Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Devletin yeniden tanımı

Devletin yeniden tanımı


YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Devletin gücü meselesini daha önceki yazılarımda incelemiştim. Bu konuda farklı yaklaşımlar var ve birçoğunu önceki yazılarda özetlemeye ve çözümlemeye çalışmıştım. Bu yazıda devlet ve hukuk ilişkisi üzerinden devletin gücü meselesini ele almak istiyorum. Elbette ister istemez birey – vatandaş – bu incelemede merkezi bir rol oynamak durumunda. Bu konunun siyasi kültürle bağlantılı olması nedeniyle elbette birçok faktör dikkate alınmalı. Özellikle de Osmanlı ve Türkiye dönemlerinde uygarlık – medeniyet – algısı ya da “tahayyülü” meselesi ön planda olmak durumunda. Hukuk ve siyaset ilişkisi kadar devlete biçilen rol ya da diğer bir ifadeyle devletin işlevi meselesine de değinmek durumundayız. Dahası hukukun bazı temel ilkelerinden bahsetmek ve bunları Türkiye bağlamında ele almak da lüzumlu. Görüldüğü üzere konu oldukça detaylı ve bir o kadar da kapsamlı. 

Şunu saptayarak başlamak yerinde olur sanırım: Osmanlı-Türkiye dönemlerinin en başta gelen paradigmalarından birini “devletin toprak genişliği” meselesi oluşturuyor. Osmanlı-Türkiye tarihinde devletin topraklarının geniş olması veya dinamik bir bağlamda değerlendirecek olursak, genişliyor oluşu, bir başarı göstergesidir. Osmanlı devletinin sınırlarının en geniş düzeyine ulaştığı dönem, bilindiği üzere yükseliş dönemi olarak adlandırılıyor. Sınırların genişlemesinin durduğu dönemlere duraklama dönemi adı veriliyor. Sınırların küçüldüğü dönemse gerileme dönemi olarak adlandırılıyor. Osmanlı-Türk tarihinde devletin başarısı ve sınır genişliği arasındaki korelasyon, medeniyet tasavvurunu da derinden etkilemiştir. Sınırları geniş olan devletlerin güçlü olduğu, görevini iyi ifa ettiği, bu uygarlık konseptinin merkezinde yer alır. 

Güçlü ve büyük devlet bugün de Türkiye siyasetinin önemli retorik malzemelerinden biri. Bu bahsedilen devletin merkezi ve hâkim bir erk olması, kolektifin bu devletin bekası için çalışması, devletin kamu adına konuşma ve karar alma yetki ve yetisine sahip olması, devleti idare edenlerin siyasi tercihlerinin devletin kararları olarak eleştirilerden mümkün olduğunca münezzeh olması gibi özellikler, siyasi kültürün belirleyici öğeleri olarak ön plana çıkıyor. 

Bu bağlamda en çok ihmal edilen meselelerden biri, bireyin devletten korunması, ya da diğer bir ifadeyle bireyin otonomisidir. Osmanlı-Türk devlet geleneği, siyasi kültürün ne kadar parçasıysa, siyasal kültür de kültürel kodların ve sosyolojik evrenin o kadar parçasıdır. Osmanlı-Türk siyasi kültürü İslami devlet felsefesi temelinde oluştu ve Batı’daki ademi merkeziyetçi, birbiriyle iç içe geçmiş güç alanlarının aksine, tek merkezden yönetilen, katı hiyerarşik bir yapıya dayalı. Bu yapıda kolektif esastır. Batı’da feodal düzenin çöküşüyle beraber bu ademi merkeziyetçi feodal yapı modern devlete etki etti. Reformasyon ve 1648 Westfalya Antlaşması sonrası teritoryal devletlerin ortaya çıkması nedeniyle siyasal alan sekülerleşirken, Renaissance (Rönesans) ve Aydınlanma akımlarından kaynaklı akımlarla, dini temeller yerine seküler ideolojiler doğdu. Modernleşme geleneğin karşıtı olarak toplumları dönüştürürken, liberal felsefenin insan aklını merkeze alan ve bireyin otonomisini en başat değer olarak belirleyen düşünsel temelleri, yeni tip modern devletlerin ve toplumların da büyük ölçüde genetik yapısına etki etti. Hukuk sistemleri bireyin devletten korunması sorunsalını legal yapıya yansıttı. İktidarın – yürütmenin – gücünün sınırlandırılması, eşit vatandaşlık, yasalar karşısında eşitlik, monarkların ve diğer siyasi aktörlerin hukukun bağlayıcılığını kabullenmek zorunda bırakılmaları gibi küçük devrimler, Batı tipi devletleri şekillendirdi. Bu harç, Osmanlı devlet geleneğine çok geç girdi, o da yüzeysel etkide oldu. İslam devlet ve hukuk geleneğine yabancı bu ideolojik bagaj, hem Osmanlı modernleşmesinin başarısına, hem de Cumhuriyet döneminde devletin hukuk devletine dönüşmesine engel oldu.

Anayasal rejim mimarisi her ne kadar Batılılaştırılsa da, hem Osmanlı’da hem de Cumhuriyet’te bu mimariyle siyasal kültür arasında hep bir tür gerilim hattı var oldu. Evrimsel bir gelişim ve bunun halkta karşılığının olması yetersiz olurken, sıklıkla dikiş tutmayan yerlere yamalar yapıldı. Fakat temelde bu da devlet eliyle – ya da devlete egemen olan elitler eliyle – yapıldığından, yine devletin aşırı gücünün devamıyla ve hatta daha da merkezileşmesi ve güç kazanmasıyla neticelendi. Anayasal rejim mimarisinin uygulanması daima bir sorun oldu. Yapılan reformlar ne kadar modernleşme sağlamaya çalışırsa çalışsın, rejim bir noktadan sonra hep raydan çıktı ve siyasi kültür neyse onun gereği yapıldı. Tıpkı bir nehrin yatağı gibi, akışın yönünü belirleyen siyasi kültürdü. 

