Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Teolo-faşist otoriterizmin kalesi İran’da neler oluyor – Türkiye’ye dersler 

Teolo-faşist otoriterizmin kalesi İran’da neler oluyor – Türkiye’ye dersler 


YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

İran’da neler olduğunu görüyorsunuz. Diktatörlükler böyledir. Halklarına nefes aldırtmazlar. Polis gücüyle, asker gücüyle, kolluk kuvvetlerinin gücüyle baskıcı düzenlerine boyun eğmeyen ve eğmeme potansiyeli olan herkesi ezerler. İstihbarat devleti, polis devleti, parti devleti, din devleti – ideolojik temelleri her ne olursa olsun, bu tip devletlerin ortak özelliği, bireysel özgürlüklere ve insan haklarına sırtlarını dönmeleridir. Bu tür rejimler özgürlükçü değerlerden nefret ederler. Amaçları toplumu tektipleştirmektir. Çeşitlilik, renklilik, farklılık, kısaca rejime ters her şey yasaktır. Bu tür rejimlerin kolay hedefleri kadınlar, etnik olarak farklı, sayıca azınlıkta olan vatandaşlar, ana akım değerleri sistemini sorgulayan veya benimsemeyen bireyler, LGBTQ+ gibi gruplar, rejimine göre ana akım ideolojik yörüngenin dışındaki siyasal hareketler, partiler ve ideolojilerdir. Her şey tepeden tabana katı hiyerarşik bir disiplin içerisinde akar. Okul müfredatlarından tarih doktrinine, topluma enjekte edilen kimlikten tapılan modern siyasi putlara, lider kültünden beylik manipülasyonlara – tüm toplum segmentleri ideolojik endoktrinasyondan etkilenir. Hayattan kopuk, dünyadan kopuk bir kapalı devre distopyadır yaşanan.

Bu tür rejimler en güçlü göründükleri anda tepetaklak oluverir. En büyük güçleri en büyük zafiyetleridir çünkü. O katı istihbarat ve polis devleti, o baskıcı, katı merkeziyetçi, hiyerarşik devlet, o herkesin tepesinde sallanan Demokles kılıcı, o korku imparatorluğu, esnekliğe izin vermez çünkü. İnsanların nefes alamadıkları bu siyasal kazan, hiçbir ventilasyon sistemi olmadığı için, iç sıcaklığı arttıkça patlamaya daha meyilli hale gelir. Özgürlükçü liberal demokratik devletlerde sistem içi basınç azaltma mekanizmaları bu tür hukuk devletlerini esnek ve yeni şartlar karşısında dönüşme özelliğiyle donatmışken, otoriter rejimlerde bu yoktur. Kırılganlık hat safhadadır. Bilirsiniz, depremlere en dayanıklı yapı türü, esneme payı olan binalardır. Çelik konstrüksiyon böyledir. Depremde sağa sola kıvrılır, eğilip bükülür, ama kırılmaz. Dolayısıyla bina çökmez. Fakat otoriter sistemler taş binalar gibidir. Çok sağlam zannedersiniz, ama en ufak depremde yerle bir olur, başınıza yıkılır. 

İran İslam Cumhuriyeti, otoriter bir rejim –  işte esneme payı olmayan taş bir bina gibi, bizlere uzaktan çok sağlam görünüyor. İstediği vatandaşın kafasını ezen, düşünmenin ve ifadenin sınırlandırıldığı, dünyanın en baskıcı rejimlerinden birinden bahsediyorum. Teolo-totaliter, yani dine dayalı totaliter bir rejimdir. İstediği insan tipini, Homo İslamicus’u  (İslami ideal insanı) yaratma düşüyle kuruldu. Devletin dini pratiğin uygulanma aracı olarak kullanıldığı bir distopya, bir anti-özgürlük ortamında halk on yıllardır endoktrinizasyonun feriştahından geçirildi. Yine de insanlar, doğaları gereği özgürlük düşlerini bırakmadı. Özellikle de kadınlar. 

