Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Seçimde sürgünün de sözü vardır…

Seçimde sürgünün de sözü vardır…


On yıldan beri siyasal sürgünlerin hak ve özgürlük mücadelesinin savunuculuğunu ve sözcülüğünü yapan Avrupa Sürgünler Meclisi, 12 Eylül 1980 darbesinin 42. yıldönümü dolayısıyla 17 Eylül Cumartesi günü Köln’de “12 Eylül’den Günümüze Türkiye” konulu bir sempozyum düzenledi.

Toplantının açılışında müzisyen Mehmet Akbaş’ın Türkçe, Kurmanci ve Zazaca türkülerden oluşan dinletisinin ardından 12 Eylül 1980 darbesinin zindanlarda ve işkence merkezlerindeki insanlık dışı uygulamalarını yansıtan Türkiye’deki Utanç Müzesi’nin görsel sunumu yapıldı.

Avrupa Sürgünler Meclisi eş başkanı Mahmut Özkan’ın açış konuşmasından sonra 12 Mart 1971’den bu yana iki darbe sonrasında ve AKP-MHP iktidarı döneminde sürgünlere yapılan baskılar ve bunlara karşı verilen mücadeleler konusunda bir sunum yaptım. Almanya Yeşiller Milletvekili Berivan Aymaz, gazeteci Banu Güven, Cumartesi Anneleri aktivisti Aysel Ocak ve Avrupa Sürgünler Meclisi eş başkanı, yazar Metin Ayçiçek, 12 Eylül darbesinin ve onu izleyen iktidarların insan hakları konusundaki çağdışı uygulamalarını kendi mücadele alanlarından örnekler vererek açıkladılar.

Anti-faşist mücadelenin yurt dışındaki en önemli gazetelerinden Avrupa Demokrat, sempozyumda yapılan konuşmaları canlı yayınla aynen yansıttığı gibi, görsel kaydını da link üzerinden sürekli erişilebilir kılmış bulunuyor.

Avrupa Sürgünler Meclisi’nin sempozyumundaki konuşma:

“Değerli dostlar,

Bugün İnci’yle birlikte Köln’e gelirken ikimiz de sürgünümüzün tam 51 yıl önceki ilk yılında, bu kentte yaşamış olduğumuz tatsız bir sürprizi anımsayarak duygulandık.

1971 yazıydı… Stockholm’deki dostlarımızın yardımıyla hazırladığımız çeşitli dillerdeki bildiri ve afişlerle dolu iki bavulu zor bela taşıyıp gardaki bagaja emanet ettikten sonra, ilk teması kurmak üzere, o dönemde Köln’deki Türkiyeli tek sol örgüt olan İşçi Derneği’nin kapısına dayanmıştık. Ne var ki, yaz tatilinde dernek kapalıydı, Ant’ın okuyucusu olan dostlarımız da tatildeydi… Bu nedenle bir gece Köln Garı’nın bekleme salonlarında sabahlamış, ancak ertesi gün tatilden dönen bir arkadaşımızla buluşarak Demokratik Direniş örgütünün Batı Almanya’daki ilk kampanyasını başlatmıştık…

Köln’e ikinci gelişimiz, 1972’deydi… Heinrich Böll ile buluşup Paris’te hazırladığımız çeşitli dillerdeki işkence belgelerini ve direniş çağrılarını kendisine sunmuştuk, o da Günther Grass ve Hans Magnus Enzensberger ile temas kurarak, diğer Avrupa ülkelerindeki gibi Almanya’da da Türkiye direnişiyle dayanışma komitesi oluşturma sözü vermişti.

Sahte pasaportla illegal olarak Köln ve Berlin’de yürüttüğümüz çalışmalar sırasında başımız derde girmezken, siyasal mülteci statüsü kazanıp legale çıktıktan sonra, 1977 yılı sonunda Brüksel’den Köln’e gelirken inanılmaz bir şey olmuştu…

Alman İçişleri Bakanı Werner Malhofer, 206 yabancı örgüt ve 287 yabancı yayın mensuplarının Alman topraklarına girmelerini sırf “aşırı solcu” oldukları gerekçesiyle yasaklayıp tüm sınır kontrol noktalarına isimlerini bildirmişti. Bu kişiler arasında İnfo-Türk‘ün yöneticisi olarak ben de vardım. Bu listede adım olduğu için, trende pasaport kontrolü yapan Alman polisleri tarafından tutuklanıp gece yarısı Belçika’ya iade edilmiştim.

