Bazen bir “aha!” yahut daha çokbilmişçe ifade edersek “eureka!” anı oluyor insanın zihninde. Geçen gün her nedense takılıp, okuduğum Portekiz hakkında yeni çıkan bir tarih kitabının Fransızca tanıtım yazısındaki şu tümce de benim için öyle oldu: “Zayıf ve çöküşün eşiğinde bir monarşiye rağmen, Fransa için olduğu gibi, devlet burada (Portekiz) ulustan önce gelmişe benziyor.” Devletin kuruluşunun, belki zorunlu nedenlerle, kendiliğinden ulusun (kendini?) inşasından önce gelmesi, en azından ayrı yürümüş oluşu ve halen dahi öyle yürümesi, dış politika açmazlarımıza da yansıyan kimlik ve yönelim bunalımının kökenlerinden başlıcası herhalde.
Öte yandan ne güncel ne kutsal emanet (“milli dava”) olarak devralınan dış politika ve ulusal güvenlik sınamalarının hiçbirinin “ben yaptım oldu” denecek tek beden çözümü yok. Bu durum bir yana, belki düpedüz çözümü de yok bu sorunların verili ortam ve bağlamda. Güncel dediklerim şunlar: Ukrayna’nın işgali ve tahıl koridoru. Yunanistan’la gerginlik, ki iki kümeye de girer. İsveç-Finlandiya’nın NATO üyeliğine taş koyma, ki belki o da Batı’dan şüphecilik bakımından iki kümeye de konabilir. Suriye’ye (Tel Rifat ve Münbiç?) harekât, ki o da Kürt sorunu kaleminden iki kümede birden yer alır. Son olarak, sessiz sedasız beliren KKTC’nin ilhakı hevesi.
Bu dosyaları böyle dizince, KKTC işi dışında diğerlerinin arka planına da ABD ile bir türlü hale yola koyulamayan ikili ilişkileri yerleştirmek sanırım aklın gereği. Önüne, ötesine de, yaklaşan, şunun şurasında en fazla bir yıl sonra yapılacak seçimleri koyalım. Erdoğan’ın kendi defalarca “bu fakir değişmez” dediğine göre, ondan yana bir dönüşüm beklentimiz olmamalı. Hele aldığı geniş virajın ardından, dünyadan beklediği ilgiyi görmemişken. Dolayısıyla ben her şeyden önce gerilimin düşürülüp, kulaklara sürekli parazit yapan gürültünün azaltılıp, biraz nefes alınacak bir huzur döneminin hedeflenmesinin yerinde olacağına inanıyorum.
Hiçbir konuda hiçbir adım atmayıp, deyim yerindeyse uzanıp sırtüstü yatmayı önermiyorum. Volontarizmden, işgüzarlıktan, iddialı dış politikadan belirli bir dönem kaçınmak gerekeceğini savlıyorum. Üstelik öylesinin, dibi gören ve daha hızla daha kötüye gideceği bugünden belli olan ekonomiye de katkı yapacağı görüşündeyim. Daha dar bir hedef olarak, hariciyenin derlenip toparlanması için de bir nefes alma aralığı yaratılmasının yerinde olacağını sanıyorum. Biz yorulduk, yorulurken müttefikleri, komşuları, bölgeyi, dünyayı da yorduk. İçerideki boğuntu, dışarıya böğürtü olarak yansıdı, adını çöktürme koyduk.
Öncelikli hedef iklimi ılımanlaştırmak olmalı. Prese karşı, rastgele şişirilen uzun toplar yerine, habire kendini yere atıp kart istemeden, olmadık çirkefliklere başvurup her topa tabanlı girmeden, burnu yerde çalım çalım gidip taca çıkmadan, üçgenlerle organize olmalı. Kenarda ben olsam, gönlümden geçecek oyun stili bu olmazdı. Aksine ısıran, önde basan, koşan, top ayaktayken rakip kaleyi, top rakipteyken ne pahasına olursa olsun topu almayı isteyen oyunu yeğlerdim. Ama artık Ancelotti devri bizi paklar. Gitti “temiz iş, aile kasabı”, hoş geldin “bir olsun bizim olsun.”
Üçgenlerden kastım da bölgesel de İsrail, küreselde NATO gibi “dostlarımız”, hem de “geleneksel” olanlarından. Bolca istikşafi istişare. AB ile vizesiz seyahat ve gümrük birliği güncellemesi pazarlıkları. İçeride atılan demokratikleşme adımlarıyla çağlayıp, coşan bir sempati seli üzerinde sörf yapacak dış politika. Tıpkı şu hukukun üstünlüğü, yasalar önünde eşitlik ve başta bağımsız olanları kurumların yeniden ihyası gerçekleşmeye başladığında yağmur olup yağacak doğrudan dış yatırımlar anlatısı gibi. Olmaz mı? Olurunu bilen bir adım öne çıksın. Olmuyorsa yukarıda belirttiğim üzere, bir olsun bizim olsun.
Aylak kasap billurlarını tartarmış. Ona şüphe yok, malum mahfillerde billur zihinler mebzul miktarda. Erdoğan’ın bu son U dönüşleri onlara hiç yaramadıydı. Sonucu cepte olmayan seçimler de kapıda. Olana bitene bakıyorlar, kendilerini sorguluyorlar. Petrol bulamıyorsan petrol çıkan yeri al: Kerkük. Suriye’ye giremezsen, Yunanistan’la savaş çıkar. Kırım’ın ilhakını Rusya atlattı, atlatıyor: KKTC’nin başı kel mi? Güzellikle söyledim (U-dönüşü, sığınmacı anlaşması) anlamadınız, madem öyle (NATO, Mitsotakis diye biri yok, Suriye’ye harekât, KKTC’nin ilhakı) “bu fakir değişmez.”
Ekonomide olduğu gibi, dış politikada da tepetaklak gidiyoruz. Sıfırın altında oyuna başlayınca eksi ikiden eksi bire çıkmak bile başarı sayılır. Somut erişilebilir hedefler belirlemek ve iklimi yumuşatmak. Şimdilik yapılabilecek olanlar bunlar. Kendimizi kandırmayalım. MGK toplantı salonunun ortasında duran çiçeklerle bezeli tabut gibi bir cenaze duruyor önümüzde. Leşçil değil, hepçil olan hayatta kalır. Seçmen bilançoyu okur ama oyunu yatırım planına bakarak verir. Seçmene yeni sürüm Mavi Vatan’ları andıran hamasi mavallar okumak geçerli seçenek değil. Biraz soluklanıp, kendimize bakmak, yara sarmak, çocuklarımızın yaşayacağı ülkeyi tasarlamak, ona göre dış politika yapmak zamanı olacak, her şey yolunda giderse, seçim sonrası.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***