Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Hayat, ölüm ve gölgemiz

Hayat, ölüm ve gölgemiz


“İnsanoğlu Platon’un mağarasından bir türlü dışarıya çıkamamakta, eski alışkanlığını sürdürerek hala gerçeğin imgeleriyle oyalanıp durmaktadır.”

Susan Sontag

“Bıraksınlar rüzgar essin, bıraksınlar gelincikler kendi kendine yetişsin, karanfil de lahanaya eş olsun. Bıraksınlar kırlangıç misafir odasına yuva yapsın, devedikeni çıksın duvarlardan, kelebek güneşlensin koltukların solmuş basmalarında. Bıraksınlar kırık camlar, porselenler çimenlere uzansın, otlara ve yabani çileklere karışsın.” ( Virginia Woolf- Deniz Feneri )

Woolf, kitabın “Zaman Geçiyor” başlıklı bölümünde Ramsay ailesinin ölümünden sonra geçen on yılda, doğanın ailenin terk edilmiş eşyalarına bir gölge gibi süzülerek evi nasıl ele geçirdiğini anlatır. Odaya sadece deniz fenerinin ışığı dolmakta, ışık yatağa ve duvara dokunurken kırlangıçla devedikenini gözlemekte..

Ramsay ailesinin boş evinin bahçesinde mevsimler geçip dururken, deniz çekilip sonra geri gelmekte, çürüme ve onu izleyen yeni bir hayat döngü halinde birbirini takip etmekte, hayat ölümün kaçınılmazlığına inatla direnmektedir.

Deniz Feneri’ni karakterize eden hüzünlü hava, tecrit olmak ve zamanın geçip gidişiyle her şeyin faniliği arasında bir bağ kurmakta. Woolf, korkuyla dolu dünyasında kuşkuyla da olsa edebiyata sığınmaya çalışır. Ancak ölümü berrak bir şekilde görebilmişken tercihini ondan yana kullanır.

Hayat tecrübemizi yansıtan evrensel gerçeklerden biri “zamanın geçiyor” olması, ikincisi ise “herkesin öleceği” gerçeğini küçük yaşlardan itibaren öğrenmemiz.

Albert Camus’nün bütün yapıtları ölümün gölgesinde durur. Babasının Birinci Dünya Savaşı’nda ölmesi, tüberküloz hastalığına yakalanması, idam cezası ve giyotine karşı duyduğu dehşet ve verdiği mücadele. Bu nedenle Camus’nün yapıtları ölüme karşı hayata düzülen bir övgüdür. ( Victor Brombert- “ Fanilik Üzerine Düşünceler “ )

Her türlü yalana, inkara ve aydın ikiyüzlülüğüne karşı çıkarken her tür uzlaşmaz ideolojiyi “ölüm krallıkları” olarak tanımlar. ( Başkaldıran İnsan- Düşüş )

Primo Levi, Auschwitz’de yavaş yavaş açlıktan ve hastalıktan ölmenin ve gaz odalarının yarattığı dehşetin karşısında ölüme ve umutsuzluğa karşı hayatta kalmanın mücadelesini anlatırken yeniden hayata döner.

Ancak gençliğinde bir bilim insanı olarak yola çıkan Levi toplama kamplarında işbaşında gördüğü irrasyonel güç karşısında giderek korkulara kapılır, bilim kendisine saldırgan ve kendi kendini yıkabilecek bir şey olarak görünür.

Yegane hakikat Lager’ dir. ( Toplama kampı ) Bir kere yaşandığına göre, bir daha tekrar edebilir. Ölüm trenleri beklemektedir.

Nitekim Woolf da, Mrs. Dalloway’de silahlara, savaşa ve yıkıma ilişkin imgeler kullanır. Hem Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin toplumsal hafızaya, hem de uygarlığın toptan çöküşüne yol açabilecek yeni felaketlere dikkat çeker.

