Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

‘Milletler ve milliyetçilik ne kadar eskidir?’

‘Milletler ve milliyetçilik ne kadar eskidir?’


Günümüzün egemen ideolojisi milliyetçiliktir. “Egemen” kelimesi ile kastedilen yalnız “sık rastlanan, dünyanın dört köşesine yayılmış ve geniş yığınlarca benimsenen ve desteklenen” bir ideoloji değildir. Bu inancın en belirgin ve önemli yanı sorgulanmadan içselleştirilmiş olmasıdır.

Son yüzyılda milli devletler, milletler ve millilik dünyanın normal hali sayılmaktadır. Yaygın inanca göre dünyamız milletlerden oluşur, milletler ezelden beri var olmuşlardır, bizim milletimiz de çok eskidir! Bu inanç, malumu söyler gibi tekrarlanır. Kanıtlanmasına da ihtiyaç duyulmaz. Mehmet Akif’in dediği gibi “biz ezelden beri varız”:

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Oysa bu dizelerden de anlaşılacağı gibi milliyetçilik romantizm ile eş zamanlıdır. O romantizm ki duyguyu, heyecanı, coşkuyu – tereddütsüz – soğukkanlı yaklaşımlara üstün görür. Milliyetçilik “duygu” çerçevesinde ele alındığında da tartışılamaz bir “şeye” dönüşür.

2003 yılında (Temmuz 22) Zaman gazetesinde yayınlanan milliyetçilik karşıtı yazıma milliyetçi çevrelerden sert tepkiler gelmişti. (Olayı “Zamandan bir Ses” başlıklı kitabımda anlatıyorum) Bu “eleştirilerin” içinde bence en ilginci bir okurun milliyetçi tanımı olmuştur. Şöyle:

Milliyetçilik, hiçbir babayiğidin – aklından zoru yoksa – ‘canım işte öyle bir şey’ diyerek ceffelkalem bir çırpıda bütün tazammum ve şümûlü ile tanımlamayı taahhüt edebileceği bir “şey” değil; muhtemelen hiçbir zaman da olamayacak… Milliyetçilik, bir âidiyettir, bir sadâkattir, bir aşktır. Aşk’ı kim târif edebilir? Elbette hiç kimse! Aşk, kalbimizde çarpan ve damarlarımızda akan bir ‘şey’dir; hissedilen ve yaşanan bir ‘şey’dir; tarif edilen bir şey değil… Sahi; Milliyetçilik ‘kötü’ müdür ‘iyi’ mi? Kötü nedir, İyi ne diye sormadan, derim ki, Milliyetçilik bir realitedir, bir olgudur; ateş gibi; onsuz hayat olmaz ama, iyisi de olur, kötüsü de, her ikisine de istîdâdı vardır; nasıl kullanılırsa öyle sonuç verir. Yani kötülük ve iyilik ‘içinde’ değil ‘dışında’dır. Milliyetçilik dahi öyledir. Ancak en kötü milliyetçilik, bilâ şekk ü şüphe, 19’uncu asırda Avrupa’da vücut bulan ve bu yüzden de Avrupa’nın insanlığa en kötü hediyesi olan saldırgan ve yırtıcı Avrupâî milliyetçiliklerdir.

Bu yaklaşımla bir taşla üç kuş vurulmakta. (1) Milliyetçiliğe “sadakat”, “aşk” gibi olumlu ama soyut özellikler yakıştırılmakta, yani milliyetçilik övülmekte; (2) tarif edilemez denilerek milliyetçiliği anlatan yüzlerce araştırma bir çırpıda saf dışı bırakılmakta; ve (3) milliyetçiliğin gizlenemez felaketleri de “saldırgan ve yırtıcı Avrupâî milliyetçiliklere” mal edilerek “bizim milliyetçilik” temize çıkmakta.

Tarihçiler, siyaset bilimciler, sosyologlar, psikologlar ve genel olarak bilim dünyası tabii ki milliyetçiliği tarif etmiştir. Hem de ayrıntılı olarak. Sosyal bilimlerde hep olduğu gibi bu alanda tam söz birliği sağlanmadı ise de genel hatlarda milliyetçilik konusunda bir uzlaşma var. Özellikle milliyetçiliğin yeni bir algı olduğu konusunda.  Ama ben belli başlı araştırmacıların isimlerini sıralamak yerinde somut üç olaydan söz edeceğim.

