Özellikle Batılı Türkiye uzmanlarının sıklıkla yaptığı bir hata var: Türkiye ve Rusya’nın bölgesel çıkarları birbirleriyle çatışan stratejik rakipler olduklarını varsayarak 19. yüzyıl ezberleriyle 21. yüzyılı okumaya çalışıyorlar. Oysa Çarlık Rusyası ve onu takip eden Sovyetler dönemi boyunca doğru olan bu husus 1990 itibariyle yepyeni jeo-stratejik dengelerin oluşmasıyla tarihe karıştı.
Çarlık Rusyası, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kafkaslar, Balkanlar ve bugünkü Ukrayna’daki topraklarına göz dikmişti, Birinci Dünya Savaşı’na kadar İstanbul’u alma hayalini kurdu, Stalin İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye’den toprak taleplerinde bulundu. Sovyetler yıkıldıktan sonra Rusya, Putin döneminden itibaren bir Ortodoks hilali kurma çabalarına girişti, bu çerçevede Balkanlar, Doğu Avrupa ve Kafkaslardaki eski Sovyet ülkeleri üzerinde hakimiyetini yeniden kurmayı hedefledi. Fakat Moskova bu çabalarına bir engel olarak veya bu bölgelerde kendisine ciddi bir rakip olarak Ankara’yı hiçbir zaman görmedi. Çünkü Türkiye’nin sözkonusu ülkelerdeki siyasi rejimleri belirleyebilecek gücü yoktu. Demir Perde’nin yıkılmasının getirdiği avantaj sayesinde Türkiye’nin ekonomik, ticari ve kültürel olarak bu bölgelerde varlığını yüz yıl kadar süren bir aradan sonra yeniden hissettirmeye başlamasını ise Rusya ciddi bir tehdit olarak algılamadı.
Putin’in eski Sovyet coğrafyasında yeniden hakimiyet kurma hedefinin odağında ince planlanmış bir enerji siyaseti yer alıyordu. Türkiye eğer Rusya’yla bu alanda bir rekabete girmeyi tercih etseydi işin rengi bambaşka olurdu. Şöyle ki Rusya için özellikle Orta Asya doğal gaz ve petrolünün kendi üzerinden uluslararası pazarlara ulaştırılması, bu alandaki tekel pozisyonunun sürmesi bakımından kritik önemdedir. ABD’nin yoğun girişimleri sonucu gerçekleşen Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı projesi ve daha sonra aynı hattı paralel takip ederek inşa edilen doğal gaz boru hatları bu bakımından Rusya için can sıkıcı olmakla birlikte, hacim olarak bu projelerin Rusya’ya gerçek bir alternatif haline geldiği de söylenemez. Bunun olabilmesi için bu hatlara özellikle Türkmen gazının eklenmesi gerekiyordu. Erdoğan hükümetleri başından itibaren hiçbir zaman bu meseleyi, yani Türkmen gazının Hazar Denizi üzerinden bu hatlar aracılığıyla dünya pazarlarına ulaştırılmasını öncelikli stratejik hedefleri arasına almadı. Aksine Mavi Akım I ve II ile Türk Akımı gibi projelerle Rus gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasına olanak vererek ve doğal gaz ihtiyacının yarısını Rusya’dan alıp ülkeyi Rus doğal gazına bağımlı hale getirerek Türkiye’nin artık Rusya’ya alternatif bir enerji güzergahı olma ihtimalini büyük ölçüde ortadan kaldırdı.
