Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Stalin, Mao, Polpot: Benzerlikler ve Farklılıklar…

Stalin, Mao, Polpot: Benzerlikler ve Farklılıklar…


Türkiye’nin, sosyal konulara kafa yoran kesimlerinde birbiriyle bağlantılı iki önemli hata göze çarpar: Birincisi, toptancılık; ikincisi, toptancılığın sonucu olarak farklılıkları göz ardı etmek ve farklı güçleri ya da kişileri kısa yoldan aynı sepete doldurmaktır. Bu, olayları basitleştirip kısa yoldan sonuçlara varmayı, yani kolaycılığın rahatlığını sağlar ama aslında doğada da, hayatta da, toplumsal olaylarda da hiçbir şey o kadar basit değildir. Uzaktan baktığınızda türdeş, yekpare gibi görünen bir kütlenin, daha yakından baktıkça, farklı, hatta çelişkili birçok ayrıntıyı barındırdığını fark etmek kaçınılmazdır.

Çok yazdığım, yoğunlaştığım ve tartıştığım konu olduğu için, bu söylediğime örnek olarak sosyalizm tarihindeki liderler ve rejimler konusunu ele alacağım. Sovyetler Birliği’nden başlayacak olursak, ister bu liderleri eleştiri tahtasına koymuş olanlar olsun, ister onları bütün güçleriyle savunanlar olsun, yaptıkları en belirgin hatalardan biri, Lenin ile Stalin’i bir ve aynı görmektir. Her iki kesime göre de Stalin, Lenin’in kesintisiz bir devamıdır; dolayısıyla her ikisi de topluca savunulmalı ya da toptan reddedilmelidir.

Oysa bu iki lider arasında benzerlikler ve devamlılık kadar, benzemezlikler ve kopukluklar da söz konusudur. Olaya toptancı değil de tefrikçi bir bakış açısıyla yaklaşır ve iyice yakından bakarsak bunu görmemiz mümkün olur.

Evet, tek parti rejimini kuran Lenin’dir ve Stalin de bu rejimi sürdürmüştür, bu anlamda bir devamlılık ve benzerlik söz konusudur ama bu, farklılıkları ve kopuklukları görmeyi engellemeli midir? Örneğin Lenin, parti içinde hizip yasağını getirmiştir ama Bolşeviklerin birbirlerinin kanını dökmemesini de vasiyet etmiştir; Stalin bunun tam tersini yapmış, dünyanın en çok Bolşevik kanı döken lideri olarak geçmiştir tarihe. Tabii bu noktada, Stalinist arkadaşların, “onlar Bolşevik değil, oportünistti” diyeceklerini biliyorum. Evet ama, “oportünist” olmanın öldürülmeyi “haklı” kılmasındaki mantıksızlık ve vahşet bir yana, zaten herkes üstüne bir yafta yapıştırılarak ölüme gönderilir. Yaftalara değil, gerçeklerin gözünün içine bakacak cesaret gerekir. Sakın Bolşevikler, Leninist ilkelere sadakatle bağlı oldukları için ölüme gönderilmiş olmasın!

Keza Lenin döneminde, toplumda değil ama en azından parti içinde belli ölçüde bir tartışma özgürlüğü vardı, hatta 1921’deki hizip yasağı kararından sonra bile bu durum 1927 yılına kadar sürmüştür. Troçki’nin tutuklanıp sürgüne gönderilmesiyle bu dönem Stalin tarafından sona erdirilmiş, sonra da 1930’ların, herkesin gölgesinden korktuğu polis rejimi gündeme gelmiştir.