Yunan milli anlatıya göre dünyamızın (sözde) en eski milletlerinden olan “Yunan milleti” aslında yüzyıllar boyunca hiç duyulmamıştır. Yunanca konuşan insanlar hep olmuştur ama bunlar kendilerine “Yunan” (Yunancası “Hellen”) dememişlerdir, Rum demişlerdir. 3üncü yüzyıldan yaklaşık 18inci yüzyıla kadar “Yunan” kelimesi “putperest” anlamını taşıyordu. Ve doğal olarak da olumlu bir anlamı yoktu. Yunanca yazılmış olan Yeni Ahit’te  (İncil’de) Yunan kelimesinin İngilizceye çevirisi – çok doğru olarak – “pagan”, yani “putperest” olarak görülür.  Ortodoks Hıristiyan olan insanlar arasında ancak 18inci yüzyılda ve Batı’dan gelen etkilerle milliyetçi ideoloji yayılmaya başlandı ve “ezelden beri” var olan Yunan milleti algısı oluştu. Günümüzde milli eğitimle de pekiştirilen anlayışa göre Yunanlılar arasında “ezelden bugüne var olmuş olan Yunan milleti” inancı yerleşmiş oldu.

Son üç bin yıldır Yunanca konuşan, çeşitli dinleri izlemiş ve belli coğrafi bölgelerde yaşamış insanlar hep var olmuştu. Ama bunlar bir “millet” olarak yaşamadı. Aralarında ölümcül savaşlar hiç eksik olmadı. Bir devlet birliği içinde yaşamaları sağlandığında ise bu ancak zorla ve kılıç tehdidi ile sağlandı. Antik Yunan şehir devletlerini ve 12-13 yüzyılındaki Anadolu Beyliklerini hatırlatayım. Bunların “milli birliği” o yıllarda düşünülemezdi. Millilik ilk önce Batı Avrupa’da ancak 16-17 yüzyılda kendini hissettirmeye başlar.

Türk milleti algısı ise oldukça yenidir. Doktora çalışmam için Namık Kemal’in Cezmi romanını okuyordum. Hızlı okuyabilmek için yeni harflerle yazılmış baskısını almıştım. Romanda sürekli “Türk donanması”, “Türk komutan” gibi ifadeleri görünce kuşkulandım. 1880 yılında Türk kelimesinin kullanılması şaşırtıcıydı. Orijinal metni bulup bakınca tahrifatı gördüm: “İslamî donanma”, “Müslüman komutan” gibi ifadeler “millileştirilmiş”, roman “Türkleştirilmişti”!

Yeni kuşaklar farkında olmadan geçmişi, milli devlet çerçevesi içinde öğreniyor. Bu verdiğim örnekte çarpıcı olan, tahrifat yolu ile sağlanan “millileşme” değildir. Asıl sorun yirmi yıldan beri satılmakta ve okunmakta olan bu romanı, edebiyat ve tarih fakültelerinden mezun olmuş yüzlerce  insan okumuşken “Türk” kelimesinin kullanışında bir tuhaflık görülmemiş olmasıdır. Hiçbir edebiyat eleştirmeni tahrifatı sezmemişti. Çünkü milli anlatı artık içselleştirilmiştir. Bu tür ifadeler, sistematik milli bir eğitimin bir sonucu olarak “normal” sayılmaktadır. Geçmişin milli olması “tabii” sayılmaktadır.

(Hikâyeyi tamamlamak için şunu da ekleyeyim. Zaman gazetesinde yayımlanan ve Cezmi’nin eski ve yeni yazı ile yazılan metinlerin karşılaştırılmasını içeren eleştirel yazım (27/10/1996), İnkılap Kitabevi tarafından olumlu karşılanmış ve Cezmi’nin yeni bir çevirisinin yayımlanacağı vaadi, eleştiri yazımla birlikte yayınlanmıştı. Son çıkan “çeviri” şu an sansürsüzdür.)

