Gelecekteki uyanışına kadar seveceği yegâne beyaz çiçeğini koruyan ihtiyar manolyanın gölgesinde tanıştım şairle. Trajedisini sevinç hıçkırıklarıyla örten hikayesi, vanilya tozlu masum taç yapraklarıyla şehvetini gizleyen ağacın da ömrünü uzattı.
Şiirle yaktığı ruhuyla, baharatlı arzuları arasındaki gerilim itinayla bozduğu kaderini de belirlemiş. Onu hayata bağlayan ipeksi sicimleri koparıp attığı o ilk an sorulsa cevabı ne olurdu. İlk mavi kesik nasıl bir sızıyla kendini hissettirmişti? Yeterince sevilmediğine inandığı anların toplamı, hayatın köküne yazıyla, şiirle, aşkla, tutkuyla, direnişle, kendini hiçleştiren boş bir kibirle tutunduğu hatıralarından fazla mıydı? Acılarının gerçekliğini şiire, yazıya dönüştürme iradesinden ne vakit vazgeçmişti? Yeteneğini aşkın kıyılarında gezinen şehvete teslim ettiği savrulmalarda mı?
Hayat hikayeleri bilgiden ziyade sezgileri kucaklayan menevişli bir merak dürtüsüyle şekilleniyor. ‘Mandelstam’ın Son Günleri’ kitabıyla tanıdığım şair Venus Khoury-Ghata, şairlerin yarım kalan hikâyelerini kelimeleriyle tamamlamıyor, eksik kalmaya mahkûm olanı şiirin hayatla ahenkli ritmini hissedenler için çoğaltıyor. Kelimenin kaderle buluşan efsunlu ruhu. Bir insanın hayatını büsbütün değiştiren, bazen yıkan tesadüflerin, buluşmaların, savrulmaların, kırılmaların izini sürerken öteki hayat ihtimallerini de tahayyül ediyor. Sonsuzluk tasavvurunda dolaşan bir gezgin o. Sevdiğini derinleştiriyor. Ve beni daha çok bu tavrıyla cezbediyor.
Bu yazı için masamla, hayatıma sessiz bilgeliğiyle eşlik eden hediye koltuğumla barıştığım gün, camları kırbaçlayan yağmurun tavandan süzülüşünü izliyordum. Sonunda puslu düşüncelere teslim oldum. Okuduğum kitapta olmayan korkunç gerçek, basit bir zihin yanılsaması olamazdı. Boris’in Marina’yı Abluga’daki son sürgününe gönderirken bavulunu bağlaması için verdiği iple kendini astığını yazan, bana tuhaf bir işaret göndermişti. Yazıya devam edemedim. Biyografi yazarlarının titiz incelemeleri çoğunluğun ilgisini çekmeyen ayrıntıları, derindeki anlamı bazen göremez. O hayatın içinden kıymetli olanı çekip çıkarmak için cevabı müphem sorulara da cüretkâr bir tavırla sokulmak lazım.
Birkaç gün sonra o uğursuz cümlenin sahibini aramaktan vazgeçtim. Örümceklerin sevişirken öldürmesine benzer hayatında, sandalyenin üzerinden atılmış bir tekmeyle her şeyi boşlukta bırakan ipin ne önemi olabilirdi? Şiirinin ayrık otlarıyla kederli bir titreşim bırakmak isteyen, soyadı “çiçekli” anlamına gelen Tsvetayeva 49 yıl sonra yaşamaktan vazgeçmişti. Hakikat buydu.
Bir hayat hikayesini böyle bir “sonla” anlatmaya başlamak uçurumdan aşağıya sarkarken okurla mesafelenmeyi göze almak demektir. Ürkenler kaçıp gittikten sonra kalanların manasını, dikenini yeryüzüne batıran uyumsuzların sevme, sevilme, onaylanma, reddedilme, küçümsenme hezeyanlarını kavramak isteyenler, harabelere sığınan deliler kalır. Nedense geride hep onlar kalır.
O bende kelimeleriyle yaşıyor
Khoury-Ghata onlar için yazıyor. Ben duygular, zamanlar, cümleler arasındaki boşlukları anlamak için okuyor, sırlı hikâyelerin tohumları geleceğe saçılsın diye çoğaltırken kayboluyorum. Hayallerine kavuşamayan rüyalar yazılmayı bekliyor. Sonsuz yazı döngüsü.
“Kendini asmayacaktın, eğer oğlun biraz daha az acıksaydı, yazmak için bir masan olsaydı ve düşman yararına casusluk yapmakla suçlanan kocan ve kızın Alya’dan haber almış olsaydın. Bir yıl önce tutuklanmışlardı. Belki de idam edilmişlerdi.”
“Kendini asmayacaktın belki, eğer Boris Pasternak Moskova metrosunda beş dakikalık bir karşılaşma neticesinde çok uzun sürmüş bir mektuplaşmaya (toplamı 20 yıl) aniden son vermemiş olsaydı, genç eleştirmen Bakhrah’ın sabrını tüketmemiş olsaydın, Berlinli yayıncın Vichniak mektuplarını sana tek kelime etmeden iade etmemiş olsaydı.”
Hasta kızı İrina’yı pis bir battaniyeye sarıp yetimhaneye bıraktıktan bir ay sonra ölüm haberini aldığında ölmüştü belki Marina. Ya da daha sekiz yaşındayken günlük tutan üstün zekâlı kızı Alya’yı en zor koşullarda yaşatmaya karar verdiği gün. Ölü bir çocuğun adını nadiren andığı yirmi yıl boyunca acılarını gölgeyelen ölümün karanlık kuytusunda yaşamıştı belki. Ya da Boris’in onu hayal ettiği gibi sevmeyeceğini hissettiği o meşum gün yazmaktan, yaşamaktan vazgeçmişti.
Kimse hakiki sebebi bilemez; muhtemelen kendisi de bilmiyordu. Tutkuyla yaktığı erkekleri, şiirini parlatırken benliğini parçalayan melankolisi, hırçın ruhu ve vücudu arasındaki uyumsuzluğu, “yersizliği”, dostlarının küçümsemesi, rejime, aileye, yazarlar birliğine, biatçılara direnen inadı ve onu bu dünyada yapayalnız değil “tek başına” bırakan kontrolsüzlüğü, komünizmin estetik anlayışına uymadığı için yayınlanmayan şiirleri, kitapları da meçhul “öteki hayat” listesine dahil.
“Bir mahkûmun öteki mahkûmla kendisini ayıran duvara vurması gibi yazıyordun” diyor onu şair bakışıyla seven Ghata. Bazen temennilerini bazen de kızgınlığını dile getiriyor hatta acımasızca yargılıyor. 750 sayfalık ağır günlüğüne eğilmiş “kayıp bir şair” hayatının dağılmış parçalarını birleştirirken, teniyle, kelimeleriyle, sevdiği erkeklere, kadınlara bağlanma saplantısının sebeplerini anlamaya çalışıyor.
Onunla birlikte gün ağarına kadar şiir notlarının, çevirilerin, mektupların, karmaşık defterlerin yığıldığı kırık bir masada yazan, ihbar edilmeye, tutuklanmaya, kurşuna dizilmeye, sınır dışı edilmeye hazır bir âsiyi izliyorum. O bende kelimelere dönüşememiş meçhul anlarıyla yaşıyor.
Moskova’daki Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi’nin kurucusu, sanat tarihi profesörü bir babanın kızının ilk kitabı yayımlandığında şiirleri övgüyle karşılanıyor, gazeteler ona sayfalarını açıyor. Dönemin ünlü edebiyat eleştirmeni Max Voloşin onun herkes gibi düşünmeyen, akımlarından kaçınan bir yabani olduğunu hemen anlıyor; “Büyülüyordun, rahatsız ediyordun, korkutuyordun.”
7 yaşından itibaren Almanca ve Fransızca şiirler yazmaya başlayan, 16 yaşındayken Sorbonne’da Eski Fransız Edebiyatı derslerini takip eden genç kadının varlığı, dokunduğu, terk ettiği, sokulduğu bütün kadınları, erkekleri korkutmuş belli ki. Onu sevdiklerinden ayıran hangi benliğiydi? Neden kemikleşen huysuzluğuna tutunmuştu?
‘Aşk şairden nefret eder sevgili Rilke’
1910’da Rus şairlerinin ilgisini çeken “Akşam Albümü” kitabı hayatını değiştiren talih kırılmalarından ikincisi. Öncesinde müzisyen annesinin erken ölümü var.
Stalin rejimiyle, Beyaz Ordu’ya katıldığı için düşmanlarıyla, yoksulluk mücadelesiyle karısını ve çocuklarını bir başına bırakan, kaotik maceralarına rağmen terk etmediği, kendini astıktan üç ay sonra kurşuna dizilen kocası Sergey Efron diğerleri gibi değil. Yazmıyordu. Şiir dünyasında yeri yoktu. Bohem hayatına uygun değildi. Onu beklerken yazanları sevmek istedi; Şair Osip Mandelstam, romancı İlya Ehrenburg, şair Sofiya Parnok, güvenli Prens Volkonski ve diğerleri. Muğlak aşk hikâyeleri, eksik konuşmalar, tekinsiz dostluklar. Farklı suretlerle hep aynı çemberin içinde başladığı yere dönüyordu.
Sembolist hareketin şairlerinden ve kuramcılarından Viaçeslav Ivanov ziyaretine geldiğinde dizginsiz tutkusunu dindireceğini düşündü. Belki o geri gelecekti.
O gidince “Sevilmeyen bir beden tabut gibidir” yazmış defterine. Neden yoksul evine gelen şairlerden, yazarlardan, sanatçılardan beklediği o içten “yakınlığı” bulamamıştı? Refah içinde yaşayan rejim dostu Pasternak’ın ötekilerden farkı neydi? Onun kapalı duygu dünyasına sızmasıyla mı başlamıştı asıl yıkıntı? İki insanın içinde aynı anda nadiren kıvılcımlanan sessizliğin uyanışını mı duydu?
Dönemin koşulları farklı olsaydı Marina hayatından vazgeçer miydi?
“Yargılanmadan tutuklanıyordu insanlar. Öncelikle de aydınlar. Ahmatova sorgulanmış, yakın takibe alınmış, kocası Gumilyov kurşuna dizilmiş. Yesenin kurşuna dizilmişti. Aleksandr Blok gizemli bir biçimde ölmüştü. Mayakovski kafasına kurşun sıkmıştı. Mandelstam’ın cesedi toplu bir mezar çukuruna atılmıştı. Yazması yasaklanmış, hayatını kazanması yasaklanmıştı.”
Ghata, bazen kendinden fazla emin; “Başını dayayacağın sağlam bir omuz bulamadığın için yazmaya sarıldın” diyor. Ben o kadar emin değilim. Yazmak da bir biçimde hayatı yıkıp yeniden inşa etmek demek. Makul bir sebebe ihtiyaç duymaz çoğu zaman. Yazı, yakındığı “kara talihinin” her daim parlayan yıldızı.
Şair başka bir şaire asırlık bir tünelden bakarken onun adına diğer ihtimalleri ayrıntılarıyla düşünmüş;
“Ehrenburg ya da Andrey Belıy ile evlenmiş olsaydın hayatın daha az eziyetli olurdu şüphesiz ama seni karşılıksız sevmiş Mandelştam ile evlenseydin daha hazin olurdu. Petersburg’da bir akşamüzeri onu baştan çıkarmış, sonra da seni görmeye geldiği Moskova’da reddetmiştin.”
Dokunarak veya yazışarak hayatına aldığı, kaçırdığı insanları “biricik” olduğuna inandıran ateşli kadının en başa dönme şansı olsa ne yapmak isteyebileceğini düşündüm. Sonra o meşhur deyiş aklıma geldi; “Gerçek şu ki, eninde sonunda herkes sizi incitecek. Önemli olan, o acıya değecek insanları bulmak.”
Yaşadığı sürece içgüdülerinin, sevilme, onaylanma takıntısının peşinde sürüklenirken durmadan kendisiyle, hayalleriyle, kelimelerle boğuşan kadın o acıyı değeceğini insanları bulduğunu sandı muhtemelen. Yazının zehirli dikenleriyle yakınlaştığı Boris Pasternak onlardan biriydi. Değmiş miydi sahiden? Onu yazara çeken tutku, belki de sadece sıradan bir özleme aitti. Ya o “bağlılığın” çekirdeği muhatabının duygularında ve davranışlarında değil de kendi içinde büyümüşse? Neden kendini dünyadan silmek için onun verdiği ipi kullandı?
Hep kariyerinden yana olan, şiirler ithaf ettiği Ehrenburg, “Rus Kadın Şairler” gecesindeki konuşmasında onu anmış;
“Harikulade dizeleri baki kalacak, tıpkı yaşama ve her şeyi mahvetme konusundaki sussuzluğu gibi. Herkese karşı tek başına mücadele ve pusuda bekleyen ölümün yücelttiği aşk…”
Pasternak sayesinde mektup yazmaya başladığı ve Rilke ölene kadar devam eden yazışmaların birinde ona inanmadığı “sırrını” da fısıldamış; “Aşk şairden nefret eder sevgili Rilke, aşk olduğundan daha güzelleştirilmeyi arzu etmez. Aşk alçak gönüllüdür.”
Bu cümleleri soylu bir tevazuyla yazan kadın, onu derinden etkileyen Pasternak’a sızlanıyor. O başka çünkü; “Şimdi sonuç vaktinde elimi bıraktınız Boris, beni insanlık ailesinden çıkarıp insanlığımla baş başa bırakmak için.”
Diğerleri geçici, Pasternak kalıcı
Defterleri dışında canını acıtan herkese kayıtsız olan kadın neden onu başka türlü sevdi? Büyük bir tutkuyu, aşkı, bağlılığı ya da belki takıntıya dönüşmüş katı bir sevdayı diğerlerinden ayıran nedir? Başka hiç kimsenin dahil olamadığı o “yakınlığın” ölçüsü neydi? Cinsel çekiciliğin olmadığı bir boşlukta onları birbirlerine çeken kıvılcımlı hayaller, hakiki bir dostlukla, şiirle, entelektüel zihin cazibesiyle yetinmediyse “tehlikeli” olan neydi? Aralarındaki dikenli mesafe sevginin garantisi değildi ama hayat kendi yöntemiyle çok sağlam bir düğüm atmıştı. Onu hiç kimse çözemiyordu; “Sizi görmek beni sizdeki sizden kurtaracaktır elbette ve memnun edecektir.”
O görüşmenin “son” olacağını bilse görmek ister miydi? Sihirli bir Tanrı onu olayların en başına döndürüp aynı “hataları” yapmak isteyip istemediğini sorsa cevabı ne oldurdu? Ben aynılarını tekrar etmek isteyeceğine inanıyorum. Onu şair, tutkulu, inatçı, hırçın, âsi, takıntılı, melankolik kılan tabiatından vazgeçemezdi çünkü. Gidememenin kederli yüzünü önce kendi aynasında gören insanın çaresizliği.
Benliklerini bozguna uğrattığı için kaçıp giden erkeklere, sefalete, sürgüne, Stalin rejiminin “kıdemli” yazarları tarafından aşağılanmaya direnirken neden hep aynı yerden kendine yenik düşüyordu? İçinde birbirleriyle boğuşarak çoğalan tutku alevlerini tek bir insanda buluşturmak istediğini düşünüyorum. Pasternak şiirleri için yazdığı bir makalede ulaşmayı arzuladığı zirvesini gösteriyor; “Pasternak’ta insan dağların dilini konuşuyor…” Diğerleri geçici, o hep kalıcı;
“Gözlerimin hayran kalacağı her ağaçta seni göreceğim”. Her gün yeniden kurgulanan buluşmaların hayaletleriyle yaşamanın ıstırabı.
Moskova metrosunun bir peronunda beş dakika süren buluşmadan sonra ani bir kararla son bulana kadar yazışmaları devam etmiş; “Pasternak’ın gözü sürekli saatindeydi. Karısı Zina onu bekliyordu.” İlk evliliği mutsuzluktu. Stalin hayranı ikinci karısı Zina, Tsvetayeva için derin bir kırılma.
Günlüğündeki cümlelerden biri sadece burukluğunu değil ulaşamadığı için Tanrılaştırdığı Pasternak ısrarını da tarif ediyor;
“Kavuşma değil de veda, birleşme değil de kopmaydı hayatımda sevdiğim her şey.” Sevgiyi tüketen kelimeleri müsrifçe harcamasına rağmen hep güçlü görünmek zorunda kaldığı için olabilir mi? Mizahla beslenen sevecenlik başka bir şey.
Onun için yazdığı şiirlerinden birinde kendini büsbütün soyuyor;
“Sen ki kör ve görünmezsin,/Hangi denizleri, hangi şehirleri aşarak seni aramalıyım?/Veda etmeyi telgraf tellerine bırakıyorum/Ve telleri taşıyan direklere yaslanmış ağlıyorum.”
Bu uysal ses Tsvetayeva’nın şiirini tam yansıtmıyor aslında. Genç bir edebiyat eleştirmenine yazdığı gibi o derisini acıtarak soymuş bir karakter. Kuş tüyü kalemiyle yazdıklarının gölgesinde değiştiremediği kaderiyle avunuyor. Uçurumdan aşağıya baktığını fark etmeyenler onu durdurmuyor. “Senin hem can simidin hem de gereksiz yükünüm”diyen kocası dahil.
Yazmayan, okumayan, resim yapmayan yakışıklı subay Rozdeviç’le sevişirken şiirlerinde Pasternak’la buluştuğunu söylüyor Ghata. Ruhuna dokunamıyorlar; O erkeklerden birine yazmış: “Başkalarıyla yaşayın, onlarla evlenin ama beni sevin”. Ömrü boyunca sevilmediğini sanan bir şair için anlaşılır bir tavsiye.
Rilke’nin ölüyken hayattayken olduğundan daha fazla kendisine ait olduğunu söyleyen Marina, yazarken elini tutan, ona nefes veren şair öldüğünde daha çok seviyor. Gorki’nin koruyucu ziyaretini de ona borçlu.
Onu tutkularından kim vazgeçirebilirdi? Gitane sigarasının mavi dumanıyla ciğerini yakarken, yaşamaya değer bulduğu hayattan vazgeçtiği karar ânını kim bozabilirdi? Anlaşılmamaktan daha fenası en çok sevilenin çarpıtılmış bir gerçeklikle seveni yok etmesi;
“Anla beni Boris, yazmak için yaşamıyorum, yaşamak için yazıyorum. Bildiğim için değil bilmek için yazıyorum…Sözcük o şeye giden yol, tersi değil…İçine atlayıp yitip gdilen bir kuyuya, sonsuzluğa ihtiyacım olduğu gibi ihtiyacım var sana. Seni sevmeye, tabii ki; seni her kim olursa olsun herkesten daha fazla seveceğim ama kendi ölçeğimde, bütün benliğimi bir başkasına vererek.”
Neden onu sevmekten vazgeçiyorlar?
Pasternak ve Tsvetayeva’yla birlikte yürüdüğüm uçurum kenarlı dar patikada biraz yoruldum. Yazıya bir süre ara verdim. O arada yaz akşamlarının mor saatlerinde dalgalanan cam yangınlarına baka kaldım. Soğuttuğum kristal kadehleri sevdiğim şiirlerle buluşturdum. “Onsuz yaşayamam” çığlığını benzersiz bir zarafet anlayışıyla karanlık bir boşluğa asıp sallandıran şairin aynasında izledim dünyayı. Yırtık sesler zihnimde uçuşuyordu; “Pasternaksız ve yazısız hayat, yavan ve tatsız bir hayat.” Onun hayatında kalıcı bir yeri yok. Hiç olmadı. Bunu biliyor. Yaşama sevinci, kurtulmak istediği vücudundan evvel öldü.
“Yakınlaşıyorlar, korkuyorlar, ortadan kayboluyorlar”…Neden onu sevmekten vazgeçiyorlar? Yaralarını gizleyemeyen hayvanın vahşi tepkilerinden korkuyorlar sanki; “Gukuk kuşu gibiyim, yumurtalarımı başka kuşların yuvalarında saklıyorum.”
Şiirleri okunsun diye onları düzyazılarında saklayan kadın, Pasternak’a aşkını geçici sevdalarına saklamış. Sevilmediğine karar vermiş. Kimse bu paslı bıçağı kendisinin soktuğu yerden çıkaramıyor. Yazmak ona yetmiyor. Onu anlaşılmaz şiirler yazmakla itham ediyorlar. Vaktiyle hayatını kurtaran şiir de artık ihanet ediyor. Sayıklayarak deliriyor. Memleketinin sakinleri onu sevmiyor. Boris’in bavulunu bağlaması için verdiği ip çatı katında onu bekliyor.
“…Gençlik ve ölümdür ele aldığı konular. / Şiirlerim, her daim okunmadan kalan dizelerim! / Değişik kitapçıların tozu arasında fırlatılmış buraya ve oraya, (Dokunulmamış şimdiye dek herhangi bir okurun parmaklarınca) / Değil mi ki şiirlerim, değerli şaraplar gibi saklanır derinlerde, / Bilirim, zamanı gelir onların bir gün.” *1
Boris Pasternak gardaki son buluşmada hiçbir gecikmeyi affetmeyen Zina için tasalanıyor. Hayatın karşısında savunmasız olduğu için Marina için de tasalanıyor; “Aşkın bitmesinden sonra bile aşıklara özgü bir tasa” diyor Ghata. Eski bir tanıdığının elini sıkar gibi hızlı adımlarla uzaklaşan bir erkek için karşılığını bulamamış anlamsız bir tasa! Yirmi yıldır hayran olduğu adam onu sona hazırlayan kederini hissedemiyor. Kendi mutluluk arayışıyla ve gelecekte ona Nobel kazandıracak roman taslaklarıyla meşgul.
Mektupların tuhaf gizemi
Bir hastalık olarak gördüğü şiirden, lirizmden vazgeçtiğini söyleyen Pasternak’ın yazdığı kendi hikâyesini de okudum. Gorki, Blok, Ahmatova, Belıy, Mayakovski ve Voloşin üzerine biyografik anlatılar yazan, çeviriler yapan Tsvetayeva’yı şiirleriyle öven yazarın onun katmanlı dünyasından pek bir şey anlamamış olduğunu farkettim. Şaşırmadım.
Şairlerin, yazarların (Mayakovski, Yesenin) intiharlarını ürpertici bir soğuklukla yorumladığı sayfada yıllarca yazıştığı kadından bahsediyordu;
“Marina Tsvetayeva hayatı boyunca gündelik işlerinden kaçındı ve bu lükse izin verilmediğini, etkileyici tutkusunu oğlu için geçici olarak feda etmesi gerektiğini anlayıp da çevresine gerçekçi bir şekilde bakınca, yapısına nüfuz edememiş olan kaosu, tekdüze kaosu gördü ve irkilerek kaçtı ama dehşetten nereye sığınacağını bilemediği için de aceleyle ölüme koştu, başını yastığa uzatır gibi ilmeğe uzattı.”
Şairin hikayesini bilen herkes için baştan sona sorunlu bu yorumu, Marina’nın okuyabilseydi ona tutunduğu için pişman olur muydu? Sanmıyorum. Muhtemelen sadece onun için üzülürdü.
Başka bir bölümde “Marina’yla beni bir araya getiren rastlantıları ve olayları anlatmaya kalkışsam, kendime çizdiğim sınırlardan uzaklaşmış olurum” diyor. O en çok zaaflarıyla arasına koyduğu kalın sınırlarını, şahsi olandan uzaklaşmayı seviyor ama “arkadaşının” edebiyat, şiir tarihindeki kalıcı izlerini okurlarından esirgememiş;
“…Herkese önderlik etti. Bilinen bir çok şeyin dışında, bizim bilmediğimiz çok sayıda şey, büyük fırtınalar içeren eserler, bazısı Rus halk masallarının üslubunda, bazısı herkesçe bilinen tarihsel mitlerin motiflerine dayanan bir çok eser kaleme aldı. Onların yayınlanması ülke şiiri için büyük bir miras ve keşif olur. Ve şiir bu geç kalmış ve bir anda gelen hediyeyle bir anda, tek bir hamleyle zenginleşir. Bence büyük bir yeniden keşfedilme ve büyük bir şöhret bekliyor Tsvetayeva’yı.” Neyse ki Marina hak edilmiş şöhretini bu türden yorumlara borçlu değil.
Gorki ve Rolland, şairin Pasternak’a yazdığı mektupları saklamasını önermiş. Skrybian müzesi çalışanı, Tsvetayeva’nın büyük hayranı bir arkadaşına yüzlerce mektup teslim etmiş ama o mektuplar tuhaf sebeplerle yok olmuş, nedense!
Onların çoğu kayboldu ama 1926 yılı yazı boyunca devam eden yazışmalar edebiyat tarihindeki yerini buldu. Tsvetayeva Fransa’da geçim mücadelesi veriyordu. Pasternak Rusya’da yeni Bolşevik rejimiyle anlaşmaya çalışıyordu. Rilke İsviçre’de ölüyordu. Birbirlerini doğru dürüst tanımayan üç şair, yirminci yüzyılın en çarpıcı mısralarının tohumlarını o mektuplara da bıraktı. “…çünkü arzu dolu / sonsuz mesafelerle dolu”. Aralarında sansürler, savaşlar, hastalıklar, baskılar, yollar, başka diller ve hayata hep biraz geç kalan mektuplar vardı.
O yaz Pasternak’ın Tsvetayava’ya yazığı lirik mektuplar bile ona aşık olduğunu gösteriyormuş. Bu edebiyat tarihçilerinin yorumu.
5 Mayıs’taki mektuptan; “İki kelimeyi delicesine karıştırmaya başladım: Sen ve Ben.” 8 Mayıs’taki mektuptan; “Sevdiğim bir kişiden dikkatimi dağıtan mektuplar alıyorum. Ama bu kişi o kadar muazzam ve mektuplar bu duyguya o kadar geniş bir şekilde tanıklık ediyor ki, bazen onları başkalarından saklamak bana neredeyse fiziksel acı veriyor. Böyle bir acıya mutluluk denir.”
Istırap çekenler için zaman yoktur
Yourcenar ‘Ateşler’de yazmıştı; “Sevenler için zaman yoktur çünkü âşıklar sevdiklerine vermek için kalplerini sökmüşlerdir; kendi sevgilileri olmayan binlerce erkeğe ve kadına duyarsız olmaları bundandır. Ve sevilmiş olanlar, yaşlılığın ve ölümün yaklaştığını bu kanlı saatlerin yavaşlamasından anlarlar. Istırap çekenler için zaman yoktur; son hızla aka aka kendilerini ortadan kaldırırlar çünkü her azap saati yüzyıllar süren bir fırtınadır.”
Sürgünde geçirdiği onyedi yılı el yazmalarıyla dolu bir bavula sığdıran şairin günlüğündeki keskin cümle de ıstırapları gibi zamansız; “Ben onun ilk aşkıydım, o ise benim son aşkım.”
Perdeler ılık bir yaz rüzgârıyla havalandıran odamda, Marina’nın küllü saçlarını, yaşlı bir ağaç misali bükülen cılız bedenini, buzlaşmış bakışlarını, üşüyen kemikli parmaklarını görüyorum, artık ona yazmayan Boris’ine sesleniyor;
“Sessiz bir göle atılan bir taş senin isminin sesi”. Sesi başka bir çağa karışan buruk hikayelerde yankılanıyor.
Sıcak bir yaz günü mezar çukurunun etrafında toplanan köylüler onu tanımıyor. Tek bir şiirini bile okumamışlar. Köy ıssız. Tarla kuşları donuk gökyüzünde kara çemberler çiziyor. Gelecekte hatırlanacağına inanmıyorlar. Mezarlıkta onun için “kibirli, kendini olduğundan fazla değerli görüyor” diyen arkadaşları yok. Ona kötü davranan oğlu Mur yok. Sürgündeki kızı Alya yok. Kocası Sergey yok. Onu birkaç ay sonra kurşuna dizecekler.
Ben onu şiirleriyle, Pasternak’ın yok ettiği kayıp mektuplarındaki kırçıllı sesiyle anıyorum. O da herkes gibi hayal ettiği gibi yaşama, sevilme arzusunun işaretlerini çok yorulana kadar bekledi.
Müjdelerle seken deniz kuşlarını, buğulu hatıraların uyanmasını, neşeyle çınlayan sofraları, imkânsız kavuşmaları, özlemi azaltan rüyaları, melisa kokulu huzuru, saf iyimserliği, yeniden sevmeyi, sevilmeyi sonra yeniden terk edilmeyi, ihtiyarlığı, eksik bırakan şairleri, tutkulu kavgaların dinmesini, hiç gönderilmeyen mektupları, yıldız tozlarının mucizevi sürprizlerini bekledi. Belki hayatının amacı olabilecek “sırlı” bir izin peşindeydi. Sonunda onu aramaktan vazgeçti. Perdeler çalışma masamın üzerinde uysal kıpırtılarla dalgalanıyor. Ruh daima seçiyor. Şiir, parçalı rüyalardan sızıp ait olduğu yeri buluyor. Çember hep eksik hikâyelerle kapanıyor.
Rilke ‘Şairin Ölümü’nde yazmıştı; ‘sanki havayla temas ettiğinde bozulan bir meyvenin / içi gibiydi, / öylesine kırılgan ve ince.’ Son sözleri mezarına kazındı; ‘…bütün göz kapakalarının altında / hiç kimsenin uykusu olamamanın sevinci’
Tsveteyeva şiirinde doğdu, orada öldü;
‘…rüzgâr dinmiş şimdi, yeryüzü çiyden nemlenmiş, / gökyüzündeki yıldız fırtınaları sessizliğe bürünecek / ve çok geçmeden hepimiz toprağın altında uyuyacağız, / biz birbirimizi toprağın üstünde uyumaya bırakamayanlar.” *2
* Marina Tsevetya ya da Alabuga’da Ölmek, Venus Khoury-Ghata, Çev: Ayşenaz Cengiz / Yapı Kredi Yayınları
* İnsanlar ve Haller, Boris Pasternak / Çev: Sabri Gürses
* 1; Çev: İsmail Haydar Aksoy
* 2; Çev: Kemal Özdoğru
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***