Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Müesses nizamın Kürt politikası

Müesses nizamın Kürt politikası


YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

İstiklal Caddesi’ndeki terör saldırısından sonra, politik yorum yapmadan beraber yas tutmamız gerektiğini söylemiştim. Terörün her türlüsüne karşı olmak lazımdı. Terörizm ve şiddet nereden gelirse gelsin, hangi amaçla yapılırsa yapılsın, kimi hedef alırsa alsın, olması gereken tutum onlara karşı çıkmaktı. 

Sonra bir kadın yakalandığı haberi geldi. Kadının PKK’lı bir Kürt olduğu, Suriye’nin kuzeyinden Türkiye’ye giriş yaptığı, saldırıyı PKK ve Rojava adına yaptığı iddia edildi. İçişleri Bakanı Soylu, saldırganın Suriye’den Türkiye’ye nasıl giriş yaptığını, bağlantılarını, ne kadar süredir Türkiye’de bulunduğunu kameralar karşısında kamuoyuyla paylaştı. Dahası, bu saldırının arkasında ABD’nin olduğunu söyledi, ABD’nin taziye mesajını kabul etmediklerini açıkladı. Saldırganın eylemden sonra Yunanistan’a kaçırılacağı istihbaratını aldıklarını duyurdu. Yani alelacele saldırıyı PKK’ya, oradan Rojava’ya, oradan Kürt siyasi hareketine, oradan ABD’ye ve son olarak da Yunanistan’a bağladılar. 

Birkaç gün içerisinde bu bilgilerle ilgili büyük sorunlar olduğu ortaya çıkacaktı. Soylu’nun iddia ettiği gibi birkaç aydır değil, bir yılı aşkın zamandır Türkiye’de yaşıyordu. Kiraladığı bir evde kalıyordu. Bir işi vardı, düzenli olarak çalışıyordu. Dahası kadın Kürt falan da değildi. Arap olduğu söyleniyordu. Hatta kadının kız kardeşi olduğu söylenen biri, kardeşinin Somalili olduğunu duyurdu. Gerçekten de kadın siyahîydi. Kürde benzemiyordu. Kürtçe bilmiyordu. Hatta kadının sosyal medya hesapları tümüyle İslamcı-cihatçı bir profili işaret etmekteydi. Kadın da ifadesinde Kürt siyasi hareketiyle bağlantılı olduğunu söylemiyordu. 

Dahası, Soylu’nun saldırının arkasında neden ABD’nin olduğunu söylediği anlaşılmadı. Bunu o kadar kesin bir dille ifade etmişti ki, herkes Ankara’nın Washington’la köprüleri atacağını konuşmaya başlamıştı. Öyle ya, iç güvenlikten ve emniyet birimlerinden sorumlu koskoca içişleri bakanı bunu söylüyorsa bir bildiği olurdu. İçişleri bakanı da işkembe-i kübradan mahalle berberi muhabbeti türü bir ifadede bulunacak adam olamazdı neticede! Fakat bu iddialardan hemen sonra Erdoğan G-20 zirvesinde ABD başkanı Biden’la görüştü. Kameralar karşısında gayet dostane görüntüler vermeye çalışan bir Erdoğan vardı.  Bu buluşmada çekilen fotoğraflar havuz medyasınca ilk sayfalardan veya ilk haber olarak paylaşıldı. Tabana “dünya lideri Erdoğan” gazı verildi. Erdoğan, karşısında İstiklal saldırısının arkasında olduğu içişleri bakanınca öne sürülen ABD’nin başkanı varken, acaba “Joe Bey, neden ülkemize terör saldırısından bulunuyorsunuz acaba?” diye sormuş muydu? Bu soru havuz medyasında gündeme gelmedi. Hatta enteresan biçimde muhalefet de Soylu’nun iddiasını sorgulama ihtiyacı hissetmedi. Erdoğan’ın Biden’la buluşmasında bir gariplik görmedi, durumu gündeme taşımadı. 

Akabinde ne oldu? 

Dün geç saatlerde Türkiye’ye ait savaş uçakları kuzey Suriye’deki Rojava bölgesinde bulunan yerleşim alanlarını bombalamaya başladı. İstiklal saldırısı bahane edilerek, seçimlere giden süreçte Kuzey Suriye’de askeri bir harekâta kapı aralanıyordu. Birkaç hafta önce HDP heyetiyle buluşan AKP gündemi varken, bir anda Kürt siyasetinin yasaklanması, Kürtlerin bombalanması konuşulur oldu, seçimlerden hemen önce gündem şahin Kürt politikalarının uygulanmasına kaydı. Aynı Haziran – Kasım 2015 seçimleri arasındaki dönemi andıran bir kurgulamayla, siyasal mühendislik mi yapılıyordu? 