Belki şaşırtıcı olacak ama Lenin’le Stalin arasında entelijansiyaya bakış konusunda da önemli bir fark olduğuna ve bu noktada Lenin’in entelektüelleri ve sanatı dışlayıcı bir tutum alır ve kültürden yalnızca eğitimi anlarken, Stalin’in sanata ve kültüre olağanüstü önem veren bir tutum içinde olduğunu da önemli bir fark olarak belirtmeliyim. Elbette Stalin’in sanata ve kültüre bu kadar önem vermesi, “fazla sevgiden öldürdü” deyişine uygun olarak, çok sayıda entelektüel ve sanatçının ölüme gönderilmesine yol açmıştır; keza sanat alanında demirden bir devlet disiplinini ve yasakçılığını getirmiştir. Bununla birlikte, Lenin’in sanatı dışlayan, Eğitim Komiseri Lunaçarski’ye, “tiyatro gibi saçmalıklara zaman ve para harcamayın, bütün olanakları eğitime seferber edin” mealindeki sözlerinin, muhalif aydınları gemiyle toptan sürgüne yollayan tutumunun yanında, Stalin’in, tüm baskıcılığına rağmen, örneğin Boris Pasternak’ı himayesine alması ve NKVD’nin onun aleyhinde topladığı ifadelerle tutuklanıp idam edilmesine ramak kalmışken bunu önlemesi, partinin dışlayıcı tutumu nedeniyle oyunları yasaklanan Bulgakov’a doğrudan telefon açıp ona tiyatroda bir iş teklif etmesi vb. Stalin lehine küçük de olsa olumlu bir noktaya işaret etmektedir. Bu, elbette mutlak bir diktatörün özel meraklarının ve onca kan dökerken birkaç sanatçıya hayatlarını bahşetmesinin ürünüdür ama yine de tefrikçi bir bakış açısıyla kaydedilmesinde fayda var.

Bazı arkadaşlar, Stalin’e yüklenirken yanına Mao’yu da katıyorlar, hatta Mao’nun Stalin’den de fazla insan öldürdüğünü ileri sürüyorlar. Fakat Stalin’in NKVD aracılığıyla uyguladığı korkunç devlet terörünün yol açtığı ölümlerle, Mao’nun 1950’lerin sonuna doğru uyguladığı saçma sapan “Büyük İleri Atılım”ının doğal sonucu olarak açlıktan doğan büyük sayıdaki ölümleri aynı kefeye koymak büyük hatadır. Sovyetler Birliği’ndeki, NKVD bodrumlarında ve Gulaglarda NKVD tarafından yapılan bir devlet katliamıdır; Çin’deki ise yanlış “kalkınma” politikalarının yol açtığı bir kırımdır. Eğer ölüm rakamlarına takılıp kalmazsak, iki katliam arasında benzerlikten çok belirgin bir benzemezlik olduğunu görürüz. Biri, terör devletinin bilinçli olarak işlediği toplu cinayetlerdir; diğeri ise, devletin ahmakça siyasetleriyle yol açtığı kitlesel bir kırımdır. Nitekim Mao, bu politikanın kırımlara yol açtığını gördüğü an, “Büyük ileri atılım” politikasına son vermiştir.

Mao’nun, ÇKP tarafından yayınlanmasına izin verilmeyen, Stalin eleştirilerini içeren kitabı olan Yayınlanmamış Yazılar (1956-1971), 1976 yılında Fatmagül Berktay çevirisiyle (ilginçtir ki, Fatmagül Berktay, o sırada Aydınlık Yayınları’nın çevirmeni olmasına rağmen, o zamanki Maocu Aydınlık hareketi bu çeviriyi basmak istememiştir; sorumluluktan kaçmak gibi anlaşılmasın ama ben o sırada “kazan dairesi”nde çalıştığımdan, “Kaptan köşkü”nde kimlerin ne gibi kararlar aldığıyla pek ilgilenemiyordum) May Yayınlarından çıkmıştı. Bir de Birikim Yayınları’ndan 1980’de çıkan yine Mao’nun Çin’de yayınlanması yasaklanmış Sovyet İktisadının Eleştirisi kitabı vardı. Fatmagül’ün çevirdiği kitapta, Stalin’in ölümünden sonraki gelişmelerden ve Macaristan ayaklanmasından telaşa kapılan ve olayların Çin’e de sıçramasından korkan Mao’nun Stalin’in uyguladığı kolektifleştirmeye yönelik bazı önemli eleştirileri yer alıyordu; keza çıkar çıkmaz okuduğum Birikim’in yayınladığı kitapta da öyle. Zaten ÇKP de bu yazıların yayınlanmasına bu yüzden izin vermemişti (bu da Mao’nun, Stalin kadar “dediğim dedik”, mutlak bir diktatör olmadığının göstergesidir). Hatırladığım kadarıyla bu kitaplardan birinde (muhtemelen ikincisinde) Mao, Stalin’in kolektifleştirme siyasetini ima ederek, “atı tarlaya sürüyorsunuz ama arpasını vermeyip aç bırakıyorsunuz” demiştir. Keza, Stalin’in idamlarını ima ederek, “insan başı pırasa değildir, kestiğiniz zaman yeniden bitmez” eleştirisi de sanırım bu iki kitaptan birinde yer alıyordu.