Ancak bu yasaklama uygulaması Alman demokratik kuruluşlarının protestosu sonucunda bakanın istifa etmek zorunda kalmasıyla ortadan kalktığından, 12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra hem İnfo-Türk adına, hem de cunta rejimine karşı kurmuş olduğumuz Demokrasi İçin Birlik Avrupa Komitesi adına Almanya’ya sık sık gelerek birçok anti-faşist etkinliklere katıldım.

O dönemde TÖS liderlerinden değerli dostumuz Dursun Akçam’ın girişimiyle 1982’de Köln’de yayınlanmaya başlayan, benim de sürekli yazarları arasında bulunduğum  Demokrat Türkiye gazetesi, 12 Eylül darbesi sonrası devlet terörüne karşı yurt dışındaki mücadelenin en etkin silahlarından biri olmuştu.

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra faşist cuntanın yurt dışına yönelik baskı uygulamalarından birisi de rejime muhalif olanların Türk vatandaşlığından çıkartılmasıydı.

Darbeyi izleyen yedi yılda 26 bin kişiye “yurda dön” çağrısı yapılmış, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkartılmıştı. Pasaport talepleri reddedilenlerin sayısı 388 bini geçiyordu.

Yurt dışındaki 201 rejim muhalifine de “Türkiye Cumhuriyeti’nin iç ve dış güvenliği aleyhinde faaliyet gösterdiği” gerekçesiyle vatandaşlık hakkı kaybettirilmişti.

Vatandaşlıktan atılan Behice Boran, Gültekin Gazioğlu, Yılmaz Güney, Şanar Yurdatapan, Melike Demirağ, Ali Baran, Mehmet Emin Bozarslan, Nihat Behram, Mahmut Baksı, Şah Turna, Fuat Saka, Demir Özlü, Yücel Top ve daha yüzlerce muhalif Cunta şefi Evren tarafından “kansızlar” diye suçlanıyordu. Bu vatansızlaştırma operasyonundan İnci de, ben de, 1982’de nasibimizi almıştık.

O Evren ki, Türkiye’de yüzbinlerce yurttaşı zindana attırıp işkenceden geçirtirken, elinde Kuran ile kürsüye çıkıp ayetler okuyarak, okullarda din dersini zorunlu kılarak, imam-hatip okullarının açılmasına ve camiler yapılmasına hız vererek, askeri uçaklarla Doğu Anadolu’da Kürt köylerine İslam’ın son ordusu adına cihat çağrısı yapan duyurular yağdırarak bugünkü islamcı-faşist diktanın temellerini atmaktaydı.

12 Eylül Cuntası, yurt dışında muhalefeti ezmek için vatandaşlıktan atma uygulamasının yanı sıra Brüksel’de büyükelçiliğin yönetiminde kurdurduğu Türk Diyanet Vakfı ile göçmen camilerini ve derneklerini kontrol altına alıyordu.

Bu arada önemli bir hatırlatma yapmak isterim… Vatandaşlıktan atma 12 Eylül darbesinden sonra yoğun şekilde uygulanmışsa da, bu konudaki ilk girişim darbeden çok önce, Bülent Ecevit’in başında bulunduğu hükümete aitti. Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar, Nisan 1979’da verdiği bir demeçte, “Yurt dışında faaliyet gösteren, kanı ve kafasıyla milletimizin ferdi olmaya layık bulunmayanlar”a karşı gereken önlemlerin alınacağını açıklamış, ardından da İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, Avrupa ülkelerinin Türkiyeli teröristleri desteklediğini ileri sürerek bunlara karşı ivedi önlem alınmasını istemişti.

Ardından CHP Kastamonu Milletvekili Sabri Tığlı‘nın “devlet güvenliği aleyhinde faaliyette bulunanların vatandaşlıktan atılması” önerisi TBMM Dışişleri Komisyonu’nda kabul edilmiş, ama 1980 darbesi nedeniyle önerinin Meclis genel kurulunda yasalaştırılması mümkün olmamıştı. Evren Cuntası işte o mirası kullanmıştı…

Bir vurgulama daha yapmak isterim… Vatansızlaştırma, aslında Türkiye’de gelmiş geçmiş tüm iktidarların fıtratında vardır.

Büyük ozanımız Nazım Hikmet 1951 yılında Demokrat Parti iktidarı tarafından, ondan on yıl sonra da, seçkin bilim insanımız Prof. Fahrettin Petek, 1961’de Milli Birlik Komitesi’nin kararıyla Türk vatandaşlığından çıkartılmışlardı.

