Üç haftadır sürdürdüğüm “kötülüklerle yüzleşme sanatını ustalardan öğrenmek” dizisine bu hafta ara vereceğim. Fakat yine de kötülükle yüzleşme konusu üzerinde duruyor olacak ve edebiyata, sanata bakmaya devam edeceğim. Bu defa kötü örneklere ve özellikle çok yeni olan bir tanesine yoğunlaşacağım.
Bu noktada, geçen haftaki yazının son cümlesini tekrar etmekte yarar var: “Hayata köstek olan safsatalardan ise, hayatı destekleyen kurmacalara yönelmek herkese iyi gelecektir.”
Ya kurmaca bunun tersini yapar ve hayatı destekleyen kurmaca görünümü altında hayata köstek olan bir safsata haline dönüşürse? Bugün bunun üzerinde duruyor olacağız.
Önce başka bir şeyden söz edeceğim ama. Genelde hayatın getirdiklerini kabullenmeye dönük bir yapım var. Bunların başında ölüm geliyor. Ölümlere ve özellikle sevdiklerini kaybedenlerin duygularına üzülmekle birlikte, ölümün yaşamı anlamlı kılan bir nokta olduğunu düşünüyorum. Her insan gibi, her kayba, yitip giden her sevgiliye gönlüm yanıyor. Fakat hayatım boyunca ölümünü kabullenemediğim tek kişi Vangelis Kechriotis. 2015’te yitirdiğimiz Dr. Kechriotis’in kaybını kabullenebilmiş değilim.
Vangelis ile 2000 yılında, Sabancı Üniversitesi’nde tanıştım. Leiden’dan Profesör Zürcher ile İzmir Rumları üzerine bir doktora tezi yazıyor ve Sabancı’da asistan olarak çalışırken bir yandan da Türkçesini oturtmaya çabalıyordu. Atinalıydı. Hemen arkadaş olduk ama arkadaşlığımızın ilk bir yılı İngilizce üzerindendi. Sonra o çok kendisine özgü, tatlı Türkçesiyle söyleştik hep. Önce o, sonra ben Boğaziçi’nde hoca olduk. Hem Boğaziçi’nde hem Tarih Vakfı yönetim kurulunda birlikte çalıştık. Hayatımın Vangelis’li bu kısa dönemi, çok keyifli bir dönemdi. Vangelis, bulunduğu yeri abat etmek için kendini paralayan, değer yaratan insanlardandı. Ruhu şad olsun.
Vangelis’in Türkçesini yeni yeni oturtmaya çalıştığı 2001 yılı baharında Yunanlı akademisyenlerle ortak bir proje doğrultusunda Atina’ya gitmiştik. İki günlük atölye çalışmasından sonra, bizi Atina’ya en yakın ada olan Egina’ya götürmüş ve ağırlamışlardı. Adaya gideceğimiz sabah Vangelis otelimize gelmiş ve belli ki çalışılmış bir Türkçeyle bize şöyle demişti: “Size güzel güzel adalar göstereceğiz ama sonra istemeyeceksiniz.”
Vangelis mütedeyyin bir insandı ama sonuna kadar sosyalistti. Yunan kültürüne de Türk kültürüne de bayılırdı ama ne isterse tüm dünya için isterdi. Birinci Kardak Krizi sırasında zorunlu askerliğini yapıyormuş. Savaşın kıl payı gerçekleşmemesini, o korkuyu iliklerine kadar hissederek yaşamıştı. Savaşmaktan ucu ucuna kurtulduğu bu ülkeye gelip mutlu bir evlilik yaptı ve pek çok Türk’ün gönlünü kazanan bir hayat kurdu. Fakat burada yaşadığı milliyetçilik şoklarını eğlenceli biçimlerde bize anlatırdı. Mesela ilk seyrettiği “Kahpe Bizans” ya da “Kurtuluş Savaşı” filmlerinden nasıl rahatsız olduğunu, oradaki ötekinin kendisi oluşu fikrine alışmasının zaman aldığını söylerdi.
O zamanlar, sözünü ettiği filmler ya da tarihsel romanlar bana çocukça gelirdi. Ben bu tür metinleri geride bıraktığım için herkes için öyle olmuştur sanırdım. Ancak 2000’li yıllardan itibaren kazın ayağının öyle olmadığını, benim burun kıvırdığım o uyduruk metinlerin ya da filmlerin ne tehlikeli duygu bataklıkları yarattığını anladım.
Mesela Yunanlıları İzmir’de denize dökme meselesini ele alalım. Ne eğleniriz bununla, öyle değil mi? Karikatürler vardır mesela, denizde çok yaşlı bir Yunan askeri, karada tepesinde de süngüsünü ona doğrultmuş aynı yaşlılıkta bir Türk askeri. Yunanlının artık karaya çıkayım yalvarışına, olmaz çıkamazsın demektedir yaşlı Mehmetçik, aradan on yıllar geçmiş olmasına rağmen.
Tarih Vakfı binası Eminönü’nde, hemen deniz kenarındadır. Orada yaptığımız yönetim kurulu toplantılarında hep Vangelis’i denize dökme esprileri yapardık. Bir gün “bir dakika,” dedi, “bugün hazırlıklıyım,” ve çantasından kocaman bir mayo çıkarıp “şimdi beni denize dökebilirsiniz.”
O gün çok gülmüştük. Hep çok gülerdik. Kimsenin kötü niyeti yoktu. Bunu hepimiz bilirdi. O bizim, biz onun kardeşiydik. Fakat bugün bunu düşündükçe yerin dibine geçiyorum. Milliyetçiliklere eleştirel yaklaşan genç tarihçiler olarak, popüler tarihin yönlendirmesiyle, yanlış olduğunu bile bile, bir gerçeği bilmezden geliyorduk. 9 Eylül 1922’de Türk ordusu İzmir’e girdiğinde ve onun ardından büyük İzmir Yangını çıktığında kıyıya yığılan, açıktaki yabancı bandıralı gemiler kendilerini alsın ve terk ettikleri yurtlarından kurtarsın diye birbirini ezen, yanarak ölen, boğulan ve zar zor bir gemiye kendini atıp gidenler arasında Yunan askerleri yoktu. Varsa da herhalde birkaç kişiydi. Oradakilerin hepsi sivildi. Yunan askerlerinden kaçabilenler zaten günler öncesinden ya da Ege’nin başka liman ve kıyılarından Anadolu’yu terk etmişlerdi. 9 Eylül ve ardından gelen yangın, savaşın İzmirli sivillere yönelttiği yıkımdı. Tıpkı, geri çekilen Yunan ordusunun köy ve kasaba gibi yerleşimleri yakmasının, oralarda yaşayan Türk ve Müslüman ahaliye dönük yıkımlar olması gibi.
Bu bizi savaş konusuna getiriyor. Savaşla ilgili yarı felsefi bir konu vardır: Adil ya da haklı savaşlardan söz edebilir miyiz? Özellikle vicdani ret meselesi üzerinden, bu önemli bir tartışma alanıdır. Bir insan, dinsel ya da ahlaki seçimleri doğrultusundan asker olmayı, savaşmayı reddedebilir mi? Devletler olumsuz cevap verir, vicdani retçiler olumlu. Bundan da öte, savaşı kimin hangi amaçla çıkardığı, kimin savunmada kimin saldırıda olduğu çokça tartışılır. Saldırıyı başlatanlar, kolay kolay ya da ilk baştan saldırgan olduklarını ilan edemez, aslında kendilerinin saldırıya uğradıklarını iddia ederler.
Mesela Osmanlı Devleti 1914 Kasım’ında, Yavuz ve Midilli adlarını vereceği iki Alman savaş gemisini İngiliz donanmasından kurtarmış, Alman denizcilere fes giydirilip bu gemiler Karadeniz’e salınmış ve Rus limanlarını bombalamışlardı. Bunun üzerine Rusya, İngiltere ve Fransa Osmanlı’ya savaş açmış ama Osmanlı özellikle iç kamuoyuna Rusların saldırısı üzerine savaşa girildiğini anlatmıştı. Artık Enver, Talat ve Cemal Paşalar kumandasındaki İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına yol açan bu savaşta Almanların yanında bir an önce savaşa girmek için bu oyunu oynadığını biliyoruz.
Yurttaşlar olarak bir savunma savaşına dahil olabilir, ülkemizi gerçek saldırganlardan korumak için öldürmek ve ölmek zorunda kalabiliriz. Böyle bir durum var. Fakat savaşırken bile savaşa karşı mı, yoksa yandaş mı olduğunuz bellidir. Savaşa biraz karşı biraz yandaş olamazsınız. Savaşa ya karşısınızdır ya da yandaş. Her tür söylem bu kutuplaşmayı içerir. İçişleri bakanınız, bir gazetecinin sorusunu beğenmediğinde “sen meselelere Yunanlıların tarafından bakıyorsun, git o bölgeleri Yunan askerlerinin yanında gez, hainsin sen” filan diye eyyorluyorsa, savaş yanlısı bir konumdan konuşuyordur.
