Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Spielberg filmleri gibi bir hayat: Cemaleddin Afgani

Spielberg filmleri gibi bir hayat: Cemaleddin Afgani


YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

İslamcılığın bir ideoloji olarak ortaya çıkması ve yayılmasında en etkili figürlerden birisi Şeyh Cemaleddin Afgani’dir. Afgani, İran’dan Afganistan’a, Rusya’dan Avrupa, Mısır ve İstanbul’a kadar çok farklı yerlerde yaşamış ve birçok siyasi olayın tam ortasında yer almıştır.  

O sadece bir ideolog olmayıp iktidar kavgalarına karışan ve aksiyon yönü öne çıkan bir kişidir. Onun hayatı Mümtaz’er Türköne Hoca’nın ifadesiyle “Spielberg filmlerine konu olabilecek” gibidir ve bu yönüyle ona “tam bir maceraperest” denilebilir.

HİNDİSTAN’DAN MISIR’A

Hicri 1258, miladi 1838’de dünyaya gelen Afgani’nin doğum yeri tartışmalı olup İran-Hemedan’da doğduğunu ileri sürenler İranlı ve Şii olduğunu iddia etmişlerdir. Buna karşılık Afganistan’ın Kabil yakınlarındaki Güner bölgesinde doğduğu ve Sünni olduğu da belirtilmektedir.

Afgani kendisinin “Afgan” olduğunu söylese de Berkes’e göre o kendisini; İstanbul’da “Azeri Türkü”, İslam ülkelerinde “seyyid”, Avrupa’da “Afganlı”, Afganistan’da “İstanbulî” olarak tanıtmıştır.

Afgani on sekiz yaşına kadar Afganistan’da kalmış, Kabil’de dini ilimlerin yanında matematik, dil, tarih, tıp ve siyaset alanında eğitim almıştır. Afganistan’dan on sekiz yaşında iken ayrılmış, önce Hindistan’a sonra da Hicaz’a giderek hac vazifesini yerine getirmiştir. “İttihad-ı İslam” fikrinin de ilk defa burada ortaya çıktığı tahmin edilmektedir.

Afgani tekrar Afganistan’a dönerek devlet hizmetine girdi ve iktidar kavgasında desteklediği Muhammed Azam’ın kazanmasıyla danışman ya da başvezir oldu. Görüldüğü gibi Afgani daha hayatının ilk dönemlerinde siyasetin içindeydi. Azam’ın İngilizlerin desteklediği Şir Ali tarafından devrilmesiyle de Hindistan’a kaçtı.

Hindistan’da İngilizlere karşı Hintlilere propaganda yapan ve halktan büyük ilgi gören Afgani, İngilizlerin baskısıyla buradan ayrıldı ve Mısır’a gitti.

İSTANBUL GÜNLERİ

Mısır’da kırk gün kadar kalan ve El-Ezher ulemasıyla tanışan şeyh, Abdülaziz’den aldığı davetle 1870’te İstanbul’a geldi. Bu sırada otuz iki yaşında olmasına karşılık İslam dünyasında büyük bir şöhreti olan Afgani, başta Sadrazam Âli Paşa olmak üzere Fuat Paşa, Münif Paşa, Hoca Tahsin gibi dönemin önde gelen devlet ve fikir adamlarından büyük ilgi gördü.

Cemaleddin İstanbul’da bol bir Afgan cübbesi ve Afgan sarığıyla dolaşıyor, ilim ve edebiyat meclislerinde bulunuyordu. Meclis-i Kebir-i Maarif’e üye yapılan Afgani, büyük şöhretine rağmen İstanbul’da uzun süre kalamadı. Bunun nedeni, devrin Şeyhülislamı Hasan Fehmi Efendi’nin kendisine muhalefet etmesiydi.

Cemaleddin’in İstanbul’u terk etmek zorunda kalması ise Darülfünun’da verdiği bir konferans yüzünden oldu. 1870’te açılan Darülfünun’da ramazanın on beşinden Kadir gecesine kadar bir saatlik konferanslar verilmesi kararlaştırılmıştı. Konferans vereceklerden birisi de Afgani idi.

