Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Terör ve şiddete tutsak olmamalıyız!

Terör ve şiddete tutsak olmamalıyız!


Resmî adı “terör” olan ve en az kırk yıldır bitmeyen bir sorunumuz var. Aslında sorun, toplumsal hayatı felç edecek bir tarzda yaygınlaşan şiddet sorunu. Normal, iyi işleyen bir hukuk devletinde şiddet, ancak anayasadan kaynaklanan bir yetkiye sâhip kamu otoriteleri tarafından uygulanabilir. Dolayısıyla, şiddetin ne zaman, hangi koşullar altında ve kime ya da kimlere karşı uygulanacağı, anayasadan başlayarak bütün hukuk sistemi içinde açıkça düzenlenmiştir. Bu nedenle de, gelişigüzel, keyfî şiddet uygulamalarına -normal hukuk devleti düzeninde- rastlanmaz, rastlanmaması gerekir.

Eğer, normal hukuk devletinde beklenmedik bir biçimde patlak veren bir şiddet olayı varsa, bu ya yetkili kamu otoritelerinin dışındaki “kriminal” kişi ve gruplardan gelmektedir ya da kamu adına şiddet uygulama yetkisiyle donatılmış olan organların anayasa ve kânunlarla düzenlenmiş koşulların, yâni hukukun dışına çıktıklarını göstermektedir. Her iki durumda da şiddet, düzensiz, beklenmedik, âni, şaşkınlık ve korku yaratan, yıldırıcı, toplumsal hayatı felç edici bir olgudur. İşte bu olguya biz eskiden “dehşet” kelimesinin fiil hâli olan “tedhiş” adını veriyorduk, epeyce uzun bir süreden beri “küresel lingua franca”ya uyduk, “terör” diyoruz.

Tedhiş ya da terör olarak adlandırılan bu olgu, şiddetin beklenmedik bir biçimde tezâhür etmesinden kaynaklanan bir dehşet durumunu içerdiği için, yine “küresel lingua franca”nın “emergency” tâbiriyle uyumlu olarak, normal hukuk kuralları içinde kalınarak çözülemeyecek bir sorun gibi algılanmaktadır. Bu nedenle de, tedhiş veya terör yaygınlaşınca, işleri yeniden “normal” mecraına kavuşturabilmek için, geçici bir süre de olsa, normal olmayan yöntemlerin uygulanmasına rıza göstermek gerekecektir. Bununla birlikte, bizde “olağanüstü hâl” denilen bu “âcil durum” tedbirlerinin büsbütün de hukuksuzluk olarak anlaşılmaması gerekmektedir. Bu nedenle, âcil, olağanüstü durumlarda geçici ve sâdece bu durumu ortaya çıkaran sebeblerin ortadan kaldırılması amacıyla sınırlı, kalıcı olmayacak tedbirlere başvurulması, bunların da bâzı hukukî sınırlarının olması gerektiği kabûl edilmiştir. Gerçekte bu sınırlara uygun davranılıp davranılmadığı, kuşkusuz tartışma konusudur ama şimdi oraya girmeyelim.

Günümüz dünyası, en azından 11 Eylül 2001 saldırılarından bu yana, İngilizce “teröre karşı savaş” (war against terror) denilen yaygın bir olguyla karşı karşıya. Bu olgu, ulusal “olağanüstü hâl” yöntemlerinin yaygınlaşmasına ve kalıcılaşmasına yol açarken, uluslararası hukukun da ihlâline gerekçe olabiliyor. İkisinin birlikte en yoğun yaşandığı yerlerden biri, kuşkusuz Türkiye.

Türkiye’nin hep “teröre karşı savaş” bağlamında yapılanları biraz da milliyetçi ve hamâset dolu bir retorik ile haklı göstermek için zikredilen “kendine özgü” durumu, demokratik hukuk devletinin gerilemesinde ve buna paralel olarak otoriter rejimin koyulaşmasında yaşanıyor. Evet, Türkiye “teröre karşı savaş”ta kendine özgü bir yerde duruyor çünkü, kurulu düzenlerin “haklı” gördüğü bu savaşta Türkiye kadar demokratik hukuk devleti niteliklerinden uzaklaşıp koyu bir otoriterliğe saplanmak üzere olan bir toplum bulmak gerçekten zor.

Türkiye’nin bu durumu, ülkede hâlen geçerli olan Anayasa ve diğer kânun ve mevzûat kuralları açısından dahi te’yid edilen bir gerçeklik. İstiklâl Caddesi’nde patlayan bombanın ardından, “kıskıvrak” yakalanıveren “fail”in kimliği, eylemin hangi örgüt tarafından gerçekleştirildiği henüz tam olarak aydınlatılmamışken -ki, geçmişin birikimi içinden çıkaracağımız bir ders bize, bu gibi hâdiselerin hiçbir zaman tam olarak aydınlatıl(a)mayacağını söylüyor (!)- başlatılan bir “sınır ötesi” harekât, genel olarak şiddet havasının toplumun tümünü değilse de büyük bir bölümünü nasıl teslim almış olduğunu gösteriyor.