Savaş karşıtı bir söylemi kaçırmanız mümkün değildir. Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikâyesi” dörtlüsündeki romanlardan birinde, kurmaca Karınca Adası’na gelen bir meyve tüccarı vardır. Bu adam, yanlış hatırlamıyorsam, Türk-Yunan savaşında dört oğlunu kaybetmiştir. O yüzden savaş lafı açılır açılmaz çok rahatsız olur, hastalanır, midesi bulanır, savaş sözünün edildiği yerde duramaz hale gelir. Ölümlerden de kahramanlıklardan da söz edilse, tepkisi aynı olmaktadır. Yaşar Kemal, binlerce sayfalık bu dizide savaşın tam olarak, mutlak biçimde karşısında olduğunu kuşku götürmez biçimde bize anlatmış olur.
İster yüzlerce sayfalık romanlar olsun, ister iki saatlik filmler, ister bir sayfalık bir şiir veya bir yağlıboya tablo… Böyle bir eser savaşı ele aldığında, ister karmaşık ele alsın ister basit, savaşla ilgili tek bir mesaj verir: Resme uzun uzun bakarsınız ve şu izlenimle bir sonrakine geçersiniz: SAVAŞ KAHRAMANLIKTIR! Ya da romanı okur ve şu sonuca ulaşırsınız: SAVAŞ, HAYATIN KATİLİDİR!
Şimdi asıl derdime geliyorum. Dünyada savaş karşıtı edebiyatın en önemli eserlerinden biri Alman yazar Erich Maria Remarque’ın “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanıdır. Birinci Dünya Savaşı’na Alman ordusunda asker olarak katılan ve aldığı yaralar sonucu 1917’de bir muharip gazi olarak ordudan ayrılan Remarque, savaş sonrasının fırtınalı yıllarında, dönemin Weimar Cumhuriyeti’nde kabul gören savaş karşıtlığı doğrultusunda, kendi deneyimini de bol bol kullandığı bu romanı 1929’da yayımlamıştır. Roman hızla bir çoksatar haline gelecek 1930’da Amerika’da filme de aktarılacaktır. Roman, Alman ordusunda er olan Paul Baumer ve arkadaşlarının savaş anlatısıdır. Başkahraman Baumer’in ağzından, adeta bir hatırat gibi ilerler. Zamanda geriye ve ileriye gidip gelişlerle ilerler ama Baumer ve arkadaşlarının nasıl savaşın başında lise öğrencileri olarak askere gönüllü yazıldıklarını ve savaşın içinde nasıl piştiklerini, bir anlamda yandıklarını izleriz.
Romanı herkesin okumasını tavsiye ederim. Fakat burada özellikle yeni bir uyarlamaya, ülkemizde Netflix’ten izlenebilen 2022 uyarlamasına işaret etmek istiyorum. Roman ve 1930’daki ilk film uyarlaması baştan sona, tutarlı biçimde savaş karşıtı metinlerdir. Romanı okuduğunuzda ya da 1930 filmini izlediğinizde, bir nebze bile savaşma isteğiniz kalmayacaktır. Bu metinler savaşı önünüze ölüm ve tükeniş olarak koyacaklardır. Savaşla ilgili en küçük bir öğünülecek şey yoktur. Savaş, anlamsız bir yok oluş ve pek çok acıyı getiren ölüm uçurumunun görkemli kapısıdır. Oradan geçen şanssızlar, ya canlarını verirler ya da tanık oldukları dehşet üzerinden tüm ruhsal dengelerini kaybetmiş, kayıp ruhlar halinde sivil hayata geri dönerler.
Ne var ki, 2022 yeniden çevrimi, savaş karşıtı bir klasikten bir savaş pornosu üretmeyi başarmış. Karşımızda dehşet verici bir zombi duruyor. Bir yandan “oooo dostum, savaş ne kötüüüü” diyorsunuz, öte yandan “vur, sapla o süngüyü herife, kazmayla boynunu yar, çamurda boğ pisliği” diye olduğunuz yerde tepiniyorsunuz. Utanmadan vicdanınıza ve aklınıza tecavüz ediliyor. “Ya savaş kötü bir şey ama galiba bazen de öldürmek zorunda kalınabiliyor, görev verildiğinde bunu yapmak zorunda kalabilirsin” vesaire vesaire diye sabuklamaya başlıyorsunuz.
Bir savaş filmi aslında savaş karşıtı olabilir. Fakat savaş karşıtı bir filmin savaş yanlısı oluşuyla nadiren karşılaşırız. Karşımızda böyle utanç verici bir örnek var.
Tiksintiyle karşılıyorum!
Her savaş taciri gibi, bu aymazca işe el atanların bir gün insan olmalarını diliyorum!
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***