Türk ve Türkçülük kelimelerine verilen olumlu anlamlar yenidir. Yine Namık Kemal’den bir örnek vereyim. “Vatan yahut Silistre” (1872) piyesinde ‘Osmanlı’ ve ‘Türk’ sözcüklerine verilen anlam zamanın damgasını taşır. Şu konuşmaları buluyoruz: “Allah vatana muhabbeti emrediyor. Bizim vatanımız Tuna demektir”. Yabancılar mukaddes toprakları çiğneyince “en miskin köylü ile benim aramda hiç fark kalmıyor” diyor aydın kahraman. “İşte o vakit abalı kebeli Türkler, o tatlı sözlü, yumuşak yüzlü köylüler, o çifte koşulan öküzden fark etmek istemediğimiz biçareler aradan bütün bütün kayboluyor da yerlerine Osmanlılığın, kahramanlığın ruhu meydana çıkıyor”.

Yani 1872 yılında “Türk” kelimesi bugün hakaret sayılacak ifadeler ile ilişkili biçimde  kullanılabiliyordu: “abalı kebeli, miskin, çifte koşulan öküzden fark etmek istemediğimiz biçareler”! O yıllarda Türk kelimesinin anlamı “cahil köylüdür”. Yirmi beş yıl sonra Mehmet Emin Yurdakul “Ben bir Türküm; dinim cinsim uludur, / Sînem özüm ateş ile doludur”  diye başlayan şiiri Türk milliyetçi hareketinde bir dönüm nokrası sayılır. “Türk” kelimesi artık saygınlık kazanır. Toplumsal koşullar yeni ideolojinin gelişmesi ve yerleşmesi için olgunlaşmıştı.

Bu yeni koşullar, özet olarak, dünyada artık hızla yayılmakta olan milliyetçi düşünce ve eylemlerdir. Balkanlarda ve Araplar arasında milli ayaklanmalar başlamıştır. Mehmet Emin “Türküm” şiirini 1897 Yunanistan’la başlayan savaş vesilesiyle yazmıştır. O yıllarda Yusuf Akçura “Üç tarz-ı siyaset” yazısını yazıp Osmanlıcılığı ve İslamcılığı reddederek Milliyetçiliği savunur. Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, İstiklal Savaşı ve Milli Türk Devletinin kurulmasıyla “millilik” bir yeni gerçeklik olarak ortaya çıkmıştır.  Tabii aydınlar arasında tartışılan “milliyetçilik” henüz toplum içinde bir geçerlilik ve saygınlık kazanmamıştı.

Demek istediğim, dünyamız hep “milliyetçi” değildi! Bunu, “eskiden durumlar daha iyi idi” anlamında söylemiyorum, “farklıydı” anlamında söylüyorum. Yani milliyetçilik tarihi bir olay. “Tarihi” demekle kastım, başı ve sonu olan süreçtir. Milliyetçilik insanlık halinin “doğal” ve ezeli hali değildir. Durumu bu biçimde ele alınca yaşadığımız çevremize de farklı bir açıdan bakmaya başlarız. Her gördüğümüz ve yaşadığımızı ille de “normal” görmemeye başlarız. Eleştirel yaklaşırız yaşadıklarımıza. Hatta her durumu da “doğal” karşılamaz muhalif oluruz, farklı yöntemler, ilkeler, yaşam biçimleri hayal etmeye başlarız.

Milli ezberleri zorlamaya başlarız. “Dinim cinsim uludur” veya “ezelden beri varız” türü milliyetçi tekerlemelerin kaynağını bildiğimizden dolayı kolayca “gaza gelmeyiz”.

Milliliği araştıranlar “millet oluşturma” (nation building) kavramını geliştirmişlerdir. Buna göre milli devletlerin bu rolü açıklık kazanmıştır. Milli “bilincin” nasıl oluştuğu aslında çok iyi biliniyor ama bu yöntemi milli tarihçilik ve milli eğitim tabii ki söz konusu etmiyor. Millete öğretilen ve aşılanan yeni milli ideolojidir.

Oysa şu an yazdıklarımı kanıtlayan o kadar çok veri var ki! Milliliğin ne denli yeni olduğunu gösteren üç örnek daha vereyim.

Şevket Süreyya Aydemir “Suyu arayan adam” adlı anı kitabında Birinci Dünya Savaşı sırasında ve Kafkas cephesinde askerlere soru-cevaplı ders verirken yaşadığı şu olayı anlatır:

Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu . Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı .

– Biz hangi milletteniz, deyince her kafadan bir ses çıktı:

– Biz Türk değil miyiz? deyince de hemen :

– Estağfurullah ? diye karşılık verdiler .

Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türktük. Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi. Fakat ne çare ki [bu erlerin] görüşüne göre Türk demek Kızılbaş demekti.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Yaban” romanında 1920’lerde “milli kimliğin” henüz yaygınlaşmadığını Anadolu köylüleri ile yaşadığı bir konuşma ile anlatır:

– Onlar kim?

– Aha, Kemal Paşa’dan yana olanlar…

– İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?

– Biz Türk değiliz ki, beyim.

– Ya nesiniz?

– Biz İslamız, elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar.

Bekir Çavuş’la artık daha ziyade konuşmağa mecalim yok… Bunalıp kalıyorum. Eğer, bize zafer nasip olsa bile kurtaracağımız şey, yalnız bu ıssız toprakla, bu yalçın tepelerdir. Millet nerede? O henüz ortada yoktur ve onu bu Bekir Çavuşlar, bu Salih Ağalar, bu Zeynep Kadınlar, bu İsmailler, bu Süleymanlarla yeni baştan yapmak gerekecektir.

1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) ile milli devletin kontrolüne geçen  “milli eğitim” tabii ki bu tür bilgileri gündeme getirmez. Getirse kendisi ile çelişkiye düşecek. Milli eğitimin amacı milliliği pekiştirmektir, açıklamak değildir.

Milli açıdan yorumlanmayan geçmiş, milli ezberlerin ötesinde, oldukça farklı ve ilginçtir. Çağdaş ve milliyetçi olmayan tarihçiler bunu yapmaya çalışıyor. Tabii milli karşı tepkilere de neden oluyorlar. Yunan tarihçiliği ile ilgili, sanırım Türk okuruna da şaşırtıcı gelecek bir romandan söz edeyim.

Yunanlıların “ezelden beri” Bizans’a sahip çıktıkları çok söylenmiştir. Oysa Yunanlılar 19uncu yüzyılda Bizans’ı düşman saydıklarını görüyoruz. Günümüzün milliyetçi bir Yunanlının  açıklamakta zorlanacağı olay şu:

Panagiotis Soutsos’un (1806-1868) Leandros (1834) adlı romanı Yunan edebiyatının ilk romanı sayılır. Romanda şu cümleyi okuyoruz: ‘Psara, Kos (vb) gibi adalarda muharebe Bizanslı, Mısırlı ve Afrikalı donanmalara karşı oldu… Yunanistan kurtuldu’. Kastedilen düşman donanma Osmanlı ve Mehmet Ali’nin Mısır donanmasıdır. Yani Osmanlı Devleti’ne ‘Bizans’ denmektedir.

Bu görüşün açıklaması var: O yıllarda Yunan resmi tarihçiliğinde Bizans henüz ‘Yunan’ değildi; hatta Yunan’a karşı bir güç gibi algılanırdı. Bizans’ın “Yunanlılaşması” millilikle ilgili yeni bir olaydır.

Yani milli devletler ve milliyetçilik yeni bir tarihi olaydır. “Eskiliği” veri değil, öğretilmiş bir inançtır. Tarihî yani konjonktürel olması da geçici yanını gösterir. Bu alandaki yeni eğilimlerden ilerde söz etme olanağım olacak.

(Namık Kemal’in, Şevket Süreyya Aydemir’in ve Yakup Kadri’in kitapları internetten indirilebilir. “Öteki ve Kimlik” “Yunan ulusunun doğuşu” ve “Geçmişten Bugüne Yunanlılar” başlıklı kitaplarımda burada sözünü ettiğim “milliliğin oluşması” olayı ayrıntılı biçimde anlatılıyor. Şu makalem de aynı konuları işliyor: “History for Nation-building: The Case of Greece and Turkey”, Palgrave Handbook of Research in Historical Culture and Education, Edit. M. Carretero, St. Berger, M. Grever, Palgrave Macmillan, 2017.)

Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version