Dönemin vakanüvisti Lütfi Efendi’nin “leyail-i mübarekede bu makule türehat ile halkın akidesini bozmak ne fenadır” demesinden bu konferansların hoş karşılanmadığı anlaşılıyordu.

Birçok önemli kişinin de katıldığı konferans sonrasında Afgani’nin “peygamberlik sanattır” dediği iddia edildi. Medrese kökenli ulema, Tanzimat reformlarına ve Darülfünun’a sıcak bakmadığından, Şeyhülislam, bunu büyük bir koza dönüştürerek camilerde şeyh aleyhinde vaazlar verdirdiği gibi muhakeme edilmesini de talep etti.

“Katlinin vacip olduğunun” ileri sürülmesiyle “zındık” ilan edilen Afgani, Sadrazamın isteğiyle, İstanbul’u terk ederek tekrar Mısır’a gitmek zorunda kaldı. Yeniden payitahta dönüşü ise yirmi beş yıl sonra olacaktır.  

Afgani’nin önemli bir yönü de masonluğudur. Hemen hemen bütün kaynaklar onun mason olduğunu, Mısır’da bir de mason locası kurduğunu belirtmektedir. Şeyh bunu kendisinin  “eşitlik, adalet, kardeşlik, zalimlere karşı mücadele” ilkelerinin masonluğun temel prensiplerine uygun düşmesiyle izah ediyordu.

Herhalde onun masonluğu, gittiği her yerde siyasi faaliyetlere dahil olan, bazen bizzat organize eden bir kişinin uluslararası güçlü bir teşkilatın desteğine ihtiyaç duymuş olmasıyla açıklanabilir.

MACERADAN MACERAYA

İstanbul’dan sonra Mısır’a giden Afgani, başvezirin kendisine maaş ve konak tahsis etmesiyle burada yaşadı. Etrafını saran talebelere ders veren şeyh, başlangıçta ilmi dersler verse de sonradan siyasete yöneldi. Hidiv İsmail Paşa’nın müstebitliğini, israflarla Mısır’ı felakete sürüklediğini anlatmaya başladı.

Mısır’da İskoç mason locasına giren Cemaleddin, locanın siyasete karşı çıkması üzerine kendi locasını kurdu. Birçok önemli kişiler, devlet adamları ve alimlerin dahil olduğu bu locada, Hidivliğin icraatlarını tenkit amacıyla çalışmalar yapılıyor ve halka duyuruluyordu.

Bir taraftan Hidiv’in rahatsızlığı diğer taraftan İngilizlerin baskısıyla Cemaleddin’in halkla görüşmesi yasaklandı ve sekiz yılın ardından Mısır’dan ayrılmak zorunda kalarak Hindistan’a gitti.

Afgani İngilizlerin 1882’de Mısır’ı işgali üzerine bu sefer de Hintlileri İngilizlere karşı isyana teşvikle suçlandı. Bir görüşe göre İngiliz baskısıyla, bir başka görüşe göre de kendi isteğiyle Hindistan’dan ayrılarak Avrupa’ya geldi.

Şeyh, Avrupa’da önce İngiltere sonra da Fransa’da yaşadı. Paris’te taraftarları tarafından kurulan “el-Urvetü’l Vüska” cemiyetinin çıkardığı gazetenin başına geçti. Parasız dağıtılan gazetenin başyazarlığını talebesi Muhammed Abduh yapmaktaydı. Gazete, müstemleke idarelerine karşı Müslüman halkı bilinçlendirmeye yönelik olup tamamen siyasi içerikten oluşuyordu.

Bu yayınların menfaatlerine aykırı olduğunu gören İngiltere, gazetenin Mısır, Hindistan ve Osmanlı ülkesinde yasaklanması için baskı yapmış ve on sekiz sayıdan sonra gazete kapanmıştır. Afgani’nin mücadeleci ve tehlikeli hayatı bundan sonra İran’da devam edecektir.