Batılı Türkiye uzmanları, iki ülke arasındaki stratejik rekabetin somut örnekleri olarak Suriye, Libya ve Kafkaslardaki çatışmalarda karşı tarafları desteklemelerini göstermekle birlikte, iş Erdoğan ve Putin arasındaki yakın ilişkinin sistemik temellerini bulmaya geldiğinde boşluğa düşmektedirler. İki ülkenin bu çatışmalarda karşı tarafları destekledikleri doğru olmakla birlikte, Rusya’nın Suriye ve Libya’da bulunuş sebebi Türkiye’nin etkinliğini dengelemek değildir. Rusya buralarda kendisini Batı’ya karşı konumlandırmakta ve Batı’yla giriştiği stratejik güç mücadelesinde kritik cepheleri boş bırakmama siyasetinin bir parçası olarak oralara müdahil olmaktadır. Libya önemli petrol ve doğal gaz kaynakları olan bir ülkedir, bu ülkenin akıbeti Avrupa enerji piyasasını öyle ya da böyle etkileyecektir, Rusya bu nedenle orada meydanı tamamıyla Batı’ya bırakmak istememektedir. Rusya’nın Suriye’de bulunuş nedenine ilişkin en makul açıklama, Batı’yı Ukrayna’da masaya çekebilmek için elini güçlendirme arzusudur. Erdoğan rejimi, Libya ve Suriye’de Batıyla birlikte hareket ettiği durumlarda Rusya’yla karşı karşıya gelmekte, bu ülkelerdeki siyasetini Batı’dan ayrıştırdığı oranda da Erdoğan ve Putin aralarında bir orta yol bulmakta zorlanmamaktalar. 15 Temmuz otokratik rejiminin kuruluşu sonrası Türkiye’nin Batı’yla kurumsal ilişkilerinin zayıflamaya başlamasının ardından, Rusya’nın Türk ordusunun Suriye’de askeri harekatlar düzenlemesine izin vermekte bir beis görmemesi bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Kafkaslarda yaşananlar da aynı gerçeğe işaret etmektedir: Azerbaycan’ın 2020’de Türkiye’nin de verdiği askeri destekle Ermeni ordusunu ağır bir yenilgiye uğratıp Yukarı Karabağ’ı çevreleyen rayonları geri aldığı doğru olmakla birlikte bu oldukça eksik bir anlatımdır. Şöyle ki, Ermeni ordusu ciddi bir dağılmışlığa düşmüşken ve Azerbaycan’ın artık tüm Yukarı Karabağ’ı alması söz konusuyken Rusya’nın ihtarı üzerine harekatını durdurmak zorunda kalması açıkça göstermektedir ki Moskova’nın izin vermemiş olması halinde Azerbaycan’ın bölgedeki statükoyu değiştirecek bir harekata girişmeye cesaret etmesi mümkün değildi. Rusya Kafkaslarda Türkiye’yi o kadar rakip olarak görmemektedir ki, Türkiye’yle ilişkilerini “bir millet, iki devlet” şiarıyla yürütecek denli yakın, “kardeş” bir devlet olan Azerbaycan’ın Ermenistan aleyhine kazanımlarda bulunmasına izin vermekte sorun görmemiştir. Çünkü Rusya’nın Azerbaycan yönetimiyle ilişkileri oldukça iyi seviyededir, zaten bu sayede Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Putin’den askeri harekat için “yeşil ışık” koparmayı başarmış gibidir. Kafkaslarda Azerbaycan ve Türkiye’yi bir tehdit olarak algılamadığını böylece iyice belli eden Rusya’nın asıl baş ağrısı olarak gördüğü ülke ise Batı etkinliğinin bölgedeki bir koçbaşı saydığı Gürcistan’dır. Paşinyan yönetiminin bugüne kadar tüm güvenliğini Rusya’ya ipotek etmiş Ermenistan’ın dış politikasında artık köklü bir değişime gitmeye acilen ihtiyaç duymasının nedeni de bu gerçeği apaçık görmüş olmasıdır. Putin’in Ermenistan’ı nasıl yalnız bıraktığını gören İran bu nedenle telaşla Rusya’nın çekilmesiyle doğan boşluğu doldurmaya çalışmakta, Erivan’ın direnemeyip Türkiye ve Azerbaycan’ın talep ettiği türde bir barışı kabullenmesinden ciddi endişe etmektedir.
İşte Erdoğan’ı otokrat dostu Putin’le bu denli yakınlaşabilmeye iten stratejik dengeler budur. Fakat Erdoğan’ın şu an anlamadığı veya çaresizlik içerisinde olduğu için anlamak istemediği husus Ukrayna savaşı sonrası Türkiye’nin hem NATO üyesi olup, hem de Rusya’nın uluslararası yaptırımları delmesine yardımcı olan bir ülke rolünü oynamasına Batı’nın kesinlikle izin vermeyeceği gerçeğidir.
Semerkant’da geçen hafta gerçekleşen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) toplantısı, Çin yönetiminin Putin’in Ukrayna’da saplandığı bataklığa ilişkin ciddi endişeler taşıdığını, bu nedenle Rusya’yla Batı’ya karşı tam müttefiklik içerisinde olduğuna dair bir görüntü vermek istemediğini gözler önüne serdi. Putin ŞİÖ Zirvesi’nde Rusya’nın Batı ittifakına karşı bir cephe oluşturabileceğini, bu çerçevede özellikle Çin ve Hindistan’ı yanına çekebileceğini göstermeyi hedefliyordu. Fakat öyle olmadı: Putin, Xi Jinping’in Ukrayna’daki savaşa ilişkin kendisine “tam desteğini” değil, “endişe ve sorularını” ilettiğini söyledi. Çin’in Putin’in Ukrayna’da önünü arkasını iyi hesaplamadığı yanlış bir işgal harekatı başlattığına ve bu nedenle başarılı olamayacağına inandığı iyice açığa çıktı. Hindistan Başbakanı Narendra Modi basın önünde Putin’i “Asrımız savaş çağı değil ve sizinle telefonda bu konuyu konuştum” sözleriyle uyarmaktan kaçınmadı, böylece Batı’ya “çaktırmadan” gül attı. Jinping ve Modi’nin zirve sırasında yaptıkları açıklamalarda Ukrayna meselesinde Batı’yı suçlayan ve/veya Rusya’ya arka çıkan bir tutum takınmaktan özellikle kaçındıkları görüldü.
Putin Jinping’le yaptığı görüşmeden somut bir başarı elde edemedi. Örneğin geçen hafta Rusya’nın Çin’e yönelik enerji siyasetinin temel taşı mahiyetinde planladığı “Sibirya’nın Gücü 2” adlı doğal gaz boru hattı anlaşmasına ilişkin tüm detayların iki ülke tarafından kabul edildiğini açıklamıştı. Oysa ŞİÖ zirvesinde böyle bir anlaşma imzalanmadı. Gelişmeleri yakından takip eden uzmanlar bunun şu anlama geldiğini vurguluyorlar: Çin, yaptırımlar konusunda ABD’nin kırmızı çizgilerini kesinlikle çiğnemek istemiyor.
Çin gibi güçlü bir ülkenin Rusya ve Batı arasında çapraz ateşte kalmamak için gösterdiği bu ihtiyattan, kendisi de zirveye katılmış olduğu halde, AKP lideri Erdoğan’ın maalesef hiç ders çıkarmadığı anlaşılmaktadır. Uluslararası dengelere etki etme gücüne sahip Çin ve Hindistan gibi ülkelerin bugüne kadar Batı ve Rusya arasındaki kapışmada yürüttükleri “dengeli siyaseti” Rusya lehine değiştirmeye ikna etmekte başarısız kaldığı görülen Putin’in elinde geriye eski Sovyet coğrafyasındaki ve Türkiye’deki otokrat dostlarıyla samimi pozlar vermek kaldı. Türkiye’yi derin bir ekonomik krize sokan ve seçim öncesi bu bataklıktan nasıl çıkacağını bilmeyen Erdoğan, Ukrayna’da ülkesini nasıl biteceği belli olmayan bir savaş bataklığına sapladığı için zayıf duruma düşen Putin’in koluna girerek Rus lidere birbirlerinin dertlerine ilaç olabileceklerini söylemektedir. Semerkant’da yaşanan gelişmelerin anlamı budur.
Rusya 26 Temmuz’da aldığı bir kararla Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nde iştiraki olan Türk şirketi IC İçtaş’ı projeden çıkarmıştı. Erdoğan’ın bu şirketle “özel bir ilişki” içerisinde olduğu belirtiliyor, nitekim şirketin yeniden projeye dahil edilmesini AKP lideri öncelikleri arasına almıştı. Semerkant’taki görüşmede Putin, IC İçtaş’ın projeye geri dönüşünü sağlayan bir anlaşmayı imzalamayı kabul etti.
Peki bunun karşılığında Erdoğan, Putin’e ne verdi? Rus lider onu da şu sözlerle açığa vurdu: “Türkiye üzerinden ürün ihraç edebileceğimizin sinyalini aldık.” Diplomaside bu kadar kısa bir cümlede bu kadar bilginin verildiği durumlar enderdir. Anlaşılan o ki, Erdoğan Putin’e mealen şöyle söylemiş: “Batı yaptırımları dolayısıyla Rus mallarını ihraç etmekte zorlandığınızı biliyoruz. Sizin o yaptırımları delmenize yardımcı oluruz. Siz Rus mallarını bizim üzerimizden dünya pazarlarına gönderebilirsiniz.”
Bu bize derinleşen ekonomik krize çözüm üretemeyen AKP liderinin seçim öncesi, Türkiye’ye çok pahalıya mal olması neredeyse kesin olan riskli bir kumar oynamaya karar verdiğini göstermektedir. Bu oyuna “Rus ruleti” değil “Türk ruleti” demek sanırım daha doğru olur. (Malumunuz Rus ruleti 6 mermilik tabancaya 1 mermi konularak oynanır. Kurtlar Vadisi adlı dizinin bir bölümünde Polat Alemdar adlı karakter bu oyunu tabancaya 1 yerine 5 mermi koyarak oynar ve oyunun adını “Türk ruleti” olarak adlandırır.)
Erdoğan Rusya’ya yönelik Ukrayna’yı işgal ettiği için uygulanan uluslararası yaptırımları pervasızca delerken Batı olan biteni seyredecek midir? Aksine Türkiye’nin böyle bir “yol geçen hanına” dönmemesi için harekete geçmeye hazırlandığını gösteren ciddi gelişmeler yaşanmaktadır. Geçen hafta yayınlanan, Batılı yetkililerin açıklamalarına dayanan Financial Times haberinden şunları öğreniyoruz: Türk bankacılık sektörünün Rusya yaptırımlarının delinmesi için potansiyel bir arka kapı işlevi görmesinden endişe eden ABD ve AB Türkiye’ye baskıyı artıracak. Bu çerçevede özellikle Rus Mir ödeme sistemine katılan Türk bankaları kıskaca alınacak. Nitekim bu hafta Washington, Rus Merkez Bankası’nda Mir ödeme sisteminden sorumlu genel müdür Vladimir Komlev’i de yaptırım uygulanan kişiler listesine aldı. Böylece Mir ödeme sistemi resmen yaptırımların hedefleri arasına girmiş oldu.
ABD ve AB’li yetkililer bu çerçevede neler yapacaklarına dair toplantılar düzenliyorlar. Bir Batılı yetkili “Üçüncü ülke finans kuruluşlarının Mir ödeme sistemiyle bağlantı kurmaması gerektiğine dair çok net bir mesaj göndereceğiz” diyor. Söz konusu toplantılara katılan bir diğer Batılı yetkili ise, Rusya’nın yaptırımları delmek için kullandığı açıkları kapatmaları gerektiğini, burada ana hedefin Türkiye olduğunu kaydediyor. Rusya’nın Visa ve Mastercard’a alternatif olarak geliştirdiği Mir sistemine beş Türk bankası (Vakıfbank, Ziraat Bankası, İş Bank, Deniz Bank ve Halk Bankası) üye oldu. Erdoğan, Halk Bank ve Deniz Bank’ı on yıl kadar önce İran’a yönelik ABD yaptırımlarının yasa dışı delinmesi için kullandığı için bu bankaların sicili zaten “lekelenmiş” durumda…
Hatırlanacağı üzere ABD Hazine Bakan Yardımcısı Wally Adeyemo bu konularda uyarmak için Türkiye’ye Haziran ayında bir ziyarette bulunmuş, daha sonra geçen ay TÜSİAD dahil bazı kuruluşlara bir mektup göndererek “yanlış yapmamaları” konusunda yazılı ikaz etmişti. Şimdi benzer adımların Avrupa cenahından da geleceği anlaşılıyor: Avrupa Finans Komiseri Mairead McGuinness gelecek ay Türkiye’ye bu amaçla bir ziyarette bulunacak.
Erdoğan Semerkant’dan BM Genel Kurulu toplantısına katılmak üzere doğrudan New York’a geçti. Orada önümüzdeki hafta ABD Başkanı Biden’la da görüşmesi bekleniyor. Daha önce de defaatle yaptığı gibi bu görüşmeden önce elini güçlendireceği umuduyla basın önünde Putin’in koluna girerek yürüyecek denli samimi pozlar verdi. Batı karşısında o kadar zayıf durumdaki aklına gelen tek şey “Bana istediğimi vermezseniz, Rusya’ya yanaşırım” blöfünü oynayıp durmaktan ibaret… Eğer ABD Başkanı’nın “Lütfen yaptırımlarımızı delme, Rusya’ya yanaşma, bunun karşılığında benden istediğin tüm yardımları yapmaya, bu sayede sana seçimi kazandırmaya hazırım” diyeceği gibi hayaller kuruyorsa, New York’tan geçen yılki gibi büyük hayal kırıklıklarıyla dönmesi beklenmelidir. Aksine kendisine, özetle “Yaptırımları delersen, sonuçlarına katlanırsın, uyarıyorum” denmesi çok daha yüksek bir ihtimaldir. Çünkü ilk tutumu takınması halinde Erdoğan’ın bunu zayıflık olarak görüp Putin’le ilişkilerini iyice ilerletmekten kaçınmayacağını gayet iyi biliyorlar. Erdoğan’ın “anladığı dil” konusunda Batılı liderler artık epey tecrübe kazanmış durumda…
Anladıkları bir başka husus ise Erdoğan’ın dış politikasını, Türkiye’nin ulusal çıkarları değil AKP liderinin seçim hesaplarının belirlediği gerçeğidir. Bir AB diplomatı “euobserver” adlı haber portalına Erdoğan’ın “takıntılı” şekilde kamuoyu yoklamaları yaptırdığını ve attığı her adımın halkta nasıl karşılandığını “çılgınca” ölçtürdüğünü belirtmiş. AB diplomatı, ayrıca, Erdoğan’ın seçim öncesinde Türk halkı nezdinde “dünya sahnesinde önemli bir oyuncu gibi gözükmek için” İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerinin TBMM’deki onayını olabildiğince geciktirebileceğini kaydetmiş. Şu an 30 NATO üyesinden 24’ü parlamento onayını çıkardı. Henüz Türkiye süreci tek başına bloke eden ülke konumunda değil. İş o noktaya varırsa, yani Erdoğan böyle bir şeye tevessül ederse, bu (I) Batı ittifakında çatlamaya yol açarak Putin’e destek olma ve (II) seçim öncesi Batı karşıtlığını köpürterek popülerlik devşirme teşebbüsü olarak algılanacaktır.
Batı’nın Rusya’ya yaptırımları deldiği gerekçesiyle Türkiye’ye yönelik alacağı ikincil önlemler, zaten bıçak sırtında giden ekonominin felce uğramasına yol açabilir. Erdoğan bunu göze alabilir mi? Metropoll araştırma şirketinin son anketlerine göre AKP tabanının bile üçte birinden fazlası Yunanistan’la yaşanan son gerilimin seçime yönelik bir hamle olduğunu düşünüyor. Görünen o ki, medyanın yüzde 90’ını kontrol ettiği halde, kendi tabanı bile “Yunanistan’la kriz” numarasına kanmamış. Dövizin ve enflasyonun iyice kontrolden çıkmış olduğu bir ortamda Erdoğan “tüm krizin sorumlusu olarak Batı’yı göstererek” eve ekmek götürme mücadelesi veren seçmeni ikna edebileceğine, sosyal patlamaları önleyebileceğine gerçekten inanmakta mıdır? Karnı aç ve soğuktan titreyen insanlar ne kadar ustaca icra edilirse edilsin “cambaza bak!” oyununa kendilerini kaptırabilirler mi? Yoksa AKP lideri Batı’nın “blöfünü yemediğini” ve Türkiye’ye ikincil yaptırımlar uygulayacağını gördüğü anda Rusya’yla ilişkilerde acı bir fren mi yapacaktır? Böyle bir fren, pek çok vaatlerde bulunduğu anlaşılan otokrat dostunda aldatıldığı hissini uyandırmayacak mıdır? Unutmayalım ki Putin’in gazabının da Türk ekonomisini alt üst etme potansiyeli yüksektir.
Seçime dokuz ay kaldı. Bu soruların cevabını öğrenmek için fazla beklemeyeceğiz.
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***