Dün değil evvelsi gün yani 15 Kasım, 85 yıl önce Seyit Rıza’nın idam günü idi. Görüşme yapmak üzere devlet tarafından Erzincan’a davet edilmiş, 5 Eylül 1937 günü yolda tutuklanmıştı. Elazığ’da askerî mahkemede idam kararı alındı ve ceza 15 Kasım 1937 günü Elazığ Buğday Meydanı’nda infaz edildi.
Mahkeme ve infaz derken, bu iş için önceden gönderilen (ve sonraları dışişleri bakanı ve Senato başkanı olacak) Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil Anılarım’da çok net anlatıyor (İstanbul, Yılmaz Yay., 1990, s. 46-55). Şimdi yorumsuz vereyim, belki bitirince sonuna bir satır eklerim.
***“Emniyet Müdürü Şükrü Sökmensüer Bey bana diyor ki ‘Atatürk Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Dersim harekatı bitti. Beyaz donlu altı bin doğulu Elazığ’a dolmuş. Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk’ün karşısına çıkmalarına meydan vermeyelim.’
“(…) Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım (…) Cumartesi tatil olduğunu, sonuç almanın mümkün olmadığını bildirdi. (…) Oysa biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden evvel vermesini ve geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için Hükümet tarafından buraya gönderilmiştim. (…)
“Savcı rapor aldı. (…) Mahkeme hâkimini evinde buldum. Gittiğimde mahkemenin aldığı kararı yazdırıyordu (…) Hâkim bana, ‘Cumartesi mahkeme toplanmaz, ancak pazartesi günü mahkemeyi toplar, kararı veririz. Salı günü de idam hükümlerini yerine getiririz’ dedi’ (…) Abdullah Paşa [Korg. Abdullah Alpdoğan, umumi müfettiş ve Tunceli valisi; 1922 İzmir yangınından hatırladığımız Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı] Sıkıyönetim Kumandanı olarak kararı tasdik edecek. O da ‘Yukarıdaki karar tasdik olunur’ demiş, basmış boş kağıda imzasını. Yukarıya ‘Abdullah Paşa’nın idamı’ diye yazsanız kendisi asılacak.
“Hâkime dedik ki, bu dediğiniz gün Atatürk geliyor. Maksat hasıl olmuyor ki. Hâkim ‘Başkaca bir şey yapılamaz’ diyerek kestirdi attı. Ben de kendilerine sordum: ‘Sizin saat 17.00’den sonra davaya devam ettiğiniz olmuyor mu?’ ‘Ooo, çok oluyor. Gün oluyor, dokuzlara onlara kadar çalışıyoruz’ cevabını verdi. ‘Eee, sondan beş saat ihlal ediyorsunuz da baştan beş saat ihlal etseniz olmuyor mu? (…) Pazartesi günü 00.24’den başlıyor’ dedim. Hâkim ‘Elektrikler kesiliyor’ dedi. Ona da çare bulduk. Otomobil farları ile hapishaneyi aydınlatırız. Halkevine lüksler koyarız. Hâkim bu defa ‘Samiin [dinleyici, seyirci] yok’ dedi. Ona da çare bulduk, samiin de getiririz.”
***
“Ceza infaz kanunu her asılanın ayrı bir yerde asılmasını, asılanların birbirini görmemesini emrediyordu. Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana dört sehpa kurduk. Vali bir de çingene cellat buldu. Gece 12.00’de hapishaneye gittik. Farlarla çevreyi aydınlattık. Mahkemenin 72 sanığı var. Sanıkları aldık. Mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam başına on lira istedi, peki dedik.
“Sanıklar Türkçe bilmiyor. Mahkeme kararı açıklandı. Yedi kişi ölüm cezasına çarptırılmış; sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çeşitli hapis cezaları almıştı. Kararlar okununca hâkim ilamda idam lafını kullanmadığı ve ölüm cezasına çarptırılmaktan bahsettiği için verilen hükmü iyi anlamadılar. ‘İdam tünne” [idam yok!] diye bir vaveyle koptu.
“Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle Polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza sehpaları görünce durumu anladı. ‘Asacaksınız’ dedi ve bana döndü. ‘Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?’ Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyorum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk, ‘Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz’ dedi.
“(…) Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. ‘Evladı Kerbelayıh. Bı hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam ra-rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi.”
