Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Hakikatin tespiti ve hakikat tekelciliği  

Hakikatin tespiti ve hakikat tekelciliği  


YORUM | AHMET KURUCAN

(Gelecek Projeksiyonu Yazıları 31)

Kaldığım yerden devam ediyorum. Felsefede, kelamda ve tasavvufta farklı anlamlara sahip olan hakikatin bana göre en güzel tanımı “bilginin gerçekliğe uygunluğu” şekilde yapılan tanımdır. Hakikati bulma insanın anlam arayışı ve hayatına anlam kazandırmasındaki ana unsurların başında gelir, belki de yegane unsurdur. Hakikatin varlığı ve anlamı konusunda zihni netleşen insan dünya görüşünü ve yaşam tarzını aklında, kalbinde ve bedeninde hiçbir ikileme yer vermeden belirleyebilir ve istikamet üzere huzur içinde bir hayat yaşayabilir.

Sözü çok uzatmayacak ve meseleyi hemen dini perspektife taşıyacağım. Dini düşünce ve yorum geleneği içinde vardığımız sonuçların Allah’ın muradına uygun olması gözetilen ilk esastır. Bunun içindir ki hayatın hemen her bir alanında üretilen beşeri düşüncelere ya Kur’an ya da Nebiler Serveri’nin beyan ve uygulamalarından bir delil aranır ve ulaşılan görüşler onlarla temellendirilmeye çalışılır. İyi ama nasslar sınırlı hadiseler ise sınırsızdır. Sınırlı ve sayılı nasslarla sınırsız ve sayısız hadiselere nasıl delil bulacağız?

Kıyas-ı içtihadi ilk akla gelen ve pratikte uygulanan usul. Nitekim sosyal hayat şartlarının alabildiğine durağan olduğu, hayatın adeta yavaş çekim yaşandığı bir dönem için kıyas-ı içtihadi çözüm olmuştur ama ya ilerleyen dönemlerde? Farklı kültürlerin, farklı buluşların, farklı hayat tarzlarının, farklı örf ve adetlerin olduğu coğrafyalarda olmuş mudur?

Olmamıştır ve olması da zaten beklenemez. Onun için sonraki dönem fukahası zaten her zaman devrede olan ve olması gereken aklı daha fazla ön plana çıkartmış, maslahat ve istihsan başta olmak üzere başka metodolojileri devreye sokmuşlardır. Zaten bizim literatürde ashab-ı re’y ve ashab-ı hadis dediğimiz iki ayrı grubun ortaya çıkış nedenlerinden birisi de budur.

İster bugünden düne isterseniz dünden düne bakın çok tabii bir süreçtir bu. Çünkü çok bilinen ve dillere pelesenk olan yaklaşımın aksine aklın yolu bir değildir. Akıl sınırlı nasslara dayanarak çözüm aradığı yeni meseleler için elbette farklı yollar kullanabilir, kullanmıştır ve kullanacaktır.

Delillerin farklılığı ve o farklı delillere yaklaşım keyfiyetinin farklılığı da ayrı bir unsurdur. Kullanılan metodolojiler aynı olsa bile kullanılan delillerin farklılığı ya da o delillere farklı bakış açıları karşımıza çıkan farklı sonuçlar çıkartacaktır. Zaten İslam düşünce tarihi boyunca hep böyle olmuştur.

Şimdi hakikat tekelciliği adını verdiğimiz hususa buraya kadar dile getirdiğim değerlendirmeler üzerinden netliğe kavuşturacak bir örnek vereyim: hırsızın elinin kesilmesi. İslam öncesi Arap toplumu ve o coğrafyada yaşayan başka topluluklarda yaygın olan cezai bir müeyyidedir bu. Nüzul toplumu ve konjonktürü içinde de nassan sabittir ki bu ceza ayniyle kabullenilmiştir. Maide suresi 38. ayeti bunu açıkça ifade ediyor. Diyor ki Allah: “Kadın olsun, erkek olsun hırsızlık yapanların (sağ) ellerini işledikleri suça karşılık Allah’tan ibretlik bir ceza olmak üzere kesin. Allah üstün kudret sahibidir; her hükmü ve fiili mutlak isabetlidir.”

Fakat nüzul sürecinin tamamlanmasından sonra ayet ile emredilen bu hükmün uygulanması üzerinde farklı görüşler ileri sürülmüştür. Aradan geçen 14 asır içinde hala daha ve kısmen devam eden bu tartışmaların merkezinde yatan şey bu cezanın verilmesinde Allah’ın maksadını tespittir. Sosyo-kültürel ve iktisadi hayat şartlarının değişmesine paralel olarak devreye giren bu müzakerelerde cezanın ayniyle uygulanmasının nüzul konjonktürü içindeki maksadı gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceği masaya yatırılmıştır. Bu ise ister istemez bu emirdeki maksadı ilahiyenin nasıl tespit edileceği sorusuna yoğunlaşmayı beraberinde getirmiştir.

Fukahanın hüküm istinbat yani çıkarım metodunda çok önemli yer teşkil eden bu mesele için ortaya koydukları anahtar kavram, illettir. İllet, hükmün varlığı veya yokluğunun kendisine bağlandığı vasıf olarak tarif edilmiştir. Buna göre o vasıf -isterseniz buna gerekçe de diyebiliriz- varsa hüküm vardır ve geçerlidir, değilse hüküm de ortadan kalkmıştır.

Bu bağlamda fukaha görüşleri iki ana kategoride toplanıyor. İlki, buradaki ilahi maksad hırsızın cezalandırılması ve hırsızlığın ortadan kaldırılmasıdır. Ceza hukukunun temel prensipleri açısından baktığımızda gayet makul bir gerekçedir bu ve hemen her ceza hukuk sistemindeki temel amaçtır. İkinci görüş ise biz bu hükmün verilişindeki ilahi maksadı bilemeyiz, Kur’an’da adeta bir kanun kitabında yer alacak şekliyle net olarak söylenen bu hükmü uygulamakla mükellefiz, yorum yapmak zorunda değiliz.

Kısaca özetlediğimiz bu müzakerelerin konumuza bakan vechesiyle sorulması gereken soru şu; hangisi hakikat? Yani hangisi bilginin gerçekliğe uygunluğunu ifade ediyor? İşin aslına bakarsanız bunu bilebilme imkanımız yok. Onun içindir ki zaten ‘eşbeh bi’l hak’ nazariyesi ortaya atılmıştır. Fakat tarih içerisinde yaptıkları bu çıkarımların arkasında durup “benim dediğim doğrudur” dayatması içine giren görüş sahipleri olmuştur. Bu hükümden kastedilen İlahi maksat budur demişlerdir. İşte hakikat tekelciliği dediğimiz husus budur. İster metin ister yazar isterse okur merkezli yorumlarla ulaşılan beşeri düşünceyi, dine ait bilgiyi İlahi hükmün yegane gerekçesi saymak ve muhalif her türlü görüşe kapıları kapatmak. Ben buna dini hükümlerin güncellenmesi konularını işleyeceğim serinin ilerleyen yazılarında hem de aynı örnek üzerinden geriye döneceğim. Hakikat tekelciliğini bu örnek üzerinde anlatmamın sebebi hem aklıma gelen ilk örnek olduğu hem de aktüel bir konu olması sebebiyledir.

Gelelim insanlarımızın dine karşı mesafe koymasında çok önemli bir rol oynayan bu hakikat tekelciliğinin günümüz tarikat ve cemaat yapılanmalarındaki tezahürüne.

Devam edecek.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version