Türkiye’nin siyasi geleceğinin nasıl şekilleneceği, bugünkü otoriter yapının değişip değişmeyeceği veya değişimin nasıl ve ne ölçüde olacağı, günümüzün en acil cevap bekleyen soruları. Bu soruları cevaplandırmak için gerekli olan hareket noktasını belirlemek üzere öncelikle şu noktaları vurgulamak yerinde olacaktır. (1) Türkiye, Osmanlı Devleti’nin son döneminden bu yana, her zaman anayasalı bir devlet olagelmiş ama hiçbir zaman tam anlamıyla “anayasal devlet” olmamıştır. 1876’dan bugüne, hep bir anayasa olmuş ama devlet, her dönemde anayasanın dışına çıkarak davranabileceği bir alanı muhafaza etmiştir. (2) Bu anayasalı devlette, II. Meşrutiyet, Milli Mücadele dönemleriyle 1923-1931, 1945-1960, 1961-1980 ve 1982 sonrası dönemlerde, çok-partili ve parlamenter bir siyasi hayat yaşanmış ama, bu çok-partili hayat da hiçbir zaman tam anlamıyla demokratik bir nitelik taşımamıştır. (3) Devlet yönetiminde, özellikle 1909’dan itibaren benimsenmiş olan parlamenter sistem, neredeyse mutlak denebilecek bir ”meclis üstünlüğü”nden 1961 Anayasası ve sonrasında egemenliğin farklı organlar eliyle kullanıldığı bir formüle dönüşmüştür. 1961 Anayasası’nın modern parlamenter sistem ideal tipine hayli yaklaştığı, buna karşılık 1982 Anayasası’nın güçlü bir cumhurbaşkanlığı makamı yaratmak suretiyle, parlamentarizmden bir miktar ayrıldığı doğrudur ama sonuçta hakim organ parlamentodur. (4) 2017 Anayasa değişikliği ile, Türkiye’nin parlamenter sistem içinde edindiği birikime hiç uymayan bir yeni “sistem”e geçilmiştir. Bu sistemde parlamentonun etkinliği, tek kişilik yürütme organı olarak cumhurbaşkanının yetkilerinin gölgesinde kalmaktadır. Bunun hem anayasadan kaynaklanan normatif ve hem de siyasi hayatın gerçeklerine bağlı olan sosyolojik nedenleri bulunmaktadır. (5) Cumhurbaşkanı ve TBMM seçimlerinin birlikte yapılacağı güne az bir zaman kala, muhalefetin en önemli projesi, câri hükümet sistemini değiştirerek, parlamenter sistemi güçlü bir biçimde inşa etmektir. Muhalefet, bu değişikliği gerçekleştirmek suretiyle Türkiye’yi daha demokratik bir ülke haline getirebileceğini de düşünmektedir. İşte, en başta sorduğum sorular da burada düğümlenmektedir: Acaba böyle bir değişim mümkün müdür?
Bu soruya verilebilecek cevapları düşünmeye, öncelikle “sistem” ve “rejim” arasında bir kavramsal ayrım yaparak başlamak istiyorum. Sosyal ve siyasi teoride kullanılan pek çok kavram gibi, sistem ve rejim kavramları da farklı şekillerde anlaşılabilmekte hatta zaman zaman eşanlamlı olarak da kullanılabilmektedir. Benim burada tercih ettiğim kullanıma göre siyasi sistem, dar ve şeklî anlamda, bir devletin yönetiminde yasama, yürütme ve yargı organlarının kuruluş ve işleyişiyle ilgili anayasa kurallarının niteliğini anlatmaktadır. Tamamen biçimsel ve kurumsal bir anlamda siyasi sistemler de, özellikle yasama-yürütme ilişkileri bakımından gösterdikleri özelliklere göre, başkanlık, yarı-başkanlık ve parlamenter sistemler olarak sınıflandırılmaktadır. Siyasi rejim ise, devlet yönetiminde etkin olan kurumların nasıl bir sosyal yapı, nasıl bir siyasi kültür ortamı içinde ve ne gibi değerler ve ilkeler temelinde işlediğini, fiili siyasi karar alma süreçlerinin nasıl belirlendiğini anlatmaktadır. Buna göre de, siyasi rejimleri demokratik veya demokratik olmayan, örneğin diktatörlükler, otoriter rejimler, totaliter, faşist, Nasyonal Sosyalist rejimler, vb. biçimlerde nitelendirmek mümkün olmaktadır.