Bu şartlar altında en çok zorlanılan konu, yürütme ve yargı ayrılığı oldu. Yürütmenin yargıya tabi hale getirilmesi, hukukun üstünlüğünü gerektiriyordu. Başka bir ifadeyle somutlaştırmak gerekirse, adalet mekanizmasının siyasetten (siyasi erkten) bağımsız olarak ve en az onun kadar, hatta ondan daha da güçlü olarak sisteme dâhil edilmesi gerçekleşmedi. Yürütme yargıya anayasal olarak tabi olsa da, gücünü konsolide ettiği oranda fiilen yargıyı etkiledi, hatta onu kontrolüne aldı. Yürütmenin gücünün sınırlandırılması böylece sadece anayasal bir ideal olarak var oldu. Hayata geçirilemedi. Bu, Türk devlet sisteminin Batı’dan en büyük farkıdır. 

Diğer bir mesele yürütmenin hesap verebilirlik ilkesidir. Yürütme yargıya fiilen tabi olmayınca, denetlenmesi de mümkün olmadı. Türk yargı tarihi bu nedenle sürekli bir istisnai durum tarihidir. İstiklal Mahkemeleri, Yassıada Mahkemesi, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, diğer özel yetkili mahkemeler vs. tümüyle bu geleneğin dışa vurumudur. Yürütme erki devleti kontrol etti, devlet denince yargı da o devletin bir parçası oldu. Bu devlet, güçler itibarıyla yeknesak bir yapı olarak, güçler ayrılığı ilkesinin hayata geçirilmesinin yolunu tıkadı. Yasalar önünde eşitlik ve yargıç tarafsızlığı ve bağımsızlığı gibi konuyla bağlantılı konular da kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm oldular. 

Hukukun bazı temel evrensel ilkeleri bulunuyor. Masumiyet karinesi kişinin suçu kanıtlanana dek masum sayılmasıdır. Suçun şahsiliği, suçlu bulunan kişinin ailesinin o suçtan dolayı yaptırıma uğratılmamasıdır. Cezanın şahsiliği de aynı şekilde, suçun karşılığı olan cezanın sadece suçu işleyen bireye verilmesidir. Suçun ve cezanın yasalara dayalı olması ilkesiyse, iktidar gücüyle, keyfi biçimde cezai yaptırım uygulanamamasını öngörür. Buna göre yasalar suçu ve suça verilecek cezai müeyyideyi belirler. Eğer kanunun tanımladığı bir suç yoksa, vatandaş sırf devleti yönetenler öyle istedi diye cezalandırılamaz. Savunma hakkı yine esas ilkelerden biridir. Tüm bu özetlediğim prensipler, Türkiye’de bugün uygulanmıyor. Bunun nedeni, yukarıda çözümlemeye çalıştığım tarihsel zemin. 

Türkiye’de devletten anlaşılan şey, Batı’da anlaşılan şeyle aynı değil. Kavramsal olarak her ne kadar birbirine tercüme edilebilse de, o kavramların içeriğinin tekabül ettiği gerçeklik birbirinden çok farklıdır. Türkiye’de adalet başta olmak üzere, birçok rejimsel konunun ele alınırken insanların bu konuları iyi kavrayamamaları, bu tarihsel farklılıklardan ileri geliyor. Türkiye’deki devlet konseptinin muhalefeti, adaleti, vatandaşı, devletin görevlerini, amaçlarını ve işlevlerini kavrayışı, sorunludur. Bu devlet anlayışında devlet karşısında muhatap olarak bireyi görmez, kolektifi görür. Kendisini bu kolektifin yegâne temsilcisi addeder. Bireylerden topladığı vergileri kendi “hazinesi” olarak algılar. O kolektifi yeknesaklaştırma hakkını kendinde görür, buna karşı çıkanları ötekileştirir ve yaptırıma tabi tutar. Bunu yaparken yasalara dayanma zorunluluğunu hissetmez. Çünkü kendisi yasaların üzerindedir. Onsan hesap sorabilecek bir hukuk otoritesi yoktur. Bu devletin ceberutlaşması tesadüf olamaz. Bu açıkçası eşyanın tabiatıdır. Hayatın olağan akışının gereğidir. 

Türkiye bu kuramsal çerçeveden anlaşılacağı üzere demokratikleşmemeye ve hukuka tabi olmamaya programlı bir devlettir. Geçmişteki temelleri de buydu, şu anda da bu realiteyi yaşıyor, gelecekte de bunu yaşamaya devam edecek. Otomobillerin olmadığı bir yerde motorlu araç trafik kurallarıyla alakalı kanunlar çıkartmak sosyolojik bağlamda ne kadar anlamlıysa, Türkiye’nin tarihsel bagajıyla hukuk devleti ve demokrasi kurmaya çalışmak o kadar anlamlıdır. Önce o sosyolojik ve tarihsel bagajla eleştirel bir ilişki kurmak gerekiyor. Hukuk devletine giden yol, devleti yeniden tanımlamaktan ve anlamlandırmaktan geçecek. Bu salt bir iktidar değişikliği meselesi değil. Her iktidar değişikliği bu sosyolojik ve tarihsel bagaj nedeniyle duvara toslamak durumunda kalacak. Önemli olan, iktidar değişikliği sonrası toplumu ve siyaseti devleti yeniden tanımlamaya yönlendirmek. Okuryazar insanların bunu talep etmesi çok önemli… İşe önce kendimizden başlayıp, devletin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini anlamalıyız. Bu yazının buna katkıda bulunmasını umut ediyorum. 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version