“Niye başkalarıyla aramda bir uzay boşluğu oluşuyor?”
Aynı acıyı hissetti yine, başkalarınca yabancı görülmenin acısını.
Karıncaların Günbatımı, Zaven Biberyan
Yargıtay, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Sultanbeyli dosyası kapsamında tutuklanan ve müebbet hapis cezası verilen 66 askeri öğrenci hakkındaki kararı bozdu.
Avukat Cemil Çiçek, Twitter’dan “müebbet alan askeri öğrencilerin dosyasının Yargıtay tarafından bozulduğu bilgisi geldi” diye yazınca bu karanlık günlerde sanki bir ışık görüldü.
Uzun süredir mücadele verenlerden, konuya kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışan, aynı zamanda öğrencilerden Furkan Çetinkaya’nın annesi Melek Çetinkaya “Emin değilim ama oğlum tahliyeymiş. Görmeden inanmam” mesajı paylaşıp Silivri Cezaevi önüne gitti.
Oğluna kavuşan Çetinkaya, “İçerdeki evlatlarımın hepsini alana kadar mücadeleye devam edeceğim” dedi.
15 Temmuz nedeniyle yargılanan askeri öğrencilerin davası son yıllarda Türkiye’deki insan hakları açısından en önemli davalardan biriydi. Fakat ne yazık ki, şu ya da bu sebepten gençler görmezden geldiğimizi, ailelerinin ve aktivistlerin verdiği mücadele bence gereken derecede önemsenmedi ve görünür olamadı.
Tahliyeler çok sevindirici, ailelerin çocuklarına kavuşma anları insanın yüreğini paramparça ediyor. Hüzünlü bir sevinç bu; kavuşmanın hemen ardından yeni bir dönem başlayacak çünkü – sorular, açıklamalar, adaptasyon, kaybollan yılların muhasebesi, bundan sonra yaşanacaklar, gelecek planları…
Sosyal medyada paylaşılan fotoğrafları gördükçe aklıma Ermenice bir romanın baş kahramanlarından Baret geliyor…
Zaven Biberyan, Karıncaların Günbatımı’nı yazarken bu eserin bir başyapıt olacağından sanırım habersizdi. Kendisinin, cumhuriyet sonrası Türkiye’deki Ermenice edebiyatın önde gelen isimlerinden biri olacağından da.
Biberyan bu romanı, 1970 yılında tam 294 gün sürecek bir tefrika olarak Ermenice Jamanak gazetesinde yayınlandı.
Fakat, tefrika ancak 1984 yılında Ermenice roman olarak basıldı, Biberyan’ın ölümünden az önce, o hasta yatağındayken.
Değeri geç anlaşılanlardan oldu Biberyan, ne yazık ki.
Oysa Biberyan, edebi kişiliğinin yanında siyasi yönü çok kuvveti bir yazardı. Ermenice gazetelerdeki yazıları ve eleştirilerinin yanı sıra toplumsal sorunları, sınıf çatışmalarını ele alışı ile çok yönlü ve mücadeleci bir entelektüeldi.
1998 yılında Aras Yayıncılık oldukça önemli bir karar verip, romanın Türkçe çevirisini Babam Aşkale’ye Gitmedi ismiyle yayınladı.
Yayınevi, romanda önemli bir yer tutan Türkiye Cumhuriyeti’nin karanlık sayfalarından biri olan Varlık Vergisi meselesinden yola çıkarak kitaba bu ismi vermeyi uygun buldu. Kitap, Varlık Vergisini ve bu “Azınlıklara darbe” hikayesini bir Ermeni ailesinin hayatı üzerinden anlatıyordu.
Tarhanyan ailesinin çöküş hikayesiydi romanda anlatılan.
1955 yıllına kadar Kadıköylü Ermeni bir ailenin içten içe parçalanmasını, aile fertlerinin birbirinden nefret etmeye giden hikayesini olanca çıplaklığı ile sunan Biberyan, Türkiye’nin azınlık siyasetini de anlatıyordu.
Ermeni, Rum, Yahudi erkeklerinin yaşadığı “Nafıa” askerliğinin bir gence neler yapabileceğini…
Askerlik diye gidilen yerde üç buçuk yılı, normal askerden farklı giyilen kahverengi üniformaları, ağır fiziksel işleri, yataksız, taş üstünde hatta bazen aç yatmayı, ölecek kadar hastalanmayı ve buna “askerlik” dendiğini…
Biberyan’ın romanındaki kahramanı Baret işte böyle bir askerlikten gelir; Varlık Vergisi ile yıkılan, fakirleşen ve artık harabeyi andıran bir evde yaşayan ailesini görür ve başlar roman.
Varlık Vergisini ödeyemeyenlerin gidip çok ağır şartlarda çalıştığı ve bazen dönemediği Aşkale’ye gitmemek için babası elde avuçta ne varsa satmıştır. Öyle ki, konulan vergileri ödemek için bazen mülkün kendisini satmak bile yeterli olmamıştır.
Neredeyse alkolik bir baba, babasını “uyanık olmadığı” için mütemadiyen suçlayan bir anne, annesine babasını yerin dibine sokma konusunda yoldaşlık eden bir abla…
3,5 yıl süren kabustan dönen Baret, eve döndüğünde yaralarının sarılacağını düşünmüştür, umut beslemiştir oysa. Döndüğüne bulduğu ev onun evi, gördüğü aile onun ailesi değildir artık.
Yaşadıklarını anlatmak ister anlatamaz, olup biteni anlamak ister anlayamaz Baret, savrulur.
İş bulur çalışır, para kazanır, aile içi kavgalar sürerken, aniden babasını kaybeder.
Babasının ölümünden sonra, bazı evrakları incelerken babasının verdiği mücadeleyi görür ve üzülür, annesi ile ablasının tavrını hatırlar, kahrolur ve sonunda evi terk eder.
Biberyan, bir çok Ermeni ailenin bu dönemde başına neler geldiğini gündelik yaşam üzerinden anlatır romanda. Varlık Vergisinin mahvettiği hayatları adeta gözüne sokar okurun.
Biberyan hala Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin olduğu İstanbul’u da anlatır bu romanında…
Kadıköyü, Beyoğlu’nu, Tünel’i, adaları, restoranları, dansları…Romanı okurken İstanbul’un 1950’lerde nasıl bir yer olduğunu daha iyi anlar insan, bugünkü gibi “Azınlıksız” olmadığı zamanlarda ne kadar farklı olduğunu…
Mecburen gidilen “o yerden” dönüldüğünde, çok özlenen ve her gün sayısız kez hayali kurulan “kadim yerin” yabancılaştığını anlatır Biberyan romanında. Sadece yerin değil, özlenen kişilerin de.
Bir kez gittikten, gitmek zorunda kalındığında artık aynı yere dönülemeyeceğini… Özlenilene kavuşunca yaşanan hayal kırıklığını, boşluğu ve beklentilerin hazin sonunu anlatır…
Bugün hala devam edeni, bir ülkenin kendi evlatlarının hayatlarını çalmasını anlatır…
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***