İran’da Şah Nâsırüddin tarafından özel ilgi görüp danışman yapılan şeyh, siyasi faaliyetlerine devam etti ve halkın yönetime katılmasına dair fikirleri yüzünden uzun süre kalamayıp Rusya’ya gitti. Cemaleddin’in burada da Rusları, İngiliz idaresindeki Hindistan’a karşı Osmanlı Devleti ve İran’la birlikte harekata ikna etmeye çalıştığı belirtilmektedir.

ABDÜLHAMİT’İN HİMAYESİNDE

Yine Avrupa’ya gelen şeyh, Nâsırüddin’in daveti üzerine bir kez daha İran’a döndüyse de ıslahat tekliflerini sürdürünce şahın gazabına uğradı ve Avrupa’ya gitti. Şah’ın sonraki adımı ise Abdülhamit’e Cemaleddin’i himayesine almasını teklif etmek oldu. Böylece Abdülhamit’in, uzun süredir takip ettirdiği “Arap soyundan bir halife isteyen” şeyhi, gözetimi altında tutmak istediği anlaşılmaktadır.

İstanbul’da çok iyi karşılanan şeyhe padişah tarafından ev, at, araba ihsan edildiği gibi aylık maaş da bağlandı. Berkes’in ifadesiyle Abdülhamit böylece şeyhi; hafiyeleri ve jurnalcileriyle “yaldızlı bir kafese” yerleştirmişti. Ayrıca kendisine evlenmesi teklif edildiyse de hayatı boyunca bekar yaşayan şeyh, bu teklifi kabul etmedi.

Cemaleddin Cuma namazlarını padişahın da Cuma selamlığı düzenleyerek gittiği Hamidiye Camii’nde kılıyordu. İstanbul’da büyük bir çevre edinen ve kendisini “İslam mücahidi” olarak gören şeyhin sohbetlerinde Doğunun “alim, fazıl, edip, siyasi şahısları” , İran’da ihtilal hülyaları kuran bazı kişiler ve Abdülhamit’in hafiyeleri yer alıyordu. Adnan Adıvar’ın ifadesiyle o, “kendisini gören hatta görmeyenler üzerinde tesir yapmış, kuvvetli bir zat” olarak tanınmaktaydı.

Bir süre sonra padişahın hocası olarak bilinen Ebü’l-Hüda başta olmak üzere çeşitli kişilerce jurnaller verilmesiyle tehlikeli görülmeye başlandı. Bu sırada İran Şahı Nâsırüddin’in Mirza Rıza-yı Kirmani tarafından öldürülmesinin azmettiricisi olmakla suçlandı. Kirmani’nin şeyhle Kazvin’de hapishanede tanıştığı ve İstanbul’da sohbetlerine devam ettiği iddia edildiğinden İran hükümeti Afgani’yi talep etti.

Abdülhamit teklifi reddetse de Cemaleddin, İngiltere’ye gitmek için girişimlerde bulundu ancak sonuç alamadı. Evinde kontrol altında tutulan şeyh, kansere yakalandı ve tedavi için Avrupa’ya gitme izni istediyse de Abdülhamit’ten yine izin çıkmadı. Bir saray hekimi tarafından ameliyat edildi ve 1897 yılında yanında Hristiyan hizmetçisi olduğu halde vefat etti.

EFSANE Mİ?

Afgani, halifeliğin Arapların hakkı olduğunu düşünüyordu. Cemaleddin’in bu düşünceyi savunmasında İngiliz W. S. Blunt’la tanışmasının etkili olduğu, bunun için Blunt’la birlikte Mekke Şerifiyle görüştükleri ancak aldıkları olumsuz cevap üzerine Mısır’da harekete geçtikleri görülmektedir.

Afgani, milletlerin dinsiz de devletsiz de yaşamayacağını belirtir ve dinin hurafelerden, devletin de zalim idarecilerden kurtarılması gerektiğini savunur. Ona göre kanunlar, sultanın iradesiyle değil halkın hür iradesiyle yapılmalıdır. Eğitim halka yayılmalı, din çağın ihtiyaçlarına göre yorumlanmalı, sömürge yönetimlerine karşı mücadele edilmelidir.

