Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

15 Temmuz Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasını nasıl etkiledi?

15 Temmuz Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasını nasıl etkiledi?


YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Bir önceki yazımda 15 Temmuz’u iç siyaset dinamikleri ekseninde yorumlamış, son 6 yılın muhasebesini göz önüne alarak, darbe girişiminin sonuçları üzerinden çözümlemelerde bulunmaya çalışmıştım. Bu yazıda, kamuoyunda yeterince tartışıldığını düşünmediğim, ancak en az iç boyut kadar önemli olduğuna inandığım bir boyuta değinmek istiyorum: 15 Temmuz kontrollü darbe girişimi ve sonrasında Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasında ne gibi değişimler meydana geldi?

Öncelikle önceki yazımda vurguladığım konuların özetini paylaşayım. Tespit 1: “15 Temmuz bir askeri darbe girişimi değildi, bir askeri darbe girişimi senaryosuydu. Bu senaryo, ustalıkla Erdoğan, MİT ve Genelkurmay (ya da bu birimlerdeki üst seviye yöneticiler tarafından) planlandı ve sahnelendi. Oyuna gelen bir grup asker dağınık, yani organize olmayan ve başarı şansı bulunmayan biçimde boş havuza atlatıldı.” Tespit 2: “15 Temmuz bir kaldıraçtı. O kaldıraç sayesinde Türkiye’de az buçuk olan hukuk da tümüyle bitirildi. Devletin rejimi değiştirildi. Türkiye raydan çıkartıldı ve istikrarsızlığa sürüklendi.” Peki, bunlarla bağlantılı olarak küresel ve bölgesel politikalar çerçevesinde ne gibi tektonik hareketler meydana geldi?

15 Temmuz’un gerçekleştirdiği dış ve güvenlik politikaları değişimleri, sadece Türkiye bakımından önem arz etmiyor. Avrupa, Ortadoğu, Karadeniz havzası, Kafkasya ve geniş Avrasya coğrafyası için de önemli. Şunu en baştan belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin Batı yönelimli dış ve güvenlik politikalarından memnun olmayan askeri, bürokratik ve politik çevreler 15 Temmuz 2016 öncesinde de bazı girişimlerde bulunmuşlardı. Özetleyecek olursam, 1991’de Sovyetlerin dağılmasından sonra Avrupa Birliği’ne evrilen Avrupa entegrasyon projesi, Helmut Kohl yönetimindeki Almanya’nın yoğun çabasıyla Türkiye’yi coğrafi ve kültürel nedenlerle dışladı. Bu önemli bir hataydı. Zira Soğuk Savaş ertesinde Avrupa kıtasını politik olarak birleştirmeye soyunan Almanya karar alıcıları – başta Hristiyan Demokratlar olmak üzere – Müslüman çoğunluklu ve topraklarının ancak 1/33’ü Avrupa kıtasında bulunan Türkiye’nin tam üye yapılmaması gerektiğine karar vermişti. Bu tezin jeopolitik okumasına göre, AB için sınırlarının İran, Irak ve Suriye’ye dayanması düşünülemezdi. Bugün bu stratejinin ne denli miyop bir yaklaşım olduğunu sanırım herkes görüyor. AB İran-Irak-Suriye ile komşu olmadı, ama Türkiye İran-Irak-Suriye gibi bir konuma geriledi. Bu girizgâhtan sonra konuya geleyim. 28 Şubat 1997’de gerçekleşen askeri müdahalenin ardından, Türkiye’deki askeri vesayet sisteminin şahin kanadı AB’nin yeni üyelik ölçütlerini – Kopenhag Kriterleri – Türkiye’deki Kürt meselesi çerçevesinde ulusal güvenlik için tehlikeli addetmeye başladı ve bunu sesli şekilde dillendirdi. AB bu esnada 1998 Lüksemburg Zirvesi’nde AB Türkiye’ye özel statü önerdi ve askerin güdümündeki sivil iktidar ve Başbakanı Mesut Yılmaz, bunu bahane olarak kullanarak ilişkileri dondurma kararı aldı.  1999 Helsinki zirvesinde Batıcı kanadın bastırmaları ve ekonomik gereklilikler göz önüne alınarak AB’den adaylık statüsü istendi. AB de koşulsallık enstrümanının ortadan kalkmasını ve Türkiye’nin savrulmasını istemediğinden, adaylık statüsünü vermeye karar verdi. Askeri vesayet, tüm direnişine karşın Ecevit’in Kopenhag Kriterlerini gerçekleştirmek için çalışacağı sözü vermesinin önüne geçememişti. Fakat ne sivil kanat, ne de askeri-bürokratik kanat, can-ı gönülden Türkiye’nin demokratikleştirilmesine motive değildi. İşleri tıpkı Soğuk Savaş’taki rutinde, yarı demokratik ve Batıcı bir rejim olarak devam ettirmek niyetindeydiler. AB cenahında da bu durum biliniyordu. “Üyelik perspektifi verelim, nasılsa beceremeyeceklerdir” yaklaşımı, Almanların ikna edilmesinde başat rolü oynamıştı. Böylece Türkiye’ye AB adaylığı statüsü verildi.

