Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Galata Kulesi’nde martılaşmak

Galata Kulesi’nde martılaşmak


YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

“Bir martıyım ben. Hayatım özgürlüktür. Ne azı, ne de fazlası. Özgürce uçarım. Uçtukça özgürümdür.” 

Uçtuğum sürece asla aşağıya bakmam, özellikle de bugünlerde, hiç. Gökyüzü alabildiğine mavi, alabildiğine temiz, alabildiğine boşken, aşağısı aklınızın alamayacağı kadar bulanık, kirli, tıka basa doludur. Benim hayatım ne kadar özgürlüğe karışmış tam sükûnet ve katıksız dinginlik üzerine kuruluysa, aşağıdakilerin hayatı bir o kadar rezil, kaotik, gürültülü, devinim içinde, itiş kakış, is-pis bir yerdir. 

Biz martıları iyi tanıdığınızı düşünseniz de, aslında bizim hakkımızda en ufak bir fikriniz bile yoktur. Size anlatılanlar ya mahalleden duyup öğrendikleriniz, ya da ne bileyim, bir TV kanalının en izlenmeyen saatine konan bir belgeselden aklınızda kalanlardır. Oysa bunların tümü rivayettir. Ya da sizlerin, sizin gibi olanların perspektifinden göründüğü kadarıyla yapılan gözlemlerden sonra varılan sonuçlardır. Sizler hiç adam olmazsınız zaten! Aklınızı kalbinizin önüne koyduğunuz bir yarışta birbirlerinize ihanet etmekten hem dünyayı, hem ömrünüzü, hem de sevginizi ve sevdiklerinizi kaybetmekle tüketirsiniz sınırlı vaktinizi. Oysa hayat çok basit temeller üzerine kurulu. Bunu görmek için illa da martılaşmak zorundasınızdır belki de, kim bilir! 

Bakın neredeyse büyük sırrı ağzımdan kaçıracaktım. Ya da belki de Borges’in öykülerinde olduğu gibi, ben de geleceğin ve geçmişin birbirine karıştığı bir boyutta, sizi gerçeklerle onurlandırmakla tüm giz ve sır perdesine devam etmek arasında bir yerlerdeyimdir. Fizik kurallarına meydan okuduğum bir konumda, siz benim yazmama mı, düşünebilmeme mi, yoksa sizin aklınıza hiçbir zaman gelemeyecek şeyleri bir hikâyeye aktarabilmeme mi daha fazla şaşırmanız gerektiğini düşünmektesiniz belki de. Öyle ya, bir martı bunları nasıl yazabilir? Dahası nasıl düşünebilir? Onu da geçtik, nasıl olur da benim tahayyül bile edemeyeceğim şeyleri bir öyküye eklemler ve benimle tabiri caizse adeta konuşur? İşte böyle bir anda kâinatın belki de martılara dair en gizemli sırlarından birini, bu öyküyü okuyarak kendilerini onurlandıran siz okurlarla paylaşmak, görevim olsun! Martılar arası sözleşmeyi ihlal etmek pahasına bunu yapmalıyım, yapmak zorundayım, yapacağım. Çünkü vakti geldi. Vaktin dolduğunu, artık zamanın geldiğini dün öğrendim. Benimle beraber tüm diğer martılar da öğrendi. Dolayısıyla işte buradayım. Sizin karşınızdayım. Beni dinleyin.

Bu sır şudur. Biz martılar, bir zamanlar büyük haksızlıklarla ölen veya öldürülen insanların ruhuyuz. Kimimiz bir savaşta, kimimiz bir ihanetle, kimimiz bir hain saldırıda, kimimizse bir sevdiğimizce gafil avlanarak can verdik. Kimimiz bir ihanet sonucu, kimimiz hasetten, kimimiz kıskançlıktan, kimimizse nefretten dolayı öldük. Bazılarımız silahla vuruldu, bazılarımız işkencede can verdi, bazılarımız arkadan hançerlendi ve aramıza katıldı. Bazılarımızsa bir nehri geçerken ya da bir akarsuyu aşmaya çalışırken boğuldu ya da dondu. Bazılarımız vatanından çok uzaklarda sürgünde, bazılarımız bir tiyatro sahnesinin tozlu zemininde, bazılarımız okullarının içindeki dört duvarda, sefilce, diğerlerimizse acılarından yakalandıkları elim hastalıkların sonucunda hayata veda etmek durumunda kaldı. Biz öldük ve martı olduk. Gökyüzünde yaşamaya mahkûm, yaşanmış mutsuzlukların telafisiyle ödüllendirildik. 