Kadınlar İran İslam Cumhuriyeti’nin kaybedenidir. İslam Devrimi, esasen kadınlara karşı yapılmış bir devrimdir. En büyük hedeflerinden biri, kadının özgürlüğüne ket vurmaktı. Kadını ortaçağın karanlığına ışınlayıp orada devlet gücü kullanarak tutmak, “devrimin” en temel gayelerinden biridir. Her bakımdan bir cinsiyetçi apartheit olan bu rejim, çağdaş dönem İslamcılık akımı üzerinde çok büyük etkiye sahip ola geldi. İran Şii olmasına karşın, mezhepler üstü bir etkiydi bu. İslam Şeriatı’nın katı bir yorumuna dayalı, geçmişe demir atmış, sosyolojik dönüşümü ve Zeitgeist’ı reddeden bu akım, Ortadoğu’da birçok devrimci İslamcıya nesiller boyu ilham verdi. Her ne kadar aralarında jeo-stratejik ve tarihsel farklılıklar da olsa, Suudi Selefilik ile beraber Yirminci Yüzyıldan bu yüzyıla dek kendi tasavvurundaki ideolojiye indirgenmiş İslam’ı çevre ülkelere pompaladılar. Tarihselliğin reddi, evrenselden kopuş ve bölgecilik, kültürel üstünlükçülük ve anti-Batıcılık gibi dayanak noktalarının üzerine inşa edilen, diğer taraftan inanılmaz derecede içten çürümeye müsait, hesap verebilirlikten ve denetlenebilirlikten uzak Ortadoğu distopyaları, böylelikle bu iki zıt kutuptan klonlandı. 

Türkiye İslamcılığı üzerinde İrancılık – dediğim gibi mezhepsel bağlamdan tümüyle kopuk olarak – önemli bir ideolojik yönelim oldu ve 1980’lerden itibaren birçok İslamcı ideolojik model tarafından şablon olarak kullanıldı, karbon kağıdı birçok İslamcı devrimci – ya da evrimci – yaklaşım doğdu. Özellikle reelpolitikten uzak dış politik kopma, yalnızlık, kültür savaşları olarak ortaya çıkan dar-ül harp ve dar-ül İslam kavramlarına endeksli uluslararası ilişkiler, İslami finans adı altında dünya ekonomisinden kopartılan ve yolsuzluklara gebe bir ekonomi gibi birçok kanseri içerisinde barındıran İran modeli, eski demir perde ülkelerinden tanıdık olan ceberut devlet ve rejim kontrolündeki evcil politika atmosferiyle, sanki sonsuza dek yaşayacak gibi algılanırdı. 

Oysa biliyoruz ki İslam cumhuriyeti sonrası İran hiçbir zaman göründüğü kadar istikrarlı olmadı. Rejim insanları fakirliğin ve sefaletin pençesine terk etti, ama nomenklatura din adamları sınıfı ve devletten beslenen keneler görece rahat bir yaşam sürdü. Yapay dış düşman yaratılarak gençler heba edildi. İran-Irak savaşında yüz binlerce insan öldü. Rejim İsrail’i bahane ederek tüm Ortadoğu’da her türlü terörist ve cihatçı fanatik grubu destekledi. İran uzunca süre İsrail’i haritadan silmek üzere uzun menzilli füze geliştirme ve uranyum zenginleştirme programlarına devam etti. Nükleer programının askeri amaçlı olduğu yönünde ciddi kanıtlar bulundu, bu nedenle de Batı, özellikle de ABD tarafından yaptırımlara maruz kaldı. 

Enteresandır, AKP’li İslamcı yönetim, oldum olası, demokratik döneminde de dâhil olmak üzere, İran’ın bu nükleer programına arka çıktı. Bu işin başında da Hakan Fidan vardı. Biliyorsunuz BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliği esnasında Ankara açıktan İran’ı destekledi ve Batılı başkentlerde kaşların kalkmasına neden oldu. Sonrasında işin ucunda maddi bileşkeler olduğu ortaya çıktı. 17 Aralık 2013’te İran’ın adamı olan Babek Zencani ve Reza Zarrab üzerinden Türkiye’nin İran paralarına çamaşır makineliği yaptığı ve bu sayede İran’ın yasa dışı nükleer programını merdiven altından yürüttüğü ortaya çıktı. Bu işin rüşvet zinciri, Türkiye’de en tepeye dek uzanıyordu. Reza’nın önüne yatmaları boşuna değildi. İran İslam Cumhuriyeti, Türkiye yönetimini rüşvete bağlamıştı. Adeta İran devletinden aylık alan bakanlar olduğu ortaya çıkmıştı. Oyun büyüktü. İran kaleyi içeriden fethetmişti. Türk devletine gerçek sızma esasen tam da buydu. 