Ancak beklenmedik bir şey oldu. AKP aradan sıyrıldı ve iktidara geldi. İslamcılar asla Avrupa ile bütünleşmeye sıcak bakmayan bir ekoldü. Ancak 28 Şubat müdahalesi, hukuk rejiminin kendileri için gerekli olduğunu acı şekilde göstermişti. Askeri-bürokratik vesayet rejimini ve askerin siyaseti denetleyen veto manivelasını ortadan kaldırmak için AB reformlarını kaldıraç olarak kullanabileceklerini düşünmüşlerdi. Haksız değillerdi. Bu siyaset sayesinde liberallerin, Alevilerin, Kürtlerin, TÜSİAD ve beyaz Türk girişimcilerin ve diğer AB yanlısı güçlerin desteğini elde ettiler.

Öykünün gerisini biliyorsunuz. 2005’te Türkiye AB ile müzakerelere başlama kararı çıkartabilecek kadar demokratikleşmiş ve hukuk devletini asgari de olsa sağlamayı başarmıştı. Bu nedenle AB Komisyonu üyelik müzakerelerine başlama kararı aldı. 2010’a dek birçok önemli reform yapıldı. AB sürekli yapılan hukuki ve bürokratik reformların uygulamaya geçirilmesini talep ediyordu. Türkiye’deki demokrat kesimler, bunun ne denli gerekli olduğunu çok sonraları anlayacaktı.

Reformların giderek daha kapsamlı hale gelmesi, özellikle askeri vesayet sisteminin MGK’nın bileşenleri değiştirilerek ve darbe hiziplerinin üzerine giderek ortadan kaldırılma aşamasına gelinmesi ve bunun yanı sıra Kürtlere statü verilmesine yönelik girişimler – Çözüm Süreci ve PKK ile pazarlıklar – içerideki derin devlet odaklarını tedirgin ediyordu. AKP ve Erdoğan, bu odakların karşısında halk desteği sayesinde durabiliyorken, 17 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmaları skandalı patladı. İktidar gırtlağına kadar yolsuzluğa batmıştı. Bu durum kartların yeniden karıştırılmasına neden oldu. İktidarı kaybetme ve Yüce Divan gibi tehlikeleri gören Erdoğan ve AKP, saf değiştirdi. İçeride yeterince güçlüydüler. Derin devletin karşısında önemli bir pazarlık marjları vardı. Kürtlerle Çözüm Sürecinin sonlandırılması ve Gülen Cemaati’nin ortadan kaldırılması gibi kozları derin devletin desteğini elde etmek için kullanmayı seçtiler. AB, gündemden düştü. Demokratikleşme reformları sadece sonlandırılmakla kalmadı, aynı zamanda geriye doğru bir gidiş başladı. Erdoğan MHP’nin, Avrasyacıların, Ulusalcıların ve derin devletin desteğini (ya da bir süre göz yummaları için zaman) kazandı. Hapse girmemek ve iktidarı devam ettirmek için iyi bir fırsattı.

İlk adım olarak Ergenekon, Balyoz, Sarıkız, Ayışığı, Askeri Casusluk ve benzeri darbe girişimlerinden hapse mahkûm olmuş veya yargılanan önemli sayıda asker, bürokrat ve sivil 17 Aralık 2013’yen birkaç gün sonra apar topar hapisten çıkartıldı. Yalçın Akdoğan meşhur “Türk Ordusu’na kumpas” makalesini yayınladı. Erdoğan ve AKP saf değiştirmiş, derin devletin ve devletlû çevrelerin safına geçmişti.

Bu çevrelerin Türkiye’nin dış ve güvenlik politikaları hakkında farklı fikirleri vardı. Öncelikle seküler ağırlıklı olsalar da, Türkiye’nin AB sürecinin kendilerinin sonunu getirdiğinin farkındaydılar. Bu son bulmalıydı. AB süreci, liberal demokrasinin, şeffaflığın, hesap verilebilirliğin yanı sıra, azınlık hakları gibi çok kritik konularda da Türkiye’deki derin devlet bakımından kontrolden çıkması anlamına gelecekti. Ademi merkeziyetçi bir Türkiye, Kemalist fabrika ayarlarının bir daha geri dönmemek üzere tarihe karışması demek olacaktı. AB süreci akamete uğratılır uğratılmaz ilk iş Kürt siyasi hareketine savaş açtılar. Cizre’de, Diyarbakır’da ve diğer Kürt vilayetlerinde 1990’ların askeri politikalarına geri döndüler. Sivillerin yerleşim yerleri uzaktan top atışına tutuldu. Derin devlet küllerinden doğmuştu artık. Ve Erdoğan tüm bu uygulamaların meşruiyetini sağlayan, yani tabanı ikna eden adamlarıydı. Kaleyi içerden fethetmişlerdi.

Uzun süredir Rusya-Çin-İran hattına yönelerek Avrasyacı bir güç olmasını istedikleri Türkiye, sonunda AB ile ilişkileri fiiliyatta durdurmuştu. Bu arada Suriye’den kaçan mülteciler sorunu baş gösterince, AB de bu gelişimleri seyretmekle yetindi. Realpolitik kazanmıştı. Mülteci anlaşması yapıldı, Erdoğan’a “sen mültecilerin bize yollanmasına engel ol, içeride ne yaparsan yap!” dendi.

İşte bu esnada 15 Temmuz 2016’nın taşları döşeniyordu. Ergenekoncu ekip askeriyede, istihbaratta ve bürokraside etkinlik kazandı. Hepsinden önemlisi, 2013 Aralık sonrasında Paralel Devlet Yapılanması adı takılan Gülen Cemaati üzerinde sivil darbeye kalkıştıkları iddiasıyla inanılmaz bir hukuksuz baskı oluşturuldu. Yürütme erki, anayasayla belirlenmiş yetkilerini yetki aşımı yapmak suretiyle hiçe sayarak yargıyı (devlet mimarisine göre bağımsız olması gereken mahkemeleri) kendi kontrolü altına aldı. Güçler birliğini sağladı.

Ve 15 Temmuz 2016!

Devletin farklı tarihlerde açıkladığı resmi rakamlarına göre yaklaşık 700,000 (yedi yüz bin) ila 2,000,000 (iki milyon) kişi terör kapsamında soruşturmaya alındı. 180,000 civarında olduğu tahmin edilen kamu personeli Kanun Hükmünde Kararnamelerle devletten atıldı. Binlerce yargıç ve savcı bir gecede atıldı. Aralarında yüksek yargı üyeleri de var. Orduda tasfiye ise tam olarak bu yazının konusudur. Her iki amiral/generalden biri (yani TSK’daki toplam amiral ve general kadrosunun yüzde ellisi) tasfiye edildi. Diğer bir ifadeyle hem görevlerine hukuksuzca son verildi, hem de hapse atıldı. Diğer kadrolarda da tarihte eşi benzeri görülmedik oranlarda bir tasfiye operasyonu gerçekleşti.

Doğu Perinçek’in de açıkça itiraf ettiği üzere, tasfiye edilen TSK mensubu kadrolar Türk Silahlı Kuvvetlerinin belkemiği olan, NATO ve Batı yanlısı politikalardan yana olan, en iyi yetişmiş askerlerdi. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması kalibresinde bir tarihsel olaydı yaşanan.

Türkiye bugün Rusya ile stratejik ortak konumunda olan, NATO üyeliği ise sadece kâğıt üzerinde kalmış bulunan bir ülkedir. Avrasyacı derin devlet klikleri bu politika değişimlerini Erdoğan’a yaptırırken, şunu göz ardı etmemek lazım kanımca. Birincisi, Erdoğan ve AKP için fiiliyatta NATO’yla köprüleri atmak olumsuz bir şey değildir. Tam aksine, uzun vadede yolda karşılarına çıkacak bir taştan kurtulmuş oluyorlar. İkincisi, CHP ve İYİP de dâhil muhalif denen partiler açısından da NATO’dan ve Batı’dan uzaklaşmak bir sorun değil. İdeolojik olarak Kemalo-sol sekülerler de, Ülkücü-Turancı-Türk-İslam sentezci gruplar da NATO ve Batı’dan hiç haz etmiyorlar. Daha solda olan Marksist kökenli solcular ise, Marksist-Leninist hatta Stalinist bir bakış ile, liberal demokrasiden de, NATO’dan ve AB’den de nefret ediyorlar. Kısacası bugün bu rejim jeopolitik kaymaya neden olacak politikaları uygularken, muhalefet cenahı hiçbir şekilde bu olan bitenlerden rahatsız olmuyorlar. Zaten uzun süredir AB yönelimine, Kürt açılımına, askeri vesayetin bitirilmesi çabalarına, rijit laikçilik eleştirilerine vs. ABD’nin ılımlı İslam projesi olarak yaklaşıyorlardı. Olan bitenleri kendi ideolojik lenslerinden okuyor, 28 Şubatçılarla veya 15 Temmuz diskuru üzerine oyun kuran iktidarla aynı paralelde algılıyorlardı.

Bugün İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğe kabul edilmesine karşı çıkan Erdoğan’a hiçbir partiden en ufak bir eleştiri geldiğini, “dur bakalım, sen ne yapıyorsun” diyen bir parti lideri çıktığını gördünüz mü? Göremezsiniz. Çünkü AB yanlıları da, NATO’nun Türkiye’nin yararına olduğunu düşünenler de bugün artık nereyse vatan haini olarak görülüyor.

Özetin özeti olarak yazıyorum ve tarihe not düşüyorum:

Türkiye son 70 yıldır yürüttüğü tüm dış ve güvenlik politikası parametrelerinin tümüyle dışına çıkmış durumdadır. Bu bir şaft kaymasıdır. Ve bunun küresel ve bölgesel etkileri olacaktır. Orta ve uzun vadede ise Türkiye’yi ciddi varoluşsal tehlikeler bekliyor.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version