Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Yani seçmen mi ithal etmeli?

Yani seçmen mi ithal etmeli?


Acaba eşiğinde durduğumuz tarihsel dönemecin önemini abartıyor olabilir miyiz? Şu cümlemi şunca süredir hepimiz adına çile dolduran iki simgeleşmiş isim Demirtaş ve Kavala’ya okutsak sunturlu bir küfür işitiriz muhtemelen. 

Buna karşılık işin özü önümüzde, artık on aydan kısa bir süre sonra, bir seçim var. Konuştuğumuz, maçı çevirecek biçimde o seçimi kazanacak stratejiyi belirlemek. Her kafadan bir ses çıkması doğal. Ve hatta yararlı da belki. “Kendi aranda muhabbeti kes, esas duruş!” diye gürlemek yahut “bak ama muhalefetime geldi” diye hayıflanmak ise değil.  

Esasa ilişkin diğer husus bu seçimin de, beğenelim beğenmeyelim, bir başkanlık seçimi olacağı. Yani “reisçi” bir düzlemde yine yeni bir “reis” seçeceğiz. Ardından, Erdoğan’ın karşısındaki aday o seçimi kazandıysa yeni reise kendi önceliklerimize göre not vereceğiz: Laiklik, çoğulculuk, katılımcılık, ademimerkeziyetçilik, akılcılık, eşitlikçilik, bağımsız yargı, haklar ve özgürlükler vb. 

Bu rastgele sıraladığım öncelikleri en azından bu köşeyi okuyanlardan büyük çoğunluğunun paylaşacağını sanıyorum. Ancak bu köşenin –varsa- okurlarının Türkiye toplumunun yol gösterici bir kesitini yansıttığını ise sanmıyorum. Daha önce pek çok kez belirttiğim üzere çoğunluk, hayat pahalılığı/alım gücü ve düzensiz göç/sığınmacıların durumu konularına göre oy verecek herhalde. 

Çelişkili olan taraf, yeni reisin “reisçiliği, reisçi düzeni” bitirmek üzere seçilecek oluşu. Çelişki içinde çelişkiyse, yeni reisin yeni döneme geçişi yine “reisçi” adımlarla sağlayacak oluşu. Yeni reisin, “ben önce reisçiliği bitireceğim, sonra oturup cumhuriyeti demokrasiyle nasıl taçlandıracağımızı konuşacağız” demesi tutarsız olur. Bu iki edim eşgüdümlü yürümek zorunda: Islık çalarak merdiven inmek gibi.

Siyaset iletişimi açısından oldukça ilginç değil mi, “Altılı Masa” adı üstünde bir masa. Bir hareket, bir birlik, bir cephe, bir koalisyon vb. değil. Masaya oturulduğu gibi kalkılabilir, masanın başında ayakta durulmaz, masa yola çıkılacak bir araç değildir, yerinde durur. Masa bir istişare oturumunu imler. 

Reisçi düzende koalisyon hükümeti kurulmaz. Kurulacak olan reisin kendi kabinesi. Üst düzey yönetici konumundaki bürokratik atamaları yapacak –veya yapmayacak?- olan da yeni reis. Kanun tekliflerini hazırlayıp, TBMM Genel Kurulu’na indirecek olan da reis. TBMM’de bu teklifleri geçirmek için köşe başlarını tutacak, çoğunluğu arayacak ve bulacak olan da.           

Öyleyse ne yapmalı? Çok basit muavin, önce şu seçimi kazanmalı! Emre Erdoğan MedyascopeTV haftasonu yazılarında pek çok kez bilimsel biçimde açıkladı. Seçmenin karar verme eğilimi, süreci pek öyle uzun uzadıya, derin bir hesap-kitap işi değil. Varsayımın sağlaması bence basit: Demirtaş’la HDP’nin dediğiyle, Demirtaş’sız HDP’nin dediği farklı mı? Ya oy oranı? Tek veya salt etken bu değil diyebilirsiniz ama yine de… 

Amerikalılar, Fransızlar gibi reisçiliği biz henüz pek içselleştiremedik. Bizim reisçilik Rus yahut onun devamı Orta Asya tarzı. ABD’de maç ön seçimlerde aday belirlenirken oynanıyor. Çok partili başkanlık rejiminin pek hayırlı sonuç vermediğini ben Evren Çelik Wiltse hocamdan öğrenmiştim. ABD iki partili. Fransa ise iki turlu. ABD’de ön seçimlerde hülyalar tartılıyor, Fransa’da ikinci turda beğenilmeyen aday eleniyor. Atalet, sükûnet demek değilse de, sakin olmakta yarar var.      

AKP’nin 21. yılı esin vermiş olacak, Bekir Ağırdır, Yıldıray Oğur ve Fehmi Koru koşut kulvarlara koşular yapan yazılar yazdılar. Anladığım kadarıyla bu kafayla gidilirse yine duvara çarpmanın olası olduğu ve hülyalarla gerçekleri karıştırmamak yönünde üçünün de uyarıları. Girişte belirttiğim gibi bence her katkı değerli, her katkıya kulak vermeli.   

Bununa birlikte siyaset bilimi ile sosyolojinin siyasete bir yere dek tekabül ettiği görüşündeyim. Sayın Ağırdır’dan iki alıntıyla örneklendireyim: “Yaşanan yıkımı yeni bir yaratıcı yıkım sürecine çevirebilmek için böyle bir strateji gerek. Bunun yolu da muhafazakâr-seküler-Kürtler şeklindeki üç Türkiye’nin büyük toplumsal uzlaşmasını inşa edebilmek.” “Erdoğan’ın bugünkü seçmen kitlesi esasen Cumhuriyet ve Batı medeniyeti karşıtlığından beslenen, laiklikle de toplumsal cinsiyet eşitliği talebiyle de meselesi olan bir kitle.”

İslâmcılarla demokrasi yolu elele yürünebiliyorsa, öyle ya sözde gadre uğramış Fethullahçılarla da “muhaliflik” gerekçesiyle yine elele tutuşulabilir demektir. Madem gönül bahçemiz böylesine zengin, meşrebimiz bu denli geniş, helâlleşme neden Fethullahçıları da kapsamasın? Ne “Anadolu irfanı” ne “köylülük” methiyelerine katılırım ama bizim İslâm anlayışımızda Yesevilik, İmam Maturidi, Alevi-Bektaşi geleneği, Osmanlı deneyimi vb. diğer nüfusunun çoğunluğu Müslüman ülkelere göre epey fark yaratmış olsa gerek.   

Laik/seküler olmayan demokrasi yok. Kanatsız uçak gibi. Acaba “muhafazakâr” denilen çoğunluk islâmcı mı, yoksa islâmcı olan yönetim mi? Milliyetçilikle vatanseverliği karıştırdığımız gibi, dindarlığı muhafazakârlık mı sanıyoruz? Akımın anavatanı Britanya’da Hindusu, Sikhi, Pakisi nasıl Muhafazakâr Parti genel başkanlık yarışına heveslenebiliyor? Sözgelimi bir Daron Acemoğlu’nun AKP genel başkanlığına oynadığını düşünelim. Veya Erdoğan beş vakit namazında olduğu için mi 20 yıldır kazanıyor?    

Neyse, bizde deniz artık her türlü bitti. Siyaseten de, iktisaden de, yargının durumu bakımından da. Şark kurnazlığının akıl yerine konulamayacağı açıkça ortaya çıktı. İslâmcılığın en ılımlı türünün bile demokrasiyle uzaktan yakından bağdaşmayacağı da öyle. “Kazanılmış haklar” denilen de öyle bir palavra ki, yine örnekse bir Dersimli Kürt Alevi kadın siyasetçi Aysel Tuğluk o hakları değil kazanmak, rüyasında görse inanmaz.

İslâmcılarla demokrasi yolu yürümeye kalkan kendini Rusya, Çin, İran ayarı bir son durakta bulur. Nehri akrebi sırtına alıp geçmeye razı olan kurbağa meseli bu konuda yeterince yol göstericidir. Burada, “Türkiye’dir” diyebileceğimiz kıratta ozanlarımızdan Ahmet Arif’in “bir umudum sende anlıyor musun?” sorusu ilk kez oy kullanacak, Erdoğan başa geçtikten sonra doğan bugünün genci çocuklara yöneliyor. Onları sandığa götürebilmek ise “ikinci nalı bulmak” oluyor. 

Erdoğan gökten zembille inmedi. Bizim kalın doğrama ortalamamız neyse, Erdoğan o. Sonuçta gelecek seçimden sonra da layık olduğumuz biçimde yönetileceğiz. “Bu da Allah’tan, hamdolsun” deyip, yerimizde oturacak da değiliz. Ancak yirmi yıllık karadüzenin ardında çoğunluk “aaa, Merkez Bankası bilançosu ne de güzel makyajlanmış öyle” deyip mührü ampule basacaksa, ben kendi adıma “ver elini öpeyim dayı, helâli hoş olsun” diyeceğim.        

Şimdilik en gerçekçi tutum sanki günü geldiğinde “reis öldü, yaşasın reis” diyebilmek olacak. Aynı mecazı sürdürerek “regicide” (kralı öldürmek – rejisit?) de yeni reisin seçmenlerinin en güçlü denetim aracı. “Suicide” (kendini öldürmek, intihar) vaat eden, “siz zahmet buyurmayın ‘regicide’ işi bende” diyecek bir “rex”/reis seçmek de belki içkin çelişkilerin anası. Bu düzende, reisin hakkı reise…    

Hamiş kabilinden: Gökçeada Meryemana Panayırı’nın yasaklanmasına şöyle ağız dolusu bir tepki veremeyen Altılı Masa’yla AB standardında demokrasi ülküsü… Diyecektim, içim şişti. “Ha gayret, hadi babam, hadi anam, olacak inşallah” demekten, dişimizi sıkmaktan patladık, patladık, patladık.   

*Sayın Savcı, “regicide” “suicide” filan derken mecaz yapıyorum, haşa subliminal meşaz filan vermiyor, ölmekten/öldürmekten asla söz etmiyorum. 

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version