okul kitaplarından, bilimden, felsefeden, resmi tarihten ya da bağımsız tarihçilerden edinilmiş bilgi… Bunların hiçbirinde şiirin bireyselliği, tikelliği ve özgünlüğü yoktur. Bilim dilinin kuruluğuna ve kurgusuna uygun sunulmuş bir bilgi vardır. Konusuna mesafelidir. Hepsi, Michel Foucalt’nun bilgi ve iktidar arasında kurduğu ilişkilerle değişen oranlarda belirlenmiştir. Mesela ulusal ve ekonomik çıkarlar, ideolojik müfredatlar, üretim tarz ve ilişkilerine göre organize olmuş ataerkil toplumsal düzenin sürmesini garanti altına alan dile, söyleme, cümle yapısına sirayet etmiş belirleyenler…
ŞİİRDE ZORUNLULUKLAR YOKTUR
Şiir, kendi özerkliği ve bireyselliğiyle bunların dışında başka bir yerden konuşur. Diğer edebi türlerden de farklıdır. Karakterlerin ve olayların bir zaman yönetimi içinde bütünlüklü atmosferlerde, betimlenmiş tutarlı mekânlarda yönetilmesi gibi zorunlulukları yoktur. Romanı ve öyküyü sağlam kılan mantıksallık, modern romanın ve öykünün alameti farikası olan gerçekçilik şiiri aynı yol ve yöntemlerle bağlamaz. Şiir çok farklı zaman, mekân ve olgular arasında, sözcüklerin bilinen anlamlarını (ilk anlam, yan anlamlar, mecaz, çağrışım alanı, duygu değeri) kullanarak ya da onlara yeni anlamlar atayarak (imgeler, metafor üretimi, simgeler üretme, sözcük icat etme ve saire…) ağlar kurar. Bu ağlar kimi zaman hiç yan yana gelmemiş nesneleri, olayları, sözcükleri yan yana getirerek sadece o şairin keşfettiği bir ilişkilendirmeyi açığa çıkarır.
Bu tür keşfe dayalı ilişkilendirmeler ve okurun bir yakalanma içinde durup kaldığı anlar, nitelikli bir zihin gevezeliğiyle, betimleme, oyalanma, eleştirme pasajlarında roman ve öyküde de olabilir, ancak onlar olayları ilerletmekle yükümlü olduklarından hızlı ağlar kurma konusunda şiir kadar yetenekli olamazlar. Sonuçta bir syuzhet (kurgulanmış haliyle yapıt) olarak bizi bir fabulaya (yapıttan ulaştığımız bütünlüklü hikâye) ulaştırmaları gerekir. Mikhail Bakhtin’in savıyla roman sonrası her şey belli bir oranda romanlaşmış olsa da şiirin ayırt edici yolları vardır. Anlatı şiirler bile bütünlüklü bir hikâye anlatmaz, dilsel örgütlenişi tamamen şaire özgüdür, birbirine mesafeli olan iki şey arasında bağlantı kurma yolları yepyeni ve yaratıcıdır. İnsan beyni, bir arada aktifleşmeye alışmış nöronların belirlediği bir düşünme alışkanlığına sahiptir.
ŞİİR ALIŞKANLIĞI BOZAR
Gündelik hayat içinde kullanılan, düzyazı tarafından büyük oranda devralınan dil de beyne alışkın olduğu bir dille ulaşır. “Rus Biçimcileri”nin “yadırgatıcılık” dediği niteliği şiir kadar bol kullanan başka bir tür yoktur. Şiir hem birbirine çok uzak görülen şeyler arasında şairin keşiflerine dayalı bağlantılar kurarak yani bir arada çalışmaya alışkın olmayan nöronları birlikte aktifleştirerek hem de sentaksı bozma, anlamı saptırma, özgün söylemler üretme yoluyla yadırgatıcılığı kullanarak beyni uyarır.
Yani bilginin ve dünyada olma deneyiminin, akışkan duygular ve düşünceler yığını olarak şair tarafından içselleştirilmesinden ortaya çıkmış çok özel bir bilgi formu olmakla kalmaz şiir, okuyanın beyin fonksiyonlarını, düşünme, algılama, kavrama alışkanlıklarını da değiştirir.
Şiir, sesi ve ritmiyle, biçimi ve görselliğiyle de anlam olanakları yaratır. Dilin çizgiselliğini aşma denemeleri yapabilir. Görsel şiir, deneysel şiir, avantgard girişimler de akla gelsin evet ama şiir çizgisel yazılmış yapısı içindeki anlam üretiminde, sözcükleri bağlayış, çağrışım alanlarını çarpıştırma, ağlar kurma gibi yollarla bunu yapar.
Bunların hepsi şiirin işlevleri arasında ve onun aynı zamanda bir estetik haz üretmesinin beraberinde gelir. Şiir her çağda esrime ile, diyonizyak bir tavırla ilgilidir. Akıl, rasyonellik, yasalara normlara bağlılık önemlidir, ancak bunlar iktidar ve özne ilişkisinde daha kolay denetlenebilir ya da bir baskı mekanizmasının araçlarına dönüşebilir. Coşku, duygu ve esrimenin alanındaki şiirse bizi normatif olanın dışına çekerek özgürleştirir.