Şimdi, buradaki ayrımı esas alarak vurgulamak istediğim nokta şu: Türkiye’nin yakın geleceğinde, “siyasi sistem” değişebilir ama bu mutlaka “siyasi rejim”in de değişeceği anlamına gelmez. Halen içinde yaşamakta olduğumuz durumdan hareket edelim. 2017 Anayasa değişikliğinden sonra, Türkiye’nin siyasi sistemi, büyük ölçüde “başkanlık sistemi”ne yakındır. Bununla birlikte, bu sistem değişikliği Türkiye’yi daha demokratik veya daha hukuka bağlı bir devlet haline getirmemiş, tersine demokratik ilke ve değerlerden daha uzak, hukuk devleti niteliği daha da tahrip edilmiş bir devlet olma yönünde bir değişimle sonuçlanmıştır. Oysa dünya üzerinde “demokratik hukuk devleti” niteliğinde olan ve başkanlık sistemiyle yönetilen pek çok ülke mevcuttur. Biraz daha geriye gidersek, geçmişte Türkiye’de parlamenter sistem geçerliyken de Türkiye’nin demokratik hukuk devleti niteliğini tam olarak taşımadığı açıktır. Demek ki, sistemler kendiliğinden demokrasiyi ve hukuk devleti olma niteliğini adeta otomatik bir biçimde sağlamıyorlar. Bu durumda, Türkiye’nin geleceği için birinci tespitimiz şu olmalı: Sistem değişebilir ve parlamenter sisteme geçiş sağlanabilir ama, bu sistem değişikliği ile birlikte demokratik hukuk devleti yönünde bir gelişmenin de gerçekleşmesi başka faktörlere, yani sistem değişikliğinin temelini oluşturan ilkelerin, değerlerin demokratik hukuk devleti ile uyumlu olup olmadığına ve fiili işleyişin de bunlara uyum sağlayıp sağlamayacağına bağlıdır.
İşte bu nokta çok önemli gördüğüm iki noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bunlardan ilki, Türkiye’nin tarihi müktesebâtı, mevcut sosyo-ekonomik yapısı ve siyasi kültür özellikleri bakımından ortaya koyduğu tablonun, gelecekteki sistem değişikliği ile demokratik hukuk devleti idealine yakınlaşma potansiyeli taşıyıp taşımadığı tartışmasıdır. Bu, büyük ölçüde Türkiye toplumunun kendi iç dinamiklerine yoğunlaşmayı gerektiren bir tartışmadır. İkinci nokta ise, küresel gelişmelerin ve bu bağlamda uluslararası siyasetin Türkiye üzerindeki etkileriyle ilgilidir. Birinci nokta ile ilgili olarak şunu söylemek isterim. Türkiye, uzun bir süredir, toplumsal farklılıkların varlığını ve bunların siyasi olarak kabul görmesi gerektiğini reddeden, monolitik bir milli devlet mantığı içinde debelenmektedir. Zaman zaman bu mantıktan kurtulma emareleri belirse de, sonuçta gene aynı homojen, tek-tipçi toplum mantığı hakimiyetini icra etmektedir. Müstakbel bir sistem değişikliği, siyasi rejimi belirleyen bu mantığı da değiştirebilecek midir? İktidar da muhalefet de bu konuda pek ümit vermiyor.
İkinci noktanın da bu bağlamda önem kazandığını düşünüyorum. Türkiye’nin kritik siyasi değişim momentlerinde, küresel gelişmelerin, uluslararası siyasetin belirleyici denebilecek denli önemli roller oynadığı malum. 1945 sonrası çok-partili hayata geçiş en iyi örnek. Devletin resmi ideolojisine göre, bir ülkede farklı partilerin olması, o ülkede çıkarları farklı ve çatışan sınıfların olmasına bağlı. Oysa Türkiye’de “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir halk” var, bu nedenle de “Halk Partisi” dışında bir partiye gerek de yok. Bu durumda, ayrı bir parti olarak Demokrat Parti’nin varlığı nasıl izah edilebilir? Ya, “yanılmışız, sınıf esasına dayanmasa da farklı partiler olabilir” midir cevap, yoksa “ne yapalım, Batı ittifakına dahil olmanın başka yolu yoktu, zaten zararlı gördüğümüz partileri de kapattık ve kapatmaya da devam ediyoruz” mudur? Kanımca fark etmez, başka cevaplar da bulunabilir ama 1945’teki “rejim değişikliği”nin uluslararası siyasetle doğrudan bağı olduğu açıktır.
