Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Cemaat, Türkiye’yi Unutmalı mı? (2)

Cemaat, Türkiye’yi Unutmalı mı? (2)


YORUM | UĞUR TEZCAN

Bir önceki yazımızda “Cemaat, Türkiye’yi Unutmalı mı?” sorusunu sormuştuk. Bu yazının daha iyi anlaşılabilmesi adına öncelikle o yazının okunmasını tavsiye ederim. Bu yazıda, konunun hacmini biraz daraltarak daha somut bir bakış açısı ile mevzuyu tekrar ele almak istiyorum.

Başlığın kendisi insanları aslında varoluşsal bir tanımlamaya itiyor. Bir Müslüman ve bir din hizmeti hareketi gönüllüsü olarak kendinizi, hayata bakışınızı ve din ile olan irtibatınızı, sürecin sarsıcı etkileri ve yaşattığı travmalar ışığında nasıl görüyorsunuz?

Konu çok geniş bir yelpazede değerlendirilebileceği ve bu yazıda daha dar kapsamlı bir bakış açısı sözü verdiğim için ihtimallere değil, direk olarak; bakış açımızın nasıl olması gerektiği noktasına odaklanacağım.

Evet, bizler Müslümanız ve dine hizmet felsefesi ile yetiştirilmiş insanlarız. Yaşadığımız ihanetler, maddi ve manevi kayıplar, terk edilmişlikler, hırsız münafıkların ve yalakalarının bizlere reva gördükleri ölçüsüz ve aşırıya kaçan saldırılar ve iftiralar bizlerde derin ve tedavisi zor travmalar oluşturdu. Hepimiz yukarıda sıraladığım ve bizi biz yapan kimliklerimize dair artık her şeyi sorgular bir konuma geldik.

Tüm bunlara rağmen değişmeyen tek bir gerçek var. Hayatımızı tekrar düzene sokmak da travmalarımızın üstesinden başarıyla gelebilmek de aidiyet duygularımızı gelişen koşullara ve hicret diyarında bulunduğumuz yeni şartlara göre yeniden inşa etmek de yine bizlere düşüyor.

Ayağa kalkabilmenin ve küllerinden yeniden dirilebilmenin ön şartı öncelikli olarak içine düştüğün durumun bilincinde olmak ve onun sebep olduğu neticeleri kabullenmek, ümidini ve inancını kaybetmemek ve mevcut şartları iyi okuyarak yenilenme yöntemleri geliştirip ayağa tekrar kalkmaktır. Böyle bir dönemde kendinize yapabileceğiniz en büyük iyilik; sizi bu haksız durumların içine sokmuş olan cahil, hırsız ve münafık karakterli, iki yüzlü ve yalan söylemeyi bir ahlak haline getirmiş çirkef insanlar karşısında yenilgiyi kabul edip etmemeniz olacaktır. Mesela; böyle insanlardan oluşan az sayıda ama azgın bir grup karşısında hemen yenik düşüp kendi kimliğinizi sorgulamaya, iç enerjinizi yiyip bitiren üzüntülerin ve hayal kırıklıklarının bataklığında kendinizi nefessiz bırakmaya mantığınız ve gönlünüz razı oluyor mu? Her türlü mücadele imkânı hala elinizde iken, siz, ‘batsın bu dünya’, ‘her şey olacağına varır’, ‘benden bu kadar’, ‘artık hiçbir şey değişmez’ gibi cümleler kurarak köşenize mi çekileceksiniz? Veyahut da, ‘bulunduğum ülkede artık iyi bir yaşama ve gelir düzeyine ulaştım. Arada bir de ihtiyacı olanlara yardım ederim bu bana yeter, gerisi de umurumda değil’ mi diyeceksiniz?

Bunları genel geçer cümleler olarak yazmıyorum. Kendi dünyalarını bu tarz düşünce kalıplarının içine hapsetmeye başlamış çok sayıda insan olduğunu iyi biliyorum.

Namazımı kılarım, yardımımı yaparım, onun dışında da bu nankör millet veya cahil cühela Müslümanlar adına hiçbir şey yapmam, ya da yapılabilecek bir şey artık kalmadı vb. düşünce şekilleri ile düşündükçe hem dininiz ile hem de Allah ile olan irtibatınızı zayıflatacaksınız. Kendinize inşa ettiğiniz bu tarz küskün bir Müslüman kimliğini içinize sindirebiliyor musunuz?

Hem Türkiye dindarlığı hem de dünya Müslümanlığı son yirmi yıldır inanılmaz bir dünyevileşme ve kapitalistleşme yaşıyordu zaten. Geldiğimiz noktada, yaşanan travmaların da etkisiyle en eğitimli ve bilinçli Müslümanlar olarak sizler de kendinizi küskünlük kayığına atıp ümitsizlik nehrinde rafting yapmaya çıkarsanız az sonra hangi şelaleden ne kadar aşağıya düşeceğinizi kestiremezsiniz. İster görün ister görmeyin; kabul edin veya etmeyin ancak mevcut Müslümanlığın sizlerin temsil ettiğiniz İslami bakış açısına ve şimdiye kadar tesis etmeyi başardığınız kimliğe ihtiyacı var. Başkalarının bunu göremiyor olmaları, yalancı ampul ışıklarının peşinde bir sinek gibi anlık çıkarlar uğrunda uçuşup durmaları zaten tabiatları gereği doğal olan, yaşanması gereken bir süreç.

Unutmamamız gereken bir şey var: Bizler çoğu zaman, gerçek bir Müslüman nedir ve nasıl olmalıdır gibi sorular üzerine iyice düşünmüyoruz. “Bulunca yiyoruz, bulamayınca sabrediyoruz” diyen adama karşı “Onu Horasan’ın köpekleri de yapıyor (zaten)” diyen İbrahim Ethem gibi ben de sizlere soruyorum. Bir gün sizlere de “Allah’a nasıl hizmet ediyordunuz?” diye sorulduğunda neler diyeceksiniz? Tüm şartlar müsait iken, tehlikeler yok iken, maddi imkanlarımız varken, o rahat-kurumsallaşma imkanları da var iken dinimize hizmet ediyor; ama zulümler, soykırımlar, fişlenmeler, terörist iftiraları, ihanetler, nankörlükler ve sair korku ve tehlikeler var iken de hicret ettiğimiz rahat beldelerde kendimizi rölantiye alıyor; zalimleri daha da kızdırmamak adına susuyor, kendimizi saklayarak veya sadece niye bu hallere düştük diyerek etrafımızdaki insanları suçlayarak enerjimizi heba ediyor ve şartların tekrar düzeleceği günleri ‘sabırla’ bekliyorduk mu diyeceksiniz?

Evet! İslamiyet niye geldi? Bir Müslüman gerçekte neyin mücadelesini ve kimlere karşı verir? Amacı sadece temel dini vazifelerini yerine getirmek, iyi bir insan olmak ve fakirlere yardım etmek midir? İçinde bulunduğumuz yüzyılda Müslüman olmak ve İslam’a hizmet etmek ne anlama gelmektedir? Kapitalist sistem içinde veya zalim bir Müslüman liderin hüküm sürdüğü bir beldede Müslüman, kendini nasıl tanımlar ve tanımlamalıdır? Bu sorular üzerine hiç düşünüyor musunuz?

Peygamberler, sadece Allah’ı anlatmak ve unutulan bir tanrı kavramını insanlara yeniden hatırlatmak için değil; aynı zamanda yolsuzlaşmış, ahlaksızlaşmış ve zalimleşmiş toplumları yeniden inşa etmek için de gelmişlerdir. İnsanı, aileyi ve toplumu ahlaki temeller zemininde yeniden inşa ederek, dini ve adaleti toplum nezdinde yeniden hayata döndürmeyi asli gayeleri olarak belirlemişlerdir. Bir toplumda İslami bir hayatın yaşanabilmesi için öncelikle zeminin ona uygun olarak hazırlanması gereklidir. Bu da kalbin, nefsin ve vicdanın yetiştirilmesine odaklı; alttan üste bir yeşertme gayreti ile olur. İslamcı anlayışlardaki gibi üstten alta baskı ve zorlama yöntemleri ile olmaz. O nedenle de Peygamberler ve sahabeleri ‘aykırı’ tiplerdir ve hep inşa ediciler, mevcut (zalimleşmiş) sistemleri zorlayıcılar olarak ortaya çıkmışlar veya öyle görülmüşlerdir. Bu uğurda riskler alıp, projeler geliştirip, zamanın ihtiyaçlarına uygun eylemler gerçekleştirmişlerdir. Bugünün birçok Müslümanını alıp o zamanlara götürsek o Peygamberlere, “ya hu oturun oturduğunuz yerde, devlet ricalinize, atalarınızdan gördüğünüz usullere karşı niye bozgunculuk yapıyorsunuz” veya “hayal kuruyorsunuz! Bu, yoldan çıkmış toplumu siz mi düzelteceksiniz” tarzı şeyler söylerler. Oysa hayatları boyunca hep o eskinin cahiliye dönemi hikayelerini okuyarak ve birbirlerine anlatarak yaşamışlardır. Zaten Hz. Muhammed’i bile alıp bugünün Türkiye’sine getirseniz halihazırdaki yolsuz ve arsız Erdoğan rejimine muhalif olarak görüleceğinden, hemen “FETÖ” olarak linç edilmeye çalışılır ve bu halk da aynı sakızı çiğnerdi! Bu hiç değişmeyen insani hasletler o zamanlarda kabilecilik anlayışı ile izdivaç ediyordu. Şimdi ise daha derin bir maddiyatçılık, nefsaniyet ve daha şümullü ve saldırgan bir devletçilik ve ulusçuluk anlayışı ile kaynaşmış durumda. O dönemde itici güç olan örf ve âdet tapıcılığı bu dönemde lider ve ideoloji tapıcılığına büründü. Velhasıl Müslüman insan, sürekli olarak kısır döngü üreten bu zalimce dengeleri değiştirip; ahlak, vicdan ve adalet üreten salih bir döngü mekanizması tesis etmelidir.  

Kendinizi gerçek bir Müslüman olarak tanımlıyorsanız eğer, yaşadığınız soykırımlardan, maddi kayıplardan, hayal kırıklıklarından, küskünlüklerden hele de birtakım korku ve çekincelerden ötürü köşeye çekilmeniz doğru değil. Travmalarınızın üstesinden hızlı bir şekilde gelmeli, tekrar toparlanmalı ve dönemin şartlarını, yeni tekâmül ve terakki etmiş kimlikleriniz ışığında kendi lehinize şekillendirmelisiniz. Ortamı da dinin geleceğini de ülkenizin kaderini de cahil toplumu da o hırsız ve yalancı münafıklara bırakamazsınız ve bırakmamalısınız da.

‘Bu ülke artık düzelmez’, ‘adalet filan geri gelmez’, ‘bu hırsızlara hiçbir şey olmaz’ gibi faydasız ve gereksiz cümleler kurmamalısınız. Gerçek bir Müslüman olarak yapmanız gereken şey; gerekirse 30 yıllık bir çalışma gerektirecek bile olsa o gerekli şartları oluşturmak, gerçek adaleti tesis etmek ve o hırsız-yolsuz münafıklardan şimdiki zulümlerinin, işledikleri soykırımların ve irtikâp ettikleri tüm suçların hesabını adalet önünde sormaktır. Onları varlığınız ve duruşunuz ile hep korkutmalı, zamanı geldiğinde de onları mezarlarında bile rahat bırakmamalı ve gerekirse gıyaben dahi olsa yargılamalısınız. Gelecek nesilleri de zamanın unutturma özelliğine yenilmeden o uğurda yetiştirmelisiniz. Zaten zalim münafıklar zulümlerini zamana özellikle yayarlar ki mazlumların dirençleri kırılsın, hafızaları kaybolsun, umutları bitap düşsün ve gönülleri mücadeleden vazgeçsin! İşte bu nedenle, eğitimli ve bilinçli gerçek Müslümanlar olarak bu konuda vereceğiniz adalet ve eğitim mücadelesi sizlerin Müslümanlar olarak en temel göreviniz ve amacınız olmalıdır. Bu, “iyiliği emredip, kötülükten sakındırma” şeklinde öğrene geldiğiniz cihat ve “İlayı kelimetullah” metodunun günümüzde aldığı yeni formdur.

‘Namazımı kılarım’, ‘orucumu tutarım’, ‘yardımımı da yaparım; ama başka da yapacak bir şeyim yok’ derseniz bunun aynısını 1980’li ve 90’lı yılların laikçi zalimleri de sizlere zaten aynıyla söylüyorlardı ve size ancak öyle bir Müslümanlığı ve vatandaşlığı reva görüyorlardı. O tarz bir aşağılanmayı ve geriye gidişi sahiplenmek istiyor musunuz; yoksa yeni Müslümanı tanımlayıp, İslam’ın geleceğine dair ‘şimdi yeni şeyler söylemek’ lazım diyerek yeni projelerle ve bakış açılarıyla yola devam etmek mi istiyorsunuz?

Evet! Hem bulunduğunuz ülkelerde gelişeceksiniz; terakki ve tekâmül ederek serpileceksiniz hem de usulüne ve yöntemine uygun olarak Türkiye’ye dönecek, ardından da münafık zalimlerden adalet kılıcı ile hesap sorup ortada öksüz kalmış olan cahil topluma da sahip çıkarak onlara İslam’ın gerçek ruhunu öğretip yaşatacaksınız.

Siz bu idealler ile hayatınıza yön vermeye çalışırken de önünüze çıkıp size, “Hoca, hayal görüyorsun!” diyen lakayt, ümit ve duygularını yitirmiş, maddileşmiş ve hatta korkularını ‘rasyonalite’, ‘mantık’ ve ‘analiz’ pelerinleri altında gizlemeye çalışan, gönül ve hayal dünyanıza negatif enerji pompalayan o insanlardan da uzak duracaksınız ve sizlere kendi ümitsizlik serumlarından aşılamalarına asla müsaade etmeyeceksiniz.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version