Son derece paradoksal ve ironiktir ki, Stalinist rejim, yeni Stalinist bürokrasinin en tepedeki aygıtının, bir yandan kolektifleştirme yoluyla köylülüğü tırpanlarken, esasen devletin dayandığı esas güç olan Stalinist bürokrasiyi biçtiği bir “büyük temizlik” hareketine dayanır. Maocu rejim ise, büyük ölçüde köylülükten oluşan yeni Maocu bürokrasinin yanlış “kalkınma” politikalarıyla köylülüğü ölüme sürmüştür. Fakat birincisinde, Stalin ölüm makinesini tamamen bilinçli bir şekilde çalıştırmıştır. İkincisinde ise Mao, bilinçli olarak kimseyi tutuklatıp öldürmediği halde, dayanağı olan köylülüğün kitleler halinde kırımına yol açmıştır. İki rejim arasında, ölüm yolunu bilinçli olarak tercih etmekle, yanlış politikalar sonucu buna neden olmak gibi önemli bir farklılık söz konusudur.

Bazı arkadaşlar, aynı toptancı bakış açısıyla, Mao ile Kamboçya’daki Polpot’u da özdeşleştiriyorlar, hatta bazıları bu özdeşleştirmeyi Stalin’e kadar da uzatıyor. Oysa Mao’nun rejimindeki, hatalı politikaların yol açtığı kitlesel kırımla ya da Stalin’in “büyük temizliği” ile Polpot rejimindeki kitlesel kırım arasında pek bir benzerlik yoktur. Polpot rejimi, bir hatalı politikanın ya da politik bir “temizliğin” sonucu değil, doğrudan bilinçli bir tercih olarak kitlesel kırıma girişmiştir. Öte yandan, Polpot rejiminin kırımı ile Stalin rejiminin kırımı arasında, kolektifleştirmeyle köylülüğün ölüme sürülmesi gibi bazı benzerlikler olmakla birlikte, önemli benzemezlikler de vardır. Polpot rejimi, Stalin gibi kendi bürokrasisini biçmek yerine (zaten Polpot’un kısa iktidar döneminde bir bürokrasinin oluşmasına yetecek kadar zaman da olmamıştır), doğrudan şehir halkını ve okumuş kesimi hedef almıştır. Polpot ve çevresindekiler, uzun yıllar Kamboçya’nın vahşi ormanlarında zorlu bir silahlı mücadele yürüttükten sonra, Amerika’nın Hindiçini’deki yenilgisi üzerine aniden iktidara ve şehirlere hâkim olunca, tuhaf bir “köylü” intikamcılığıyla kültürel olarak kendine yabancı ne varsa yok etmeye girişmiştir. Bir anlamda keyfi bir “toplum mühendisliği” hevesine de dayanan bu yok ediciliğin ne Mao ne de Stalin ile bir benzerliği vardır. 

Sonuç olarak, “kitlesel terör” başlığı kesinlikle kendi başına bir şey ifade etmez. Her bir durumun toptancı değil, tefrikçi bir bakış açısıyla tahlil edilmesi gerekir.

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version