Bu arada adına bazılarının ısrarla muhalefet dediği partiler, CHP’si, İYİP’İ, DEVA’sı falan “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım, olmadı öte yana bakarım veya en kötüsü yan yatarım” moduna girdiler. Türk sosyal medyası “anti-Kürt” pozisyonuna büründü, vatan-millet-Sakarya edebiyatı viral oldu. Yaptıkları hainlerin yanına kalmazdı. Türkiye sivillere zarar vermezdi. Saldırıya uğrayan Türkiye bunu karşılıksız bırakamazdı. Kararlılıktı, büyük devletti, şehitler ölmezdi, vatan bölünmezdi – bildik sloganlar, tanıdık ezberler, alışıldık kakofoni siyasetin gündemiydi artık. 

Rojava’da bulunan elektrik santrali, hastane, yollar, sivillerin kaldığı evler, okullar zarar görürken, Türk milli savunma bakanlığı gayet nasyonalist damardan açıklamalar yapıyor, saldırılarını alakasızca BM müktesebatına dayandırmaya çalışıyor, “operasyona” halka gaz verecek isimler vererek adeta Kurtlar Vadisi Irak türü bir propaganda çalışmasına girişiyordu. Sonra Erdoğan’la Akar’ın saldırı emrini imzaladığı anların görüntüleri falan servis ediliyordu. Seçim çalışmaları iyi başlasın türü bir hava seziliyordu. Nitekim işler herhalde iyi gidiyordu. 

Zaten Türkiye’de iki siyasal kamp vardı: devletlû Türk kampı ve ötekiler. Birincisinde AKP, MHP, derin devlet koalisyonu ve onların yanında yer alan çakma muhalif partiler, diğerinde ise HDP ve rejime gerçekten muhalefet eden örgütsüz mağdurlar. Türk grubu, aralarındaki minör farklılıklara karşın özünde Kürt karşıtlığında birleşiyor ve derin devletin yönlendirdiği diğer alanlara (dış politik yönelim, KHK’lılar, Gülen Cemaati, vs.) yönelik paradigmayı benimsiyordu. Diğer gruptakiler de Kürtler ve Kürt olmayanlar olmak üzere devletin tokadını yiyenler olmalarına karşın, bir türlü birleşemiyordu. Bu iki siyasi kamp, derinlere seçimlerden çıkacak sonucun çok da büyük değişikliklere gebe olmadığını muştuluyorlardı. Son yüz yıldır böyle gelmiş, böyle giderdi. Demokratikleşmemede ve insan haklarına uymamada Türk devleti cidden istikrardan taviz vermiyordu. Arada bunun istisnası olduğunda, bir şekilde derinler müesses nizamı öyle ya da böyle oturtmayı başarıyorlardı. 

Müesses nizamın Kürt politikası, Türkiye siyasetinin ana temasıydı. Türk partilerinin esas harcı, tutkalı, ortak zeminiydi. Üniter, merkeziyetçi, kimlik retçi, Türk üstünlükçü, apartheit ve asimilasyona dayalı bu müesses zemin, Cumhuriyet’in kurucuları tarafından “siyaset dışı alan” olarak tasarlanmıştı, yani asker-sivil bürokrasinin uhdesine bırakılmıştı. Bu yapıyla uyumsuz olan her türlü siyasal hareket devletin sillesini yerdi ve öyle veya böyle “hayatın gerçekleri” karşısında istenilen kıvama getirilirdi. 

Bu anlatılanlar ışığında İstiklal’de gerçekleşen saldırıyı incelediğinizde ister istemez vardığınız sonuç çok iç açıcı ve Türkiye’nin normalleşmesi bakımından olumlu olmayacaktır. 2023 başkanlık seçimleri Erdoğan ve müttefikleri açısından bir ölüm kalım mücadelesidir. Erdoğan’ın seçimleri kazanmak dışında bir alternatifi yok. Derin yapı için de at değiştirmek ilk tercih değil. Erdoğan’ın kazanmasını isteyeceklerdir. Erdoğan İslamcı ve ülkücü tabanı iyi idare ediyor. Ondan daha iyi bir vitrin bulmak kolay değil, ya da uzun bir yatırım ve çalışma gerektirir diyelim! Dış düşman ve iç düşman figürleri üzerinden güvenlikleştirilecek seçimler, başa beladır. Buna bir de seçim güvenliğinin tekin olmadığı gerçeğini ekleyin. Yani hem taktik avantaj var, hem de oyunu masa başında kazanabilecek enstrümanları mevcut. Buna HDP dışında rejime gerçek manada muhalefet olmamasını da ekleyelim. Tansiyonu yükselterek mağdur edebiyatı üzerinden birçok film çevirebilecek, İstiklal misali senaryoları ustalıkla sahneleyebilecek bir yapıyı da unutmayalım. 15 Temmuz ve akabinde gerçekleşen olaylar silsilesi, sanırım bu adamların kabiliyetini ve marifetlerini herkese gösterdi. 

Müesses nizamın Kürt politikasını yapısöküme uğratmadan sistemsel değişiklikler olası değil. Köklü bir silkelenmeye ihtiyaç var. Bunun şartlarını maalesef göremiyorum. Umarım yanılırım. 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version