Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Sivil, sivil, sivil!

Sivil, sivil, sivil!


YORUM | M. NEDİM HAZAR

Acayip günlerdi gerçekten… Sanki sıkılan kurşunların rengi gökyüzümüzü kaplamıştı. 

Bugün dönüp baktığımda tüm karanlığına rağmen bu kadar zalim bir dönem değildi diye düşünüyorum açıkçası. 

80 İhtilalı ve öncesinden bahsediyorum. 

 1979 mesela…

Hani Kenan Paşa demişti ya, “Dengeli olsun diye bir sağdan asıyorduk, bir soldan” diye. Sanki bir gizli el, cinayetleri bu dengede tutuyordu. 

Sabah solcu vuruluyordu, akşama doğru bir sağcı katlediliyordu. 

Gece duvara yazı yazarken kurşunlanan solcu çocuğun cesedi başka bir gencin kanı ile yıkanıyordu…

Ve biz, yaşı henüz olgunlaşmamış, aklı ermemiş yeni yetmeler, başka bir merakla izliyorduk olup biteni. Kahramanı değildik ama filmi sanki en güzel yerden; bizzat içinden izliyorduk bir yandan. 

Hele 79 kışı… Doğu’da güneş sabahları açmaz kış aylarında. Öğlene doğru belki yüzünü biraz gösterir o kadar. 

 Havada geniz yakan taşkömürü dumanı, kükürt gibi gri gelirdi kısacık kış günleri. 

O şartlarda, hava karanlıkken okula giden çocuğun ailesi muazzam endişeler taşırdı. 

Gördünüz işte, iki ateş arasında kalıp ölen okul servisindeki masum bebeleri. 

Bu olaylar neredeyse her gün yaşanırdı. 

Hele de akşamları. 

Erken batan güneş, terör ve soğuk…

Doğru düzgün toplu taşıma yok, servis zaten daha icat bile edilmemiş. 

Pardon edilmiş. Aslında var servis, ama sadece asker çocukları için. 

Evlerine yaya giden çocukların ödleri ağızlarında. 

Buz gibi bir zemheri soğuğu, acele yürüyen büyükler, havlayan kara köpekler ve uzaktan uzaktan gelen polis sirenleri… 

Sınıfta bir Mustafa var. 

Tankçı bir binbaşının oğlu.

Samimiyiz. 

O da bizim gibi insan işte. 

Bizim şivemiz ona çizgi roman, onun konuşması bize puding gibi geliyor. 

Her akşam okul çıkışı, kapıya yanaşan haki renkli üç otobüs. Kapı otomatik değil, şoför olan el kolla açıyor… 

Okul önünde diğerlerinden ayrık şekilde bekleyen subay çocuklarını alıp güven içinde lojmanlarına götürüyor. 

Bana en çok dokunan Mustafa ile beraber sınıftan aşağıya kadar gidip, onu servise bindirdikten sonra tın tın eve yürümekti. 

Zalımın oğlu bir kere bile benimle yürümedi eve kadar. 

Bir gün tuhaf bir şey oldu. 

Meğer ara sıra bu servis araçlarına binen kaçaklar olurmuş. 

Subay yada astsubay çocuğu değil.

Hatırlarım, polis memurlarının çocuklarına bile rıza göstermezlerdi. Bekçi falan zaten devlet memuru bile sayılmazdı. 

Bir gün benim de başıma geldi. Mustafa’yı servise bindirdim. Artık arkasından nasıl bir imrenme ile baktıysam, aracı kullanan er bana başıyla “atla” işareti yaptı. 

Elbette onlar için de kolay değildi şüphesiz. Güvenlik kuvvetleri mensubu bir ailenin çocuğu olmak da az stresli bir şey değildi açıkçası. 

Ama Allah var, bize göre çok kral hayat yaşıyordu Mustafalar. Bir kere ihtiyaçları olan hemen her şey ya lojmanlarda ya da garnizonun içinde vardı. Ben hamburgerciyi ilk kez bir askeri garnizonda görmüştüm mesela. 

O dönemin en meşhur sıkıntılarından biri yokluk ve karaborsaydı. 

Kuyruklar olurdu. Cumartesileri sabahın köründe Et Balık’tan tuhaf kokulu et almak için sıraya girerdik. O kadar ki, iki saat sonra biz artık dudaklar mosmor şekilde kardeşimize devrederdik sırayı. 

Oysa Mustafaların böyle bir sorunu yoktu. 

Bir kere onunla beraber kantinlerine gitmiştik. 

İnanılmazdı. Her şey vardı her şey. Üstelik çok ama çok ucuzdu. 

Biz ise et için, tüp için, yağ için kuyruğa girmek zorundaydık. 

Hala zihnimde tazedir…

Hastanenin dik yokuşundan inerken, sağda; Karakoyun deresinin üzerinde kurulu garnizonun hemen girişinde dururdu kantin. Mustafa elini kolunu sallayarak girer ve istediğini neredeyse bedavaya alırdı.  Biz ise üç metre uzağımızdaki bu mekana girmeye cesaret edemezdik elbette. Hayatımda hepi topu bir kere girdim zaten, o da Mustafa’nın sayesinde. 

Dönelim tekrar o akşama… 

Mustafa utanarak binmişti askerî servis aracına. 

Ben arkasından bakarken otobüsün onbaşı şoförü ‘Hadi atla’ hareketi yaptı. 

Bir anlık tereddütten sonra bindim otobüse. İlk kez bir askeri araca biniyordum yaşım 12 filandı…

Mustafa eliyle işaret yapıp yanına çağırdı. 

Mustafa benden daha çok mutlu olmuştu, garip!

Otobüs hareket etti. Aman Allah’ım hayatımda ilk kez servisle eve gidiyordum.

Artık bindikten sonra hangi vicdansız bizi indirir diye düşünürken otobüs başka bir okulun önüne geldi. Burada bir kolunda kırmızı pazubant olan bir çavuş ile beraber başka öğrenciler de bindi. 

İki kız öğrenci arka beşliye henüz varmıştı ki, biri işaret parmağını uzatarak bastı yaygarayı…

“Sivil, sivil, sivil!”

Görevli çavuş tam benden şüphelenmiş ve lojman kartımı istemişti. 

Kızılca kıyamet kopunca arkaya gitti telaşla. 

Bir çocuk…

Subay çocuğu olmadığı 40 kilometreden belli olacak kadar halk çocuğu. 

Demek ki çok denemiş ve çok indirilmişti… 

Çavuş arka kapıyı açtı. Çocuk hiçbir şey demeden indi. Sadece bağıran kızlara nefretle bir bakış attı. 

Kızlar için son derece normal bir durumdu. 

Çavuş bana doğru döndü. 

Geliyordu..

Ne onu, ne kendimi, ne de Mustafa’yı zor durumda bırakmaya niyetli değildim. 

Hatta korkmuştum bile… 

Sessizce yerimden kalkıp arka kapıya yöneldim. 

Mustafa’nın arkamdan attığı şaşkın bakışı ömrüm boyunca unutamam. 

Aşağı indim…

İndirilen çocuk eline geçirdiği küçük bir taşı öfkeyle otobüsün kasasına vurdu ve kız çocuklarını taklit etti…

“Sivil, sivil, sivil!!!”

Sonra beraber yürüdük. 

Hiç konuşmadık… 

Benim sokak ondan önceydi, ayrıldım. 

Çocuğu bir daha görmedim. 

Mustafa’yla bir daha beraber aşağı inmedim. 

Ne zaman bir askeri otobüs örsem aynı çığlığı hala duyarım: 

“Sivil, sivil, sivil!”

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version