Hemen ekleyeyim, Çağlayangil’in anlatmadığı bir şey var. 18 yaşından küçükler ve 65 yaşından büyükler hakkındaki ölüm cezası infaz edilmiyordu. Seyit Rıza 74 yaşında olduğu için yaşı küçültülerek, “saatimi verin” dediği oğlu Resik Hüseyin de 16 yaşında olduğu için yaşı büyültülerek asıldı.
***
Çağlayangil’in yukarıda anlattığı hazin şeylerin yanı sıra şu çok önemli gerçeği söyleyip de öyle bitirelim: Dersim katiyen isyan misyan etmedi. “Aldıkları eğitim” gereği inanmayacak olanlar için, harekattan hemen önce yapılan, 5-22 Aralık1936 Umumi Müfettişler Toplantı Tutanakları’ndan aktaralım:
“Kürtlüğün ve şekavetin [haydutluğun] merkezi sayılan Dersim, (…) Türkiye Cumhuriyeti camiasının fethedilmiş ayrılmaz bir parçası haline girmiştir. Bölge asayişinde %99 nisbetinde salah vardır”. (s. 29)
“1934-36 yıllarına ait istatistikler üzerinde yapılan tetkikler, umumi müfettişlik bölgelerinde olguların gittikçe azaldığını, hatta bazı yerlerde asayiş istatistiklerinin 1936 sütunlarının rakamsız hale gelmiye başladığını (…) göstermiştir”. (s. 71)
“Tunceli mıntıkası: Şükranla arzederim ki asayiş noktasından %99 salah bulmuştur”. (s. 180).
***
Peki, neydi 1937-38’de yaşananlar? 13.160 Dersimlinin öldürülmesi, 11.818’inin sürülmesi? Cumhuriyet’in son farklılık bölgesinin tasfiyesiydi sadece. Ulus-devlet kuruluyordu, farklılığa hiç tahammülü yoktu. Ve bu fetih 1937’de filan değil, 1925 Şark Islahat Planı’ndan hemen sonra 1926’da başlatılmıştı. Aşamaları şunlardı:
1) Maddi altyapı boyutu: Dersim’i kuzey, batı ve güney’den saracak biçimde demiryolu yapımı. Ordu sevkiyatı için. Aynen, III. Napolyon’un belediye başkanı Baron Haussman’ın 1850’lerde işçi ayaklanmalarına karşı ordu sevki için Paris’te açtığı, bazıları 70 m. genişliğindeki bulvarlar gibi. Toplam 3.578 km demiryolunun 3.208 km’si 1940’tan önce yapıldı ve bunların %78,6’sı Ankara’nın doğusuna yöneldi. TCDD web sitesi gerekçeyi açıklıyor: “[Demiryollarının] milli güvenlik ve bütünlüğün sağlanması amacına dönük olarak ülkeyi sarması hedeflenmiştir.”
2) Toplumsal Boyut: Dersim’in çevresi boşaltıldı, Kürtler batıya sürüldü, yerlerine Balkan muhacirleri yerleştirildi. Ardından, Şark Islahat Planı’nda sözü edilen “temsil ve temdin” (asimilasyon ve medenileştirme) başlatıldı.
3) İç Hukuksal Boyut: 1935 Tunceli Kanunu çıkarıldı. Tunceli valisi, korgeneral rütbesindeki “Korkomutan” idi. İstediği kişiyi sürebilir, idam cezalarını TBMM’den geçmeksizin uygulayabilirdi. Mahkemelerde iddianame sanığa tebliğ edilmiyor, tercüme de yapılmıyordu.
4) Uluslararası Hukuk Boyutu: İran, Irak, Afganistan’la Sadabad Paktı imzalandı. Tek önemli maddesi olan Md. 7, bu ülkelerin “düzen ve güvenliğini sarsmak veya siyasal rejimini bozmak amacıyla” silaha sarılacak olanları ortaklaşa engellemekti. Çünkü devlet büyükleri aynen şöyle ilan etmişlerdi:
«Dersim’i bir koloni gibi ele alıp idare etmek lazımdır» (Gn. Kur. Bşk. Mareşal F. Çakmak; “Gizli ve Zata Mahsus” Dersim kitabı). “Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Başvekil İsmet Paşa; Milliyet, 31. 08.1930). “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler” (Adliye Vekili M. E. Bozkurt; Milliyet, 19.09.1930).
Sonuna eklerim dediğim cümleyi de yazayım: O zamandan bu zamana değişen fazla bir şey yok. Hâkimler boş kağıda imzaları atıp üstünü doldurmaya devam ediyorlar.
Not: Daha fazlası için lütfen sitemdeki şu pptx’e bkz:
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***