Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Ona ‘kötü gün dostu’ derlerdi

Ona ‘kötü gün dostu’ derlerdi


Bir süredir görmediği arkadaşının yüzü derin kırışıklarla kaplanmıştı. Üstelik bu, kısa bir zamanda olmuştu. Tuhaftı ama bu durum onda gizliden gizliye bir hoşnutluk duygusu yaratmıştı. Eve geldiğinde ilk işi aynaya bakmak oldu. Kendi yüzünde pek kırışıklık yoktu:

Hatta arkadaşına göre canlı ve parlak sayılırdı cildi. Hâlâ çekici bir kadındı. Bunu hissedince yaşadığı, hoşnutluk duygusu daha da bir pekişmişti sanki. Ama bir süre sonra içinde güç bela oluşturmaya çabaladığı dengenin bozulduğunu ve kendini suçlu bulduğunu hissetti. Nasıl oluyordu da çok yakın bildiği bir arkadaşının yüzünün yıpranmasından, diriliğini ve çekiciliğini yitirmesinden hoşnutluk duyabiliyordu? Oysa onun hep iyiliğini istediğini ve çok sevdiğini sanırdı. Peki, neydi onunla girdiği bu gizli yarışma, bu kötü rekabet duygusu? Yoksa farkında olmadan kendisini ve sevdiğini sandığı arkadaşlarını sürekli olarak aldatıyor muydu?

Bu ölümcül sorunun yanıtını hep erteliyordu. Çünkü bütün hayatı aslında bu sorunun arkasında gizliydi. Yıllardır sırtını bu sorunun o tedirgin edici ve o karanlık kapısına dayamıştı; bu soruyu yanıtlarsa savrulacağı uçurumların derinliğini düşünmekle geçirmişti, hep saklı kalan ömrünü.

Ama böylesi hayati bir sorudan kaçarak yaşanan bir hayatı daha ne kadar sürükleyebilirdi? Artık bu kapıyı yavaş yavaş aralamanın zamanıydı. Evet, şimdi düşünüyordu da sevdiğini sandığı arkadaşlarının, dostlarının hemen çoğunu gerçekte pek sevmemişti, gerçekte onların iyiliklerini, başarılarını istememişti. Aslında bütün derdi onların kendi yanında olmaları, dostu, arkadaşı olarak kendisine inanmaları, güvenmeleri, ilgi ve sevgileriyle iç dünyasını hep beslemeleri ve benliğini güçlü tutmalarıydı.

Ve yoğun olarak ihtiyaç duyduğu duyguları hep ayakta tutmak, çevresindeki bu insanların her türlü sorunlarını çözmek ve sıkıntılarını gidermek için göze almayacağı fedakârlık yoktu.

Özellikle kötü günlerinde onların yanındaydı. Hem zaten “kötü gün dostu” derlerdi ona! Yeni “dostluklar”, yeni “arkadaşlıklar” kazanmakta son derece başarılıydı ve her defasında da, “bir arkadaş”, “bir arkadaş”, “biri daha” derdi. Hemen kaydederdi bu yeni “arkadaşın” ismini ve telefonunu, giderek hızla dolan fihristine…

Gerçekte o derinde yatan güçlü korkularını yatıştırabilmek için insanların hoşuna giden biri olmak istiyordu. Bu yüzden sıkı sıkıya kavga ettiği biri olmamıştı henüz. Çünkü kavgacı ve geçimsiz bilinmekten çekiniyordu. Hep uzlaşmaktan, hep orta bir yol bulmaktan yanaydı.

Barıştırıcı arabulucuydu o. Çünkü böylelikle yeni insanlar katıyordu yanına yöresine, defterine.

Benliğini güçlendirecek, iç dünyasını besleyecek “yeni birileri” daha…

Hep yeni birilerini hayatına katsa da yine de asıl büyük korkusu, onlardan biriyle arasının bozