Günümüzde “tarihin dönüm noktası” diye bir şeyden söz ediyoruz. Nedir o? Putin Rusya’sının Ukrayna’yı işgali. Almanya Şansölyesi Scholz’un ifade ettiği üzere “neo-kolonyal” bir girişim. BMGK’nin daimi üyesi Rusya’nın komşusu Ukrayna’nın egemenliğini yok sayması, daha düz anlatımla komşusu Ukrayna’yı bağımsız bir ülke olarak yok sayması.
Pergelin sivri uçlu bacağını Ankara’ya koyup saat yönüne bir tur atarsak pek çok “gri bölge” çıkıyor karşımıza. KKTC, Transdinyester, Kırım ve Donbas, Kuzey Osetya, IKB, Suriye’de TSK denetimindeki cepler. Karabağ belki artık listede yok. Belki Kosova ve Kuzey (!) Makedonya da eklenebilir. Filistin’in durumu da düşünülebilir.
Bizde “Kosova neden bunca yıldır Arnavutluk’a iltihak etmiyor?” veya “Karadağ, Sırbistan’dan ne gerekçeyle ayrıldı?” gibi afaki sorular abesle iştigaldir. Zihin egzersizi kabilinden dillendirecek olsanız “oyun büyük sen daha anlamadın mı?”, “canım şimdi ne alakası var?”, “hiç tarih okumamışsın…” gibi tepkiler almanız kuvvetle olasıdır.
İşte, oyunun gerçekten büyük olduğu bir yere geldik. Oyun büyüyünce, daha önce oyunun büyüdüğü anlarda (ABD’nin Irak’ı işgali – 2003, Suriye-Irak IŞİD’in ortaya çıkması – 2014 vb.) olduğu gibi kendi küçük oyunlarımıza odaklanıp, kafayı kuma gömeriz. Arzın merkezinin “yalnız ve güzel” ülkemiz olduğunu varsayarak.
Öyle bir yalnızlık ki, insanın içine kendiliğinden bir gurbet duygusu yerleşir. “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” demiş ozan*. Şimdilerde o gurbet, nostalji duygusu kurumsal geleneği, kimliği 19. yüzyılın ilk yarılarından tevarüs eden Dışişleri Bakanlığı için de kullanılıyor. Pek çok meslek memuru için de herhalde “öz bakanlığında garipsin, öz bakanlığında parya” durumu olarak yaşanıyor.
Konunun uzmanı Uğur Gürses’in yönetici özeti cümleleri: “Pandemi ile küresel likidite neredeyse ikiye katlandı. Pandemi çıkışında, tedarik kanallarında ve taşımacılıkta dar boğaz ile arz şoku, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile emtia ve enerji şokları da eklenince küresel enflasyon yükseldi.” Asıl büyük oyun bu. Pandemiye bodoslama girdik, çıktık. Kasamız boş ve delik. O kafayla Ukrayna’nın işgalinden de ekmek çıkarmak derdindeyiz.
Madrid’e gittik, “istediğimizi” aldık: Biden’la ayak ayak üstüne atıp resmi verdik. NATO’nun gelecek onyıllık stratejik kavramı belgesi mi? Kaldır rafa gitsin. AB’nin ve AK’nin ülkemize ilişkin raporları, yayımladıkları belgelerdeki “Türkiye” paragrafları, bölümleri mi? Kaldır at çöp kutusuna. Biz siyaset yapıyoruz, devlet yönetiyoruz burada. Üstelik önümüzde seçim var.
Muhalefete de sorarsanız CHP sözcüsü Öztrak “ABD, Türkiye’yi üretim ortağı olduğu, 5’inci nesil savaş uçağı F-35 projesinden çıkarmıştı. Ardından ABD yönetiminden, ‘Size 4’üncü nesil F-16 verelim’ teklifi geldi. ABD yönetimi son NATO zirvesinde de, kongrede de bunu destekleyeceğini açıkladı. Ama daha Temsilciler Meclisi aşamasında, Türkiye’ye F-16 satışını şarta bağladılar. Bu, devletimizin egemenlik haklarına alenen müdahaledir. Bunu kabul etmemiz mümkün değildir” diyor.
Oysa o gün kurnaz Putin koltuğumuzun altına S-400’ü tutuşturup başımıza çorap ördüğü gibi, bugün aynı Putin Madrid sonrası nedense zorakileşen ve Ukrayna’nın işgali başlayalı beri olanak bulunamayan baş başa görüşme için Tahran’ı adres gösteriyor. Çakmak bakışlı, çatık kaşlı ekibin de hiç yoktan Tel Rifat olsun Suriye’ye yeni bir harekât daha başlatmak için içleri içlerine sığmıyor: Kısa günün kârı.
Biz durduk yere S-400 aldığımız için kendi kendimizi F-35 programından attırdık. O zaman Almanya, Kore, Finlandiya, Yunanistan vs. F-35 kuyruğuna da girmemişti. O gün “durduk yere” olduğu şuradan da belli ki, atar-giderle yerle yeksan ettiğimiz Macron ve Draghi’yle bugün kucaklaşıp, NATO’ya uyumlu ve AB üretimi SAMP-T hava savunma sistemi kovalamazdık. Yanlış da değil yapılan, doğru ama eksik.