Yaşadığım iki kıta arasındaki bu muhteşem güzellikteki doğayla en büyük tezat nedir diye soracak olsaydınız, insandır derdim. Fakat biliyorum, siz soru sormayı bırakalı çok, ama çok uzun bir zaman oldu. İnsan öyle bir tezat ki, sadece yeşili, güzeli, iyiyi, doğruyu yok etmiyor. Ruhu koyu gri, kötü ve yanlış o. Bir zamanlar bir üniversitenin hangisi olduğunu bile anımsayamadığım bir sınıfında birileri insan insanın kurdudur gibi bir şey söylemişti. Bir kuş olarak sadece meyve kurduna aklım yeter sanmayın. Hem martılar meyve kurdu falan yemez. Dahası, biz insan kılığındaki sefil kurtları, tilkileri, çakalları biliriz. Bu yaşadığım yerde aşağıya bakmamanın bir nedeni de bu canavarların sürüler halinde orada burada dolaşması. Birbirlerine zindan ettikleri dünyada keşke salt bununla yetinselerdi. Oysa en başta gelen kurbanları, potansiyel olarak martılaşma şansına sahip olan ruhlar. 

Sır dedim, devamını getirmedim değil mi? Bu öyküye neden başladığımdan çok, onu nasıl sonlandıracağımla ilgilisiniz biliyorum. Oysa öykünün başlangıcı, bazen sonu hakkında en iyi ipucunu verir. 

Dün aramıza biri katıldı. Galata kulesinden aşağıya atlayan genç bir delikanlı olduğunu söylediler. Oysa ben sadece bir martı görmüştüm, uçup aramıza geldiğinde. Hep böyle olur. O geldi. Martılaştıktan sonra önceki mutsuzluğunu sürdürenimiz azdır bizim. Ama bu çocuk mutsuzdu, uçabilmesine karşın. Onu aramıza aldık. İstersen bir Karaköy-Kadıköy vapuruna takılalım, simit atan olur, mutlu olursun. Ya da adaların arasında, Büyükada-Heybeli-Pendik üçgeninde balık yakalarız suya dalıp da. Onu da istemezsen Boğaz’ın üzerinde uçarız, Karadeniz’den Marmara’ya dek, sınırsız, alabildiğince, özgür. Fakat çocuk gülmedi. Martılaşmadan önceki acısını martıyken de taşıyanlarımız nadirdir. Genelde geride bıraktıklarına üzüldüklerinden! 

Rivayet odur ki, bu genç martının babası hapisteymiş. İlk günler hep onun hapisten çıkmasını beklermiş. Hayatının en büyük gayesi, hatta anlamı bu olmuş. Derken aradan yıllar geçmiş. Çocuk büyümüş, üniversite yaşına gelmiş. O da babası gibi hukuk eğitimine başlamış. Kıvırcık saçlarıyla, masum gülüşüyle, aklı ve dinginliğiyle herkesin saygısını ve sevgisini hak etmesi gereken bu genci toplum babasından dolayı dışlamış. Çakallardan, kurtlardan ve tilkilerden daha berbat olanları, envai çeşit hakaretle, suçlamayla, iftirayla, dedikoduyla, rezillikte birbirleriyle yarışmışlar. Aradan yıllar geçmiş. Çocuk sabretmiş. Babası sabretmiş. Ama yaşadıkları grilikler diyarındaki ruhsuz insanların yürekleri soğumamış. Babası hapiste oğlu dışarıda, ya da babası özgür oğlu tutsak – mutsuz, çok mutsuzlarmış. Bir gün çocuk yaşadıklarından dolayı direnme gücünü kaybetmiş. Ne konuşabilecek bir dostu, ne başını omzuna yaslayacak bir sevdiği, ne güvendiği bir öğretmeni, ne mahallesinde bir ağabeyi varmış. Umarsızca dolaşmış, sonra çok sevdiği, daha önce önünde fotoğraf çektirdiği Galata Kulesi’ne çıkmış. Son bir kez o kente bakmış, aklından kim bilir neler, neler geçmiş. Az bir düşünmüş, aklına belki anneciği gelmiş. Sonra onu geride bırakma ve onu perişan etme düşüncesi tam onu vazgeçirecekken, babası zihninde belirmiş. Babası onun atlamadan önceki son düşüncesiymiş. 

Ve kuleden tereddütsüz atladı. Her şey yaşadıklarından daha iyi nasılsa diye mi düşündü? Kendisine umut telkin edenlere bir yanıt mı verdi? Konuşturulmadığı topluma bir mesaj mı iletmek istedi? Yoksa acıya dayanamadı, artık yeter be mi dedi? Galata Kulesi’nden, hukuk okumakta olan, düzgün, tüm geleceği açık olması gereken pırıl pırıl, gencecik birini aniden aşağıya atlamaya iten bir toplum nasıl bir yerdir? Artık hiçbir şey bilmiyorum. Uzaklarda bir martı, eski zamanlardan bir melodiyle bir şarkı mırıldanıyor:

“Bir martıyım ben, ne daha azı, ne de fazlası. Hayatım özgürlüktür benim. O yaka senin, bu kıyı benim, aklıma esti mi uçar giderim. İki kıta, iki yarımada, altı yerinden sularla çevrili, rüzgârlı, bahtsız bir yerdir, benim memleketim. Ve ben memleketimden bile bahtsızmışım”.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version