Son sınır ötesi operasyon, şaşırtıcı olmayan bir biçimde, “resmî muhalefet”in kısmen çekingen, kısmen de dolu dolu desteğine mazhar oldu. İktidarın yanında hizalanan “yandaş medya”, büyük bir iştiyakla, harekâtın “Başkomutan’ın emriyle” başladığını manşetlerine taşıdı. Cumhurbaşkanı’ndan “Başkan” diye söz eden bu manşetlerde, Genelkurmay Başkanı ile Cumhurbaşkanı’nın görüntüleri eşliğinde, Cumhurbaşkanı’nın Başkomutan olarak harekât emrini nasıl verdiği canlandırılmak isteniyordu. Bu, hiç kuşkusuz, bir tarzdır ve “yandaşlık” kavramı içinde yer alan çok anlaşılabilir sebeplere dayanmaktadır.

Bununla birlikte, bu tarzı benimsemiş olan medyanın “Başkan” ve “Başkomutan” sözcüklerinin devlet düzeni içinde ne anlam taşıdıklarına hiç dikkat etmeksizin böyle bir dil kullanmayı tercih etmesine karşı çıkmak gerekiyor. Öncelikle, Türkiye Cumhuriyeti’nde bugün uygulanmakta olan sistem tek kişilik bir yürütme organını içeriyor olsa da, makamın adı Cumhurbaşkanlığı, o makama seçmenlerin oylarıyla seçilerek gelmiş olan kişinin sıfatı da Cumhurbaşkanı’dır.

Amerikan sisteminde veya başka ülkelerin “başkanlık sistemlerinde”, aynı zamanda yürütme organı da olan devlet başkanına “başkan” denilmesi, Batı dillerindeki “president” kelimesinin tercüme edilmesinden ötürüdür. Türkiye Cumhuriyeti’nde yürütme organı ve devletin başının sıfatı “Cumhurbaşkanı”dır. Özetle Türkiye devlet sisteminde -Genelkurmay Başkanı gibi bir üst bürokrasi mevkii ile alt kademelerdeki “daire başkanı” gibi kullanımların dışında- “Başkan” yoktur. Yeni sistemin savunucuları bile buna “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” diyorlar, “Başkanlık Sistemi” demiyorlar!

Burada dikkat çekici ikinci terim de “Başkomutan”. Türkiye Cumhuriyeti, millî mücadelenin ardından kurulmuş olan bir devlet olarak, o mücadelenin tek egemen organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden bu yana, başkomutanlık kurumunu iki yönlü olarak düzenlemiştir. Birincisi, başkomutanlık makamının sembolik ve temsilî âidiyeti, ikincisi başkomutanlığın bilfiil bir askerî harekâtı sevk ve idâre eden en üst komuta birimi olması. Birinci anlamıyla Başkomutanlık TBMM’ne aittir ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil edilir. Bir diğer deyişle Cumhurbaşkanı, Başkomutan’ın kendisi değil, Başkomutan’ı temsil eden kişidir. Gerçekte Başkomutan, bir harekâtı sevk ve idâre eden, bu anlamda emir-komuta zinciri içindeki en üst rütbeli bir subay olan Genelkurmay Başkanı’dır. Genelkurmay Başkanı’nın Cumhurbaşkanı tarafından atanan bir kişi olması, Genelkurmay Başkanı’nın üzerinde Başkomutanlık yapan bir Başkan olduğu anlamına gelmez. Hatta, söz konusu olan “sınır ötesi” bir askerî harekât ise, Cumhurbaşkanı, TBMM tarafından yetkilendirilmedikçe, böyle bir harekât için emir dahi veremez.

Ancak, öyle anlaşılıyor ki, “terör”, “tedhiş”, ya da en genel anlamıyla şiddet atmosferinin tutsaklığında, kuralların ne dediği değil, yandaşlığın ne göstermek istediği galebe çalıyor.

Bu toplumsal havayı daha iyi kavrayabilmek bakımından, sınır ötesi hava operasyonunun neredeyse bir başkomutanlık meydan savaşı gibi takdim edilmesine ek bir noktayı daha vurgulamak isterim: Operasyonla ilgili haberlerin verildiği ve yorumların yapıldığı medya kanallarının hemen tümünde, çoğu kez aynı şahısların, herhangi bir analitik düşünce unsuruna müracaat etmeksizin, hayli duygusal terimlerle olayları hikâye etmeye çalıştıklarını izledik, izliyoruz.

Bu şahısların önemli bir bölümünün “emekli subay” olmaları ama medyada kendilerini akademik unvanlarıyla sunmaları da ayrıca dikkat çekici olmalıdır. Burada, farklı kanallarda değerli görüşlerini sık sık açıklayan eski bir TSK mensubu, kulaklarımla duydum, bu harekâtın herhangi bir biçimde sorgulanmasını, hatta eleştirel bir muhakemeye tâbi tutulmasını, “saçmalık” nitelemesiyle karşılayıp, “bu gibi gereksiz saçmalıklara yer yok” türünden bir yaklaşımı dile getirdi. Bu değerlendirme, kişisel bir kanaat belirtme olarak kalıyorsa, olabilir. Bana pek öyle değil gibi geliyor, yanılıyor muyum!

Öyle sanıyorum ki, şiddet atmosferi toplumları esir aldığında, şiddetin her tür tezâhürüne ilişkin eleştirel yaklaşım ve bu yaklaşımın sonucu olarak varılabilecek bir “karşı duruş”, her zamankinden daha değerlidir. Böyle bir eleştirel muhakeme ve şiddet karşıtlığı olmadığı takdirde toplumların hangi noktalara savrulduklarını görebilmek için kâhin olmaya gerek yok. 1930’ların faşizm tecrübeleri yeterince acılı deneyim biriktirmiş durumda, ders almayı bilmeli ve şiddetin hayatlarımızı esir almasına izin vermemeliyiz.

Levent Köker

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version