İLETİŞİM DİLİ VE ŞİİR DİLİ
Şiir, dilin kurallarını ihlal eder evet. Zaten, şairin özgün bir dil yaratmasıyla var olur. Bu, sözcükleri bireyselleştirmek, anlam alanlarından saptırmak, başka kimsenin kullanamayacağı bağlamlar içine çekmek gibi uygulamalardan tutun da söylemin üretilmesine, dize kurma, bağlantıları sıkı ya da gevşek örme, duygu üretme araçlarını özgün yollarla kullanma gibi bir dizi teknik bilgisine ve üsluba dair seçimlere kadar düşünülmelidir. “Şiir dili”, “iletişim dili” ayrımını duymuşsunuzdur. Biraz da komik bir ayrımdır, çünkü şiir de iletişim kurar ya da iletişim dilinde de metaforlar ve başka söz sanatları vardır. Gündelik işlerin aksamaması ya da bilgi, haber aktarımı konusundaki iletişim amaca odaklıdır. Dikkatinizi dile çekmez, dilin iletisine çeker. Oysa şiir önce dil üzerine düşünmeyi gerektirir.
Dil, biz doğmadan da dünyada olandır. Lacan’a göre bir “büyük öteki”dir. Tanrı, baba, otorite figürleri gibi… İster istemez uzlaştığın, insan üretimi, toplumsal tarihsel kültürel boyutları olan sembolik bir evren, bir göstergeler sistemi. Yapısı ya da söz varlığı gereği (bazı diller için ikisi de) cinsiyetçi, etnik, dinci, ırkçı boyutları olan bir silah. Toplum nasıl tarih içinde dili üretmiş ve üretmeye devam ediyorsa dil de insanları ve toplumu üretmiştir, üretir. İnsan teki, bebeklik döneminde bir ayna evresinden geçer. Annesi ve ona bakım verenlerin bebeği kendisine nasıl yansıttıklarına göre karakteri oluşur. Dil de bir aynalama yapar. Bizi fiziksel özelliklerimize, etnik kimliğimize, cinsiyetimize, toplumsal sınıfımıza dair söz varlığıyla aşağılar ya da yükseltir.
Toplumsallaşmanın ve “babanın yasası”nı kabul etmenin evrenidir dil ve sanatın yıkıcı gücü olmadıkça bir itaat ve uyuşukluk üzere sürer. Şiirin unutulmaz isimleri, entelektüel bir dolulukla birlikte, dilin, üzerinde çalışılması gereken bir materyal olduğunu bilenler arasından çıkar. Dilbilgisi hem sağlam olmalıdır hem aşılması gereken bir engeldir. Kurallı cümleler, alışıldık sentaks örnekleri, kalıplaşmış sözler, klişeler şiirde rağbet görmez. Gösteren (ses-imgesi) – gösterilen (kavram) ilişkilerini bozma, anlam kaymaları ortaya çıkarma, sözcük türetme, dilde var olmayan birleşik sözcükler yapma ya da ekleri yaratıcı biçimde kullanma gibi girişimlere izin verir şiir. Böylece dil aracılığıyla özgürleşme, “büyük öteki”ye karşı şairin kendiliğinin dolayısıyla okurun kendilik imkânlarının mümkün olması, itaatsizlik, baskı ve şiddet mekanizmasından kurtuluş söz konusu olur.
ŞİİRLE GEÇMİŞE YOLCULUK OLANAĞI
Şiir okuyoruz çünkü insanız, içimizde duygular ve coşkular var diyordu Ölü Ozanlar Derneği’nin unutulmaz öğretmeni. Şiir okuyoruz çünkü şiir bizi yeryüzündeki ilk büyülü sözlerin, söylemenin yapmak olduğu o gizemin enerjisine bağlıyor. İlkel ritüellere, esrime nöbetlerine, mitlerin görkemine ve epik bir varoluşa, şamanların bitkilere, hayvanlara, tanrılara sızmasına, davul sesine ve ritüellere bağlıyor. Şiir bir zaman makinesi gibi henüz dili bile olmayan vahşi atalarımızdan aktarılan kaygı ve hazzı kanımızda dolaştırıyor. Toplumları, kültürleri şairlerin yaratıcı ve eleştirel dilinden tanıtıyor bize. Şiir okuyoruz, çünkü anlamlandırma ihtiyacımız bitmiyor. Dil; güncellenmek, değişmek ve dünyayı değiştirmek için şairlere ihtiyaç duyuyor. Şiir ve hakikat arasında hiç yürünmemiş yollar var. Aklımızı, vicdanımızı ve varoluşumuzu neden şiirden mahrum bırakalım ki…
Enver Topaloğlu: Türk dili ve edebiyatı öğrenimi gördü. Birçok sanat edebiyat dergisinde şiirleri yayımlandı. Altı şiir kitabı bulunuyor. Cumhuriyet gazetesinde 1993 – 2015 yılları arasında düzeltmen olarak çalıştı. Emekli oldu. Gazete Duvar’de yazarlığa başladı. Beş yıl süreyle cumartesi günleri modern Türkçe şiiri odak alan yazılar yazdı. 10 Eyül 2022 tarihinde Artı Gerçek’te başladığı köşe yazarlığını sürdürüyor. Topaloğlu 2017’den bu yana İzmir’de yaşıyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***