Dahası, 1915 – 1923 arası soykırımlar ve tehcirlerin kurbanı olan milyonlarca Ermeni’nin, Asuri’nin, Rum’un vatansızlaştırılması, 1934’te Trakya Pogromu’nun ardından Yahudilerin, 6-7 Eylül 1955 pogromundan sonra çok sayıda Rum ve Ermeni vatandaşın, dahası 1964 yılında, yine CHP iktidardayken, Türkiye’deki 12 bin Yunan vatandaşının tek bir valiz ve 22 Dolar’la Türkiye’yi terketmek zorunda bırakılması yakın tarihin en yüz kızartıcı sayfalarındandır.

80’li yıllarda, Evren Cuntası tarafından vatandaşlıktan atılan siyasal sürgünler olarak, Köln başta olmak üzere, Almanya’nın çeşitli kentlerinde birçok etkinlik düzenledik. Bunlardan en önemli ikisini anımsatmak isterim.

Sözümona parlamenter düzene geçildikten sonra Başbakan Turgut Özal “Türkiye’de demokrasiye dönüldüğü ve  Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na kabul edilmesi gerektiği” propagandası yapmak üzere Avrupa ülkelerine bir diplomatik sefer başlatmıştı. Bunun üzerine biz de İnfo-Türk adına Brüksel’de, 12 Eylül’ün tüm cürümleriyle birlikte Özal iktidarı döneminde de aynı cürümlerin nasıl sürdürüldüğünü belgeleyen Türkiye’de militarist’ “demokrasi” üzerine 406 sayfalık İngilizce bir KARA KİTAP yayınlamıştık.

Ardından, siyasal nedenlerle vatandaşlık kaybettirilmiş muhalifler olarak 23 Eylül 1987’de Berlin Senatosu’nda bir basın toplantısı düzenleyerek Turgut Özal‘ın yalanlarını açıklamış ve gerçekten demokratikleşme için neler yapılması gerektiğini ayrıntılı bir bildirgeyle ortaya koymuştuk. Bu bildirgenin imzacıları arasında, 12 Eylül darbesinden sonra vatandaşlıktan ilk atılan TİP genel başkanı Behice Boran da dahil farklı eğilimlerdeki sol örgütlerin ve DİSK’e bağlı devrimci sendikaların liderleri de yer alıyordu.

Bu basın toplantısından iki hafta sonra da, 10 Ekim 1987’de, sağlık sorunları sürgün koşullarında daha da ağırlaşan Behice Boran yaşamını yitirdi. Yine vatandaşlıktan atılan Yılmaz Güney’i, ondan dört yıl önce, 1983’te Paris’te, komüncülerin yattığı Père Lachaise mezarlığında sonsuzluğa uğurlamıştık.

1988’de, rejimin propagandası için Brüksel’e gelen Turgut Özal, uluslararası basın merkezinde yaptığı bir basın toplantısında kendisine Türkiye’deki insan hakları ihlalleriyle ilgili sorular yönelttiğimiz için toplantıyı yarıda keserek salonu terkedecek, ardından onun verdiği talimatla Brüksel Başkonsolosluğu, Türk vatandaşlığından çıkartılmış olduğumuzu İnci ile bana 26 Mayıs 1988’de taahhütlü mektupla ikinci kez tebliğ edecekti.

Aynı yıl, 11-12 Aralık 1988 tarihlerinde Köln kentinde 12 Eylül rejimine karşı uluslararası bir mahkeme toplandı… Artık hayatta olmayan Dursun Akçam, Gültekin Gazioğlu, Enver Karagöz, Server Tanilli, Şerafettin Kaya gibi dostlarımızla birlikte bu mahkemede cuntanın cürümlerini anlattık. Özellikle Artvin’de öğretmenlik yaparken göz altına alınıp gırtlağına kaynar su dökülerek işkenceden geçirilen sevgili dostumuz Enver Karagöz‘ün anlattıkları jüriyi üyelerini ve duruşmayı izleyenleri çok sarsmıştı.

İbretlik bir hatırlatma daha… Erdal Inönü liderligindeki SHP bu uluslararası mahkemenin jurisine Avrupa sosyal demokrat partilerinin temsilci göndermesini engellemişti… Dahası, mahkeme sırasında Köln’de düzenlenen insan hakları gecesine SHP’den üç milletvekili de çağrılmıştı, ancak bizzat Erdal İnönü bu milletvekillerini makamına çağırarak bu geceye katılmalarını yasaklamıştı.

Bu mahkemenin 12 Eylül rejimini mahkum etmesinden yıllar sonra, 18 Aralık 2010’da, Köln’de TÜDAY tarafından “Darbecileri Yargılamaya Çağırıyoruz” konulu bir toplantı düzenlenmişti. Yakınlarda kaybettiğimiz dostumuz, değerli hukukçu Yücel Sayman’la birlikte konuşmacı olarak bulunduğumuz o toplantıdan sonra da yıllar geçti, 12 Eylül darbecilerinden asla hesap sorulmadı.

