Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Türkiye’de siyasetin ana belirleyicisi: Nasyonalizm

Türkiye’de siyasetin ana belirleyicisi: Nasyonalizm


YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Önce yazının başında bazı noktalara açıklık getirmek adına nasyonalizme ilişkin birkaç tanımlayıcı çerçeve çizmek istiyorum. 1) Türkiye’de ulusalcılık, milliyetçilik, Türkçülük, ülkücülük, Pantürkizm gibi adlarla anılan tüm ideolojik konseptler nasyonalizmin türevleridir. Özleri bakımından tümü nasyonalizm başlığı altında toplanabilir. 2) Atatürkçülük veya Kemalizm denen yerli ideolojinin merkezinde nasyonalizm vardır. 3) Türkiye’de her siyasi hareket veya parti ya doğrudan nasyonalizmden beslenir, ya nasyonalizme karşı tutum alır, ya da nasyonalizme yönelik bir tutum/pozisyon alır. 4) Türkiye’deki nasyonalizm ırksal-etnik referansı temel alır. 5) Türkiye siyasetinde hâkim nasyonalizm konseptine atıf yapmayan bir parti iktidar olamaz. 6) Bu nedenle İslamcılık veya Marksizm gibi lokalden ziyade evrensele odaklanan ideolojiler dahi nasyonalizmle hibrit bir mutant ideolojik diskur geliştirmek ve onu benimsemek/kullanmak durumundadırlar.

Bu saptamalardan sonra, başka bir veriyi buraya not etmek gerekiyor. Türkiye sınırları içerisinde homojen bir ulus yok. Anadili Türkçe olan Türkofon nüfusun dışında, Türkiye’de çok yüksek rakamlarda ve görece yüksek oranda bir Kürt nüfus yaşıyor. Aynı şekilde, ülkede Kürtler dışında hatırı sayılır nicelikte bir Arap nüfus bulunuyor. Bu etnik grupları Süryaniler, Ermeniler, Rumlar, Lazlar, Romanlar, Yahudiler, Boşnaklar, Çerkezler, Çeçenler, Dağıstanlılar, Azeriler gibi onlarca niceliksel olarak görece daha küçük etnisiteler takip ediyor.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Atatürk’ün altı temel ilkesinden biri milliyetçilik oldu. Bu milliyetçilik tanımlanırken, Türkler Orta Asya’dan gelen ve Anadolu’ya yerleşen etnik bir millet olarak tanımlandı. Tümüyle İttihatçıların savunduğu şekliyle, coğrafi aidiyete değil, etnik ve köken aidiyetine atıf yapan, ırkçı bir nasyonalizmden bahsediyorum. Anakronizm yapmak derdinde değilim. 1920’lerde ve 1930’larda Avrupa’da birçok ülkede benzeri ulus tanımları kabul görmekteydi. Sosyal Darwinist yaklaşım – ırkların kendi aralarında bir hiyerarşi olduğu ve bunun siyasal mücadeleye yansıdığı inancı – özellikle nasyonal sosyalizm ve faşizm üzerinden 1930’lara ve 1940’lara damgasını vurdu. Atatürk Türkiyesi de bu zamanın ruhunu esas alarak Türklüğün ve Türklerin devletlû tarihini yazdı. Buna Türk resmi tarih tezi diyoruz.

Türk tarih tezi, ırksal-etnik bir Türklüğün övgüsü ve idealize edilişi üzerine kurulu olup, Cumhuriyet’çe inşa edilmek istenen milli kimliğe temel teşkil etti. Bu resmi tarih anlatısına göre Türkler Orta Asya’dan Anadolu’ya geldiler ve Anadolu’yu ele geçirdiler. Bu anlatının ana temelini ikame (yerine geçme, yerini alma) varsayımı oluşturuyor. Bu teze göre Türkler bir sebepten ötürü milattan sonra on birinci yüzyıldan itibaren Anadolu’ya göç etmeye başladı ve bu göç sonrası sayıca çoğunluk oldular. Tez, çoğunluk oluşturmayı başarmayı iki türlü izah ediyor. a) Anadolu büyük oranda boş bir toprak parçasıydı. Bu nedenle Türkler gelince otomatikman çoğunluk oldular. b) Türkler Anadolu’ya geldiğinde yerli halklar vardı, ama bunlar Türklerin siyasi hâkimiyeti sonrası zamanla Anadolu’yu terk ettiler. Bu iki tezin ardından, bir başka tez ileri sürüldü: Ön-Türkler. Buna göre, Türkler 11. yüzyıldan çok daha önce Anadolu’ya geldiler. Bu yolla tarih tezi yazarları Anadolu’nun Türklükle bağını çok daha gerilere götürmeye çalıştılar.

Bu üç tez de doğru değil elbette. Bugün politize olmamış, bağımsız ve ciddi tarih anlatılarında, 11. yüzyılda Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden marjinal bir Türki grubun Anadolu’da politik kontrolü ele geçirdiği, devletleşmenin ardından dini ve linguistik asimilasyonla Anadolu’nun Türkleştiği kabul ediliyor. Bu anlatıyı tarih, arkeoloji, antropoloji, folklör, müzik bilim, sanat tarihi gibi bilimler dışında, günümüz genetik bilimi de ciddi kanıtlarla destekliyor. Anadolu Türkler geldiğinde boş bir toprak parçası değildi. On milyonlu rakamlarda Anadolu yerlisi Hristiyan (Greko-Romen, Ermeni, Süryani, kadim Anadolu yerlisi halkların Grekleşmiş torunları ve onlarca başka etnisite) Anadolu’da yaşamaktaydı. Birkaç yüz bin Orta Asyalı Türkî savaşçı ve siyasal sınıf bölgede hâkimiyetini kurduktan sonra bu yerel unsurlarla karıştılar. Devlete ve ekonomiye hâkim oldukları için zamanla kırsal bölgelerdeki yerel halk dini ve linguistik asimilasyona uğradı. Bugünkü Türkler, bu asimile olmuş ve Orta Asyalı Türklerle karışmış Anadolu yerlilerinin torunları.

Türkiye devleti bu tarihi ve bilimsel gerçekleri reddeden bir tarih anlatısını son 100 yıl içerisinde tüm halka endoktrine etti. Türk ırkçılığını ve Türk üstünlükçü asimilasyoncu politikaları tüm ülkede halka dayattı. Cumhuriyetin birincil görevi ulus inşasıydı. Ulus inşası tüm yeni kurulan devletlerde normal bir durum olmasına karşın, Türkiye’de ulus inşası coğrafi aidiyete ve civic kimliğe değil, etnik aidiyete atıfta bulundu. Türkleri Orta Asyalı, Anadolu dışı bir etnik topluluk olarak kabul etti ve halka bu şekilde benimsetti. Orta Asyalı etnik Türkler dışında tüm miras reddedildi. Anadolu’nun 9,000 yıllık tarihi dışlandı.

Bu Türk-üstünlükçü, ırkçı kimlik, bugün tıpkı 1920’lerde ve 1930’larda olduğu gibi siyasetin ana belirleyicisidir. Bu, patolojik bir durumdur. Rasyonel değildir. Türkiye’deki birlik ve bütünlüğün altını oymaktadır.

Türkiye’de yukarıda ele alınan nasyonalizmi doğrudan doğruya temel alan CHP, MHP, İYİP, Zafer Partisi, Büyük Birlik Partisi gibi irili ufaklı birçok parti vardır. Yine geçmişte merkez sağda güçlü olan DP-AP-DYP geleneğinden olan partilerle ANAP, nasyonalizmi milliyetçi-muhafazakârlıklarının temel bir öğesi olarak görüyorlardı. CHP türevi DSP gibi partiler ve türevleri de aynı şekilde milliyetçiliği en temel ideolojik değişmezlerinden biri olarak benimsiyorlardı. Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi geleneğinin devamı olan Refah Partisi ve AKP gibi İslamcı partiler de, evrensel-İslamcı ideolojilerini Türk milliyetçiliği ile harmanladılar. 1980 darbesi sonrası İbrahim Kafesoğlu’nun Türk-İslam sentezi tüm sağ spektruma egemen oldu ve devletin resmi Atatürkçülük ideolojisini de modifiye etti. Her ne kadar Türk nasyonalizmi sol (seküler ulusalcılık) ve sağ (İslami değerlere atıfta bulunan ülkücülük) olarak iki nüansa da sahip olsa, özü itibariyle Türk üstünlükçü, (Kürtlere ve diğer etnik unsurlara karşı) asimilasyoncu, etnik bir ulus konseptini benimser. Sosyalizmin çeşitli türevleri de genelde içlerinde yoğun oranda seküler-milliyetçi ve anti-Kürt eğilimler taşır. Ya da Kürt siyasi hareketi gibi, Türk nasyonalizminin karşısına (onu nötralize edebilmek için) anti-asimilasyonist tepkisel Kürt nasyonalizmini konuşlandırır.

Tüm Türkiye politik spektrumu, görüldüğü üzere Türk nasyonalizminin merkez olduğu bir yapıdır. Bu merkezin dışında olmak isteyen siyasi hareketler ve partiler bile, bu merkezin yoğun etkisindedir, ona karşı tutum alarak kendilerini ifade etmektedir. Diğer bir ifadeyle, tüm aktörler ya Türk nasyonalizminin çeşitli versiyonlarını ideolojilerine eklemlemekte, ya da ona karşı pozisyon almakta, yani onu görmezden gelememekte, kendi programlarını ona göre biçimlendirmektedir.

Türkiye siyasetinin ana belirleyicisi bu ırkçı, etnik, Türk-üstünlükçü nasyonalizmdir. Devletin inşasındaki tüm tuğlaların harcı bu ideolojidir. Yani mikro-yapısal ölçekte Türkiye’de devletin hücresel seviyedeki DNA’sının belirleyici oranı çeşitli biçimleriyle ve tezahürleriyle Türk nasyonalizmidir. Devletin bu patolojik nasyonalizmden arındırılması gerçekleşmeden Türkiye’de civic aidiyete vurgu yapan anayasal bir aidiyet inşa edilemez. Bu patolojik Türk-üstünlükçü ırkçılık, birlik, bütünlük ve iç barış bakımından Anadolu halklarının önündeki en ciddi engeldir. Retorik düzlemde sıklıkla vurgulanan “bölünmez bütünlük” konusunun karşısındaki en ciddi tehdit de ironik biçimde bu milliyetçilik anlayışı, bu sentetik kimliktir.

Peki, çözüm nedir?

Türkiye’de 10,000 yıllık tüm Anadolu tarihini kapsayan bir tarih anlatısına ihtiyaç var. Bu tarihte elbette Anadolu Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı tarihi önemli bir yer alacak. Ancak Bizans (Doğu Roma), Roma, Ermeni, Hitit, Frig vs. tarihi birikim de bu tarihin bir parçası olmak zorundadır. Devletin ırkçı milliyetçiliği yerine, civic, kapsayıcı, modern demokratik insan ve azınlık haklarına dayalı bir kimlik oluşturulmak durumundadır. Tüm toplumun ve öğelerinin kendisini bireysel ve grupsal düzeylerde ifade edebileceği bir politik ortamın ana harcı, civic kimliktir.

Devletin görevi insanları bir formata sokmak, onlara etnik kimlik atfetmek olamaz. Devlet vatandaşı üzerinde sosyal mühendislik yapamaz. Bu ne etiktir, ne de stratejik olarak rasyoneldir. Devlet, ortak değerlere dayalı, temelinde coğrafi aidiyet, vatandaşlık, ortak tarihsel miras gibi aidiyetler olan bir kimliksel zemin sunar, ancak mikro alanda herkes kendisini istediği etnik kimlikle tanımlayabilir. Buna elbette etnik Türklük de dâhildir.

Yorgan gitmeden kavga bitmeyecek. Türkiye siyasetinde nasyonalizm dışında başka tartışma düzlemlerine gereksinim var. Sosyal adalet, insan hakları, hukukun üstünlüğü, şeffaflık, sağlık ve eğitim politikalarının teknikleşmesi ve rasyonelleştirilmesi, çevre, kalkınma, tarım, altyapı, eşitlikler, gelir dağılımı, sanat ve estetik, yer altı kaynakları, bilimsel araştırmalar ve ARGE gibi onlarca politika alanı, partilerin ve siyasi hareketlerin rekabet alanını oluşturmalıdır. Kısır tartışmalar ve arkaik ayrıştırma-kutuplaşma fay hatları gelecek nesillere hiçbir katkı sağlamayacak. Türkiye siyasetinin ana belirleyicisi, insanları daha özgür, zengin, sağlıklı ve eğitimli nasıl yapabiliriz sorusuna odaklanmalıdır.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version