YORUM | AHMET KURUCAN
(Gelecek Projeksiyonu Yazıları-11)
“Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler için yarattım” (Zariyat, 51/56) ve “Hanginizin daha güzel davranışlar yapacağını belirlemek için sizi imtihana çekmek üzere ölümü ve hayatı yaratan O’dur. Aziz’dir O, Gafur’dur” (Mülk, 67/2).
Allah bu iki ayette üç şeye vurgu yapıyor dedim önceki yazımda. Biri, iman. Allah’a iman, Peygamberlere iman, ahirete iman önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz insanın Yaratıcı tarafından başıboş bırakılmadığının bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor ve bu insanın hayata gönderilişinin ilk gayesini oluşturuyor. Hakikatini tam anlamıyla bilemeyebilir ve idrak edemeyebiliriz ama şurası kesin ki Allah’a iman başta olmak üzere iman edilmesi gerekli olan şeylere -ki kelamda buna ‘mu’menün bih’ denilir- iman etmenin nezdi uluhiyette yeri ve önemi çok büyüktür. Allah’ın varlık ve birliğini kabullenen insanın ahirette cennete gideceğine dair olan peygamber beyanları bu hususta sözünü ettiğimiz imanın Allah katındaki yerini göstermesi açısından çok önemlidir ve başlı başına bir konu olarak incelenmeye değer.
Ayetlerin yaptığı ikinci vurgu ibadet. İbadet, iman ettiği üstün kudrete itaat etme, ona tapma ve tapınma anlamlarına gelen bir kelime. Dini literatürde ise inanan insanın Allah’a olan sevgi ve saygısını göstermesi, kendisinin kul O’nun ise mabud olduğunu kabullenmesinin göstergesi sayılabilecek ritüellerdir. Her dini inançta vardır ibadet ve her inancın ibadet biçimleri birbirinden farklıdır.
İbadetin yanı sıra ubudiyet ve ubudet gibi başka kavramlar da vardır ki bunlarla ifade edilen şey insanın hayatının her anını kulluk şuuru içinde yaşaması demektir ve ibadetten daha kapsamlıdır. İbadet, ubudiyet ve ubudet her üçünde de şekil ile ruh, mana, öz birlikteliği esas olmakla birlikte şekil ibadetlerde daha ağırlıklı bir yere sahiptir. Özellikle bizim ibadet hayatımızda. Aslında ibadette belki de diğerlerine nispetle bu şekil ve mana birlikteliğine daha çok dikkat edilmesi lazım. Bu birliğin korunması için daha fazla çaba sarf edilmesi ve daha çok özen gösterilmesi gerekir. Zira mananın, özün, ruhun bulunmadığı ibadetlerde geriye kalan sadece şekillerdir. Buradan hareketle olsa gerek bazı alimler ruhun kaybedildiği ve sadece şeklin bulunduğu ibadetlere ibadet denilemeyeceğini bile söylerler.
Evet, doğru oturup doğru konuşalım, genelde Müslümanlar olarak bizler namazın şekil şartlarını tam tekmil yerine getirsek de namazın özünü, ruhunu kaybetmiş durumdayız. İlmihal kitaplarındaki namazı farzları, vacipleri, sünnetleri, bozan-bozmayan şeyleri hakkındaki malumatlar tabir caizse bizi çepeçevre kuşatmış ve onları tam tekmil yerine getireceğiz düşüncesi ile namazın ruhundan manasından özünden maalesef uzaklaştık. Kabul edelim ki gündelik hayatımıza ait bin bir tane meselenin zihnimizin içinden geçtiği o namazda biz bir türlü namazın özü olan Allah ile irtibata zihnen, fikren ve kalben yoğunlaşamıyoruz. İki ayak arası açıklık, ellerin göbek hizasından aşağı-yukarı, iftitah tekbirinde başparmak kulak memesine değecek-değmeyecek vs. gibi şekle ait hususlara namazın esası ve ruhu olan Allah ile irtibata nispetle daha çok değer veriyoruz. Namazın bir ritüel olarak Allah’ı ta’zim ve O’na hamd etme, ihsan ettiği nimetlere karşı şükür manası taşıdığını unutuyoruz. Böyle olunca da geride sadece bir takım bedeni hareketler kalıyor. Üst değer ve norm olan Allah’a kulluk, bir form olan namazın şekil şartlarının baskısı altında adeta kayboluyor. Bana inanmıyorsanız açın bir ilmihal kitabını ve bakın namaz bölümüne. Kaç sayfa şekil şartlarına ve kaç sayfa namazın özü, esası, ruhu ve manasına ayrılmış bir bakın ve nihai kararı kendiniz verin.
Halbuki esas olan bu ikisinin birlikte olmasıdır. Hocaefendi’nin “namazlaşma” kavramı ile gösterdiği hedef işte budur. Tekrar edeyim, namazı namaza yapan o farzlar, vacipler, sünnetler önemlidir önemli olmasına ama namazın Allah ile tabir caizse bir konuşma olduğu gerçeği de en azından diğeri kadar hatta daha önemlidir. Taklidin vadilerinden kurtulup tahkikin zirvelerine yükselmek işte bu birlikteliği yakalamakla mümkündür.
Üçüncü vurgu, salih amel. Amel, davranış ve eylem demek. Salih ise bu amelin vasfıdır. Bu vasfın en az dört özelliğinden söz edilebilir: İyi, doğru, güzel ve faydalı. İsterseniz bu dört vasfın karşıt manalarına bakalım. Kötü, yanlış, çirkin ve zararlı. Önemine binaen farklı bir cümle ile aynı hakikati ifade edeyim: Kur’anî terminoloji içinde bir eylemin-davranışın salih olabilmesi için iyi olması lazım kötü değil; doğru olması lazım yanlış değil; güzel olması lazım çirkin değil ve faydalı olması lazım zararlı değil.
Pekâlâ herhangi bir insani eylemde bu vasıfların olup olmadığı başka bir dille amelin salih olup olmadığını biz nereden bileceğiz? İki kaynak var elimizde. Biri ilahi vahiy. İkincisi ise akıl ve evrensel insani tecrübelerden oluşan birikim. Bu iki kaynak insan ve toplum için adeta bir pusula gibidir. Çünkü Allah yaratmış olduğu insanların maslahatına aykırı bir şey emretmez. Ve çünkü akıl ve onun ürünü diyebileceğimiz insanlığın üzerinde ittifak ettiği tecrübeler insanın maslahatına aykırı olamaz. Aykırı olanlar zaten evrensel bir hüviyet kazanmamış ve süreç içinde kendiliğinden yok olmuştur.
Yeter. Bir özet sunayım çünkü değerlendirmelere geçeceğim. Hayat ve anlam arayışı dini kimliğin kazanımı ve korunmasında önemli bir unsur diye yazıya başlamıştık. Üç yazı içinde hem felsefi hem de dinin bu soruya cevap sadedinde getirdiği izahlardan kısa bir kesit sunduk. Şimdi işte bu düşünceleri anne-babanın eğitimi ve gözetimi altında bulunan çocuklarımıza ve ergenlik dönemini ve hemen sonrasını yaşayan gençlerimize nasıl anlatacağız konusunu ele almamız lazım.
Devam edecek…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***