Bugünkü AKP iktidarı da, yurt dışındaki muhaliflere karşı her türlü baskı ve tehdidi kullanmakta cuntacılardan hiç de geri kalmıyor.

Bir örnek… 7 Nisan 2021’de Resmi Gazete‘de yayımlanan bir kararla 377 kişi ve kuruluşun Türkiye’deki mal varlıkları donduruldu. Her ağzını açtığında cuntalara ve darbelere karşı olmaktan dem vuran AKP-MHP iktidarı, bu kararla da cuntacılığın ve darbeciliğin, sürgün düşmanlığının kendi fıtratında olduğunu bir kez daha net şekilde ortaya koydu…

Örneğin 90’lı yıllarda TBMM’de Kürt milletvekili olan ve halen Brüksel’deki Kürdistan Ulusal Kongresi (KNK) yöneticileri arasında bulunan Remzi Kartal ve Zübeyir Aydar, 2008 yılında “1971 ve 1980 askeri darbelerinin Türkiye’den dışa göç üzerindeki etkileri” konulu araştırmasından ötürü İnfo-Türk tarafından ödüllendirilmiş bulunan yazar ve gazeteci Bahar Kimyongür…

Yarım yüzyıllık mücadele arkadaşım, halen İsveç’te sürgün bulunan Ragıp Zarakolu’nun da bu uygulamada sadece Türkiye’deki malvarlığına değil, emekli maaşına dahi elkonulmuş bulunuyor.

Dahası, Ukrayna Krizi’nden yararlanan Recep Tayyip Erdoğan, şantaj politikasında cüretkar bir adım daha atarak, Finlandiya ile İsveç’in NATO’ya üye olarak katılmasını, bu ülkelerde bulunan muhaliflerin Türkiye’ye iade edilmesi koşuluna bağladı. İadesi istenenler listesinde dostumuz Ragıp Zarakolu da yer alıyor.

Ya Alman Devleti’nin sırf Ankara rejimini tatmin etmek için özellikle sol eğilimli ve Kürt sürgünlere karşı uygulamakta olduğu 129b terörü?

Avrupa Sürgünler Meclisi eşsözcüsü Mahmut Özkan Sürgün dergisinde çok iyi açıklamıştı:

“Almanya’da anayasanın ‘yabancı örgütleri’ kapsayan ve kamuoyunda ‘129 b maddesi’ olarak bilinen yasa gerekçe gösterilerek yargılanan onlarca devrimci, politik sürgün var. Almanya’nın Türkiye ve T. Kürdistanı kökenli sol, devrimci, ve komünist örgütleri özellikle hedef alması, Alman emperyalizmi ile TC devleti arasında devam eden tarihi, stratejik çıkar ve işbirliğinde aranmalıdır.”

Vatandaşlıktan atılma, bulunduğu yabancı ülkede dahi sürekli baskı ve tehdit altında bulunma, dünyanın tüm ülkelerine yerleşmiş 3 milyon’dan fazla Türkiyeli göçmenin, özellikle de devlet terörü nedeniyle ülkelerinden ayrı düşürülmüş siyasal sürgünlerin sorunudur.

Bu, Osmanlı’dan beri işlenen çeşitli soykırımlar ve tehcirler nedeniyle dünyanın çeşitli ülkelerini yeni yurt edinmiş Ermeni, Asuri, Kürt, Grek diyasporalarının sorunudur.

Bu, Birinci emperyalist paylaşım savaşı sonunda dört farklı ülkede yaşamaya mecbur edilmiş Kürt ulusunun, kuzeyde Bakur, doğuda Rojhilat, güneyde Başûr; batıda Rojava Kürtlerinin sorunudur.

Bu, en son Azeri ve Türk ordularının, islamcı terörist beslemelerin de katılımıyla, Dağlık Karabağ’ı işgal etmesi olayında görüldüğü gibi Ermeni ulusunun sorunudur.

Bu, son seçimde binbir hile ve baskıyla iradesi gaspedilerek daha yıllarca Türk ordusunun işgali altında yaşamaya mecbur tutulan Kuzey Kıbrıs halkının sorunudur.

Türkiye’de seçimler yaklaşıyor… Muhalefeti oluşturan tüm partilere düşen önemli görevlerden biri de, Avrupa Sürgünler Meclisi başta olmak üzere, demokratik göçmen örgütlerini, Asuri, Ermeni, Ezidi, Grek ve Kürt diyasporalarını temsil eden kuruluşları muhatap almak, onların iradesini de sandığa yansıtmaktır.

Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi isteniyorsa, sandığa onların iradesi de mutlaka yansımalı, sürgün tarihe gömülmelidir…”

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version