Bugüne geldiğimizde ise, küresel manzaranın içinde iki nokta dikkatimizi çekiyor. Bunlardan ilki, küresel kapitalizmin “neoliberalizm” denilen evresinin devam etmekte olduğu. İkincisi ise, ilk ortaya çıktığı 1970’lerin başından bugüne geçen yarım asrı aşkın sürenin başlarında, hem ABD’de, hem Avrupa’da ve dünyânın geri kalan bölgelerinde ağırlıklı olarak “muhafazakâr” siyasi kadroların uyguladığı neoliberalizmin bugün kendisini yenileyerek güçlenmesi ve pek çok ülkede ya iktidar olarak, ya da doğrudan iktidar olmasalar da yükselen toplumsal destek nedeniyle iktidardakileri etkileyerek öne çıkan “otoriter” yapılarla varlığını bir başka boyuta taşıması.
Bilindiği gibi, sosyal devletin tasfiye edilmesini, devletin “serbest piyasa ekonomisi” diye idealize edilen ilişkiler bütününü güvence altına almaktan başka bir fonksiyon üstlenmemesi gerektiğini benimseyen bir akım olarak neolibelarizm, bizde 24 Ocak 1980 kararlarından sonra uygulandığı ve en iyi biçimde de Turgut Özal tarafından sunulduğu üzere, “ekonomik liberalizm siyasi liberalizmi destekleyecektir” formülünün tersine bir işleyiş ortaya koymuştur. Başından itibaren otoriter eğilimlere sahip olan neoliberalizm, başta sendikalar olmak üzere, kendisine direnç oluşturabilecek tüm toplumsal örgütlenmeleri etkisizleştirirken, toplumu da atomize etmeyi ve kendi düzenine mecbur bırakmayı başardığı ölçüde kuvvetlenmiş ve kuvvetlendikçe de ayak bağı gibi gördüğü anayasal denetim mekanizmalarını tasfiye etmeye yönelmiştir. İşte, böyle bir küresel neoliberal ortam içinde, son dönemde yaşanan krizler daha net bir biçimde bugün “popülist otoriterlik” denilen yeni bir rejim tipini var etmiştir. Bu rejimlerin ortak özelliği, demokratik rejimlere özgü, çok-partili, iktidarın seçimlerle belirlendiği bir siyasetin varlığına izin vermesi ama bu görünüm altında, demokratik anayasal devlet düzeninin vazgeçilmez niteliği olan denetim ve sınırlandırma işlevi gören kurumların tahrip edilmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu özelliğe eklenen bir diğer önemli husus ise, yükselen otoriter rejimlerin toplumsal desteğini oluşturan, neoliberalizmin süreç içinde güçsüzleştirdiği orta ve orta alt sınıf ve katmanlarda yaygınlaşan yabancı düşmanlığı, göçmen aleyhtarlığı, ırkçılık ve bunlarda dâhil tüm farklılıklara düşmanca yaklaşılmasının beslediği ultra milliyetçilik ve savaş mantığının hakimiyetine giren bir siyasi atmosfer. Günümüz ana akım siyaset biliminin popülizm, yarışmacı otoriterlik, illiberal demokrasi gibi terimlerle karşılamayı tercih ettiği bu siyasi tablo, aslında çok net bir biçimde, faşizmi çağrıştıran unsurlarla yüklenmiş olarak karşımızda duruyor. Tek eksik, faşist rejimlerde olduğu gibi tek-adam, tek-parti, milis güçleri, toplumun paramiliter bir biçimde sevk ve idaresi. Umberto Eco, faşizmin yeniden gelişinde “Nazi üniformaları” ile karşımıza çıkmayacağını söylemişti. Güncel tablo, “sermaye mantığı”nı tüm ilişki alanlarına, bu arada devlete de yaygınlaştıran neoliberalizmle, tekelci sermayenin kritik müttefiki faşizmin günümüzdeki birliğinden oluşmaktadır. Fakat bu faşizm, kendine özgü tüm ideolojik unsurları koruyan ama bunu çok-partili, seçimlerin yapıldığı bir siyaset ortamında gerçekleştiren türden bir faşizmdir. Enzo Traverso, genelgeçer hâle gelen günümüz poülizminin aslında bu anlamıyla, “post-faşizm” olduğunu ileri sürüyor ki, basit bir tespitten öte, dikkat edilmesi gereken bir uyarı. Türkiye’nin geleceğini de ilgilendiriyor, sistemi değiştirebiliriz ama rejim post-faşizm olarak kalabilir.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***