Bertrand Russel, insanın tüm başarılarının ve zekasının onu yine ölümden öteye götüremeyeceğini anlatmıştı.” ..İnsan bu güneş sisteminin sınırsız ölüm denizinde yok olmaya mahkum olduğunu idrak edebilecek bir öngörüye artık sahip değil ve insan yapısı başarı tapınağının, bir gün kaçınılmaz olarak evrenin yıkıntıları altında kalacağını göremez halde.”

Herkesin bir gölgesi var ve insanın gölgesiyle yüzleşmesi kendi içindeki canavarı kontrol altına alması için önemli. Ursula Le Guin, Andersen üzerinden anlatıyor. “ Gölge, adamın bastırılmış bencilliği, itiraf edilmemiş arzuları, asla edemediği küfürler, işlemediği cinayetler. Gölge onun ruhunun karanlık yüzü, kabul edilmeyen ve kabul edilemez olanı.. Andersen’in anlattığı şey, bu canavarın insanın ayrılmaz bir parçası olduğu ve yadsınamayacağı…” devam ediyor Guin “ Gölge, yani ruhumuzun öteki yüzü, bilinçli zihnin karanlık kardeşidir.. Ruhumuzun ikizini taşıyan hayalet…Gölge, bilinçli ve bilinçdışı zihnin arasındaki eşikte bekler ve rüyalarımızda onunla, kardeş, dost, hayvan, canavar, düşman ve rehber olarak karşılaşırız.” ( “Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar”- “Çocuk ve Gölge )

Carl Gustav Jung’a göre; bilince kabul edilmeyen gölge dışarıya, diğer insanlara yansıtılır, kötü olanlar ve sorun yaratanlar başkalarıdır. Jung şöyle devam eder: “…insan kendi gölgesiyle yüzleşip hesaplaşmayı öğrenirse dünya için gerçek bir şey yapmış olur…. toplumsal sorunların hiç olmazsa küçücük bir parçasını sırtlanmış olur.”

Bunu başaran insan kendini bilmeye, yaratıcılığa, olgunlaşmaya adım atmış olur. Hayvansı eğilimlerini ehlileştirirken Jung’un nitelemesiyle gölgeyle başa çıkacak olan “persona”sını güçlendirir. Persona toplum tarafından kabul edilebilmek için insanın dış dünyaya karşı taktığı maske ya da takındığı kimliktir.

Kuşkusuz gölgeden yoksun bir hayat cılız ve ruhsuzdur. Kökenini evrim tarihinin derinliklerinden alan gölge basitçe kötü değildir. Aşağılık, ilkel, sakil, hayvansı, çocuksudur; güçlü, canlı ve kendiliğindendir. ( Engin Geçtan- “ Hayat “ ) Gölgeyi ehlileştirirken onu yönlendirmeyi de becermek gerekir.

Hayat ile ölüm arasındaki çizgide gölgemizle yüzleşerek kötülüklerden kaçınmamız, sevgi, neşe ve iyilik yolundan gitmemiz için çaba göstermeliyiz. Hayatın son muhasebesi yapıldığında şöhret, statü ve para tamamen hesap dışıdır. Sonuçta önemli olan hayatı nasıl yaşadığımızdır. Ruhumuzu, onurumuzu, vicdanımızı yitirmeden, anların kıymetini bilerek sevgi, neşe ve mutluluk yayabilmişsek hayatı zengin yaşamışız demektir.

Jack Gilbert, “Savunulacak Dava” isimli şiirinde dünya hem berbat hem de harika bir yer, mutlu olmakla yükümlüsünüz diyor. Kastettiği hakiki, olgun ve içten bir mutluluk. Hiç emek vermeden kazanılmış, dünyanın saldırısına karşı hazdan bir kale inşa etmeyi amaçlayan cahilce bir mutluluk değil. Her anın ne kadar mucizevi olduğunu hissettiren bir mutluluk. (Joe Fassler- “Karanlığı Aydınlat” )

Gilbert en önemli şeyi söylüyor : “ Mutluluğu öne süreceğiz. Haz olmasa da olur, ama mutluluk olmadan olmaz. Keyif olmadan olmaz. Bu dünyanın zalim ateşinde neşemize sahip çıkacak inadımız olmalı.”

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version