İşte bu İran, bir genç kadının “başörtüsünü yanlış takması” ve “saçının görünmesi” üzerine “ahlak polisinin” bu genç kadını tutuklaması, ardından da polis nezaretinde kadının hayatını kaybetmesi üzerine bir anda karışıverdi. Basınçlı kap, iç basıncın kritik noktaya ulaşmasıyla patlamıştı. 

Şu anda İran’da kitlesel gösteriler devam ediyor ve tüm kentlere ve bölgelere yayılmış durumda. Birçok kentte rejim kolluk güçleri kontrolü tümüyle kaybetmiş, geri çekilmekteler. Özellikle kadınlar sokaklarda başörtülerini çıkartıyor, zorunlu başörtü yasasını protesto ediyor. Erkekler de onları destekliyor. Olay artık bir başörtüsü zorunluluğu meselesi de değil. Rejimin tümüyle değişmesi, modern ve demokratik bir ülke özlemi, İran genç kuşağını cezp ediyor. Arap Baharı’nı andıran görüntüler internette paylaşılırken, bu ayaklanmanın bir devrime ve dolayısıyla İran’da İslami rejimin çökmesine neden olup olmayacağı merak konusu. 

Henüz bu konuda somut bir veri olmamakla beraber, bu tür rejimlerde daha önce de dediğim gibi su testisinin su yolunda kırılacağı gerçeği karşımızda duruyor. Bir transformasyon – dönüşüm – olası değil, bir kırılma ve çöküş olası. Otoriter İran’da durum budur. Ya Türkiye bundan ne öğrenecek? 

Türkiye’de rejim İran’daki kadar katı bir otoriterizm değil. Fakat demokrasi çoktan bitti ve rejim konsolide oldu. Bu nedenle kırılganlık arttı. Gezi’de bu otoriterleşmenin ciddi belirtilerini gördük. 15 Temmuz sonrası artık devletin muhaberatlaştırılması ve polis devletimsi bir görünüm kazanması önemli bir merhaleye geldi. Kritik eşik aşıldı mı, bilemiyorum, ama olmaz, olamaz, mümkün değil denen birçok şeyin bal gibi de olduğunu gördük, görmeye de devam etmekteyiz. Tencere içi basınç azalmıyor, artıyor. İran’dakine benzer bir birikim olduğu muhakkak. Eğer başka şansları kalmadığını anlarlarsa, insanların sistemi içeriden dönüştürme ve onarma umutları tükenebilir. Bu Türkiye için tehlikeli olur. İşte demokrasi ve temel özgürlükler bunun için gereklidir. Yani salt etik olarak bunun daha doğru olması değil önemli olan. Aynı zamanda işlevsel ve rasyonel olarak, devlet düzeninin – elbette asgari yeterliliği olan bir hukuk devletini kastediyorum – devamı için de gereklidir özgürlükler ve demokrasi. Türkiye İran’dan ders almalı. Devletin görevi bir ajandanın ajanı olmak, bir davanın kaldıracı olmak, toplum mühendisliği, ideal insan yaratmak falan olamaz. Devletin teknik bir kavram olarak anlaşıldığı, seküler, liberal-demokratik, insan hak ve özgürlüklerine dayalı bir devletten başka çare yok. 

Bu yazımı İran’daki kadınların özgürlüğü için en içten dayanışma duygularımla sonlandırıyorum. Mücadeleyi Humeyni’nin İran’ının değil, Behrengi’nin İran’ının kazanmasını dilerim. Yaşasın insan hakları, yaşasın kadınların ve tüm bireylerin özgürlüğü. Yaşasın özgürlüğü sonuna dek hak eden dost ve kardeş İran halkı. 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version