Bari F-16 alalım, eldekini güncelleyelim. Bari Suriye’ye girelim. Ege adalarına çıkartma da mı yapmayalım? Ne yani Kavala’yı, Demirtaş’ı mı salalım? Sığınmacıları ücreti mukabili tutuyoruz. İsrail, Mısır, SA, BAE ile ilişkileri yumuşattık. Doğu Akdeniz’de gerilimi düşürdük. Boğazları ve hava sahamızı Rus savaş uçak ve gemilerine Montrö gereği kapattık. Ukrayna’ya SİHA satıyoruz. Haritadaki yerimiz belli. Tahıl koridoru için çabalıyoruz.
Madrid Zirvesi, yıllar da sürecek olsa Putin için son durağı gösteriyor. Biden’ın İsrail-Filistin ve SA duraklarını kapsayan ancak bu ülkelerin ötesinde ikili görüşmelere olanak yaratan kısa Ortadoğu turu, İran’la nükleer anlaşmanın suya düşmesine haftalar değil belki günler kala gerçekleşiyor. Almanya ve ardından artık olası anayasa değişikliğiyle Japonya’nın re-militarizasyonu, Avustralya-Yeni Zelanda-Kore ve Japonya’nın Madrid’de temsili, NATO-ABD savunmasının bundan böyle bütünleşik ele alınacak oluşu, tüm bu gelişmeler bizim zihin dünyamıza teğet geçiyor. Yel kayadan toz alır.
Yeşil dönüşüm bir ulusal güvenlik, savunma zorunluluğuna dönüştü. AB, Rusya’dan doğal ve petrol bağımlılığını keserken, ara durak olarak yeniden kömüre ve nükleere mecbur kalsa da, gidilen yer belirginleşti ve yakınlaştı. Bambaşka bir dünya geliyor. Gelen o bambaşka dünyada Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden başka iklim değişikliği de başat küresel sınama. Ona bağlı olarak düzensiz göç ve gıda güvenliği de öyle. Bunları da “hele günü gelsin, bakarız” deyip, geçiştiriyoruz.
Denge mi tarafsızlık mı derken kendi kendimize duruyoruz. Takımdan ayrı düz koşularla yetiniyoruz. Taşrasalcı (“provincialiste”) ve egemenlikçi (“souverainiste”) bir deli gömleğini tam bağımsızlık ve anti-emperyalizm varsayıyoruz. “Denge ile tarafsızlık kavramlarını birbirlerine karıştırmamak gerekir. Zira dengeli bir politika izlesek de Türkiye’nin tarafı bellidir.” diyor Büyükelçi Tacan İldem. “Ankara’yı bir açmaz bekliyor: Bir yanda ‘perakendeci’ dış politikanın cazibesi, diğer yanda altına imza konan NATO Stratejik Konsepti’nin getirdiği yükümlülükler.” diyor Prof. Dr. Serhat Güvenç.
Tam bu ortamda tahtırevanla gidiyoruz Tahran’a, bölgemizin dünyadan yalıtılmış iki önemli ülkesinin liderleriyle aynı resim karesine kafamızı uzatmaya. Kumarda sürekli kaybettikçe, voli vurma iştahıyla elde avuçta ne varsa masaya sürme hevesi sürekli artıyor sanki. “Direniş Ekseni”, ümmet liderliği, Osmanlı’nın eski ihtişamına yürümek, Mavi Vatan vb. hayal olduysa, kutupsuz yerkürenin bölgesel bir kıblesi de olmayalım? Olalım olmasına da, fırtına kuvvetli tekne küçük, oyun büyük ufuk dar. Önce bir kuytu kumsala baştankara atıp kendimizi, kalafat yapmak herhalde daha akılcı olacak.
Yukarıda Dışişleri’nin kurumsal geleneği ve kimliğinin 19.yüzyıl başlarına dayandığını belirttim. O kadronun liyakati yıkımı yüzyıl kadar geciktirmiştir de. Ancak ileri sıçramayı, mıntıka temizliğini yapmak genç cumhuriyete nasip olmuştur. Aksi, eşyanın doğasına aykırı olurdu. Kurucu önder ve kadro çatışmalar bittiği gün çatışılan taraflarla konuşmayı bilmiştir. Öncülüğü yapılan bölgesel paktların ardından II. Dünya Savaşı dışında kalıp, NATO’ya girmekte pastanın üzerindeki çilek olmuştur.
Elde çekiç olunca her sorunu çivi görmek gibi, her dış politika ve ulusal güvenlik dosyasını bir varkalma (”beka”) sınaması olarak görmemek gerekir. Kulağa hoş gelen “yedi düvele meydan okuma”, “iki cephede birden savaş” gibi yaklaşımlar da herhalde tümden gereksizdir. Bunca ağzıma büyük gelen sözler ettikten sonra hoşgörünüze sığınarak pratik önerimi yineleyeyim: Hiçbir şey yapmasak da şu S-400’den artık kurtulalım.
*Kemalettin Kamu
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***