Onun çok bilinmeyen yönü ise “Türkçülük” fikrinin gelişmesine yaptığı katkıdır. Afgani, “İslâm birliğinin gerçekleşmesi için her Müslüman milletin ayrı ayrı uyanması ve millî şuuru kazanması lâzımdır” diyordu. Şair M. Emin Yurdakul, Afgani’nin kendisini “Türkçü” şiirler yazması için teşvik ettiğini belirtmekte ve “beni o yoğurmuştur… Cemaleddin’in ruhu bende yaşıyor” demiştir.

Onun fikirleri İslamcıları çok ciddi etkilemiş, önce “Sırat-ı Müstakim” sonrasında “Sebilürreşad” adıyla yayınlanan mecmuadaki yazılarda M. Akif, Eşref Edip, M. Şemseddin (Günaltay); İslam birliği, Müslümanların sömürge yönetimlerinden kurtulması, İslamiyetin hurafelerden arındırılması, Avrupa’nın bilim ve tekniğinden yararlanılması ve Müslüman ülkelerdeki müstebit rejimlerle mücadele edilmesi konularında Afgani’nin izinden gitmişlerdir.

Afgani hakkındaki diğer iddia ise onun “İngiliz casusu” olduğudur. Şeyh bir yandan İngiliz sömürgeciliğine karşı çıkmış, İran’da tütün tekelinin İngilizlere verilmesine karşı mücadele etmiş; diğer yandan Arap halifeliği fikri savunucusu İngiliz Blunt’tan etkilenmiş, İstanbul’dan Avrupa’ya gitmek için de İngilizlerden yardım istemiştir. Ancak mevcut bilgiler, onun casusluğu konusunda kesin bir şey söylemeyi mümkün kılmamaktadır.

Afgani’nin gayesi Müslüman toplulukların geri kalmışlıktan kurtulması, tembellik ve cehaleti terk edip Batı toplumlarının seviyesine ulaşmalarıdır. Müslüman toplumlar bunu yaparken özlerini kaybetmemelidir. Tahmin edileceği gibi o da kimliklerini koruyarak kalkınan toplum örneği olarak zamanla bütün İslamcıların hatta Türkçülerin tekrarlayacağı bir yanlışı belirterek “Japonları” göstermektedir.

Afgani, hedeflerinin gerçekleşmesi için devlet adamları ve hükümdarlarla yakınlıklar kurmuş, onların sağladığı maddi imkanları sonuna kadar kullanmıştır. İttihad-ı İslam için mason locasına dahil olmuş, burada tepkilerle karşılaşınca kendi locasını kurmaktan çekinmemiştir.

İran ve Afganistan’da siyasetin tam ortasında yer almış, istibdadın sembolü olarak gördüğü Abdülhamit ve İran şahının sağladığı imkanları sonuna kadar kullanmış hatta adı, İran şahına karşı çeşitli komplolara karışmıştır. Bütün bunlar dikkate alındığında “İslam’ı hayata egemen kılma” hedefi doğrultusunda her yolu “mubah görmüş” gibidir.

Sonuç olarak Afgani hakkında pek çok farklı değerlendirme yapılabilir. Nitekim o, bir taraftan “İslamın uyandırıcısı bir adam” olarak görülürken diğer taraftan Türköne gibi onun İslamcılık ideolojisinin başlangıcındaki rolünün “efsane” olduğunu ve Batılılar tarafından abartıldığını düşünenler vardır. Bu yaklaşımlar, Afgani’yle ilgili tartışmaların hiçbir zaman bitmeyeceğini göstermektedir.

***

Kaynaklar: K. Bilgegil, “Cemaleddin Efgani ve Türkiye”,  Kubbealtı Akademi, 1977, Yıl: 6. S.3, 4; M. Türköne, “Cemaleddin Afgani Efsanesi”, Bilgi ve Hikmet, 1993, S. 2; O. Keskioğlu, “Cemaleddin Afgani”, AÜİFM, 1962, S. X; M. Esen, “Siyasal-Sosyal Görüşleri ve Dini Yönüyle Cemaleddin Afgani, İİD, 2008, S. 2; N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, YKY, 2012; H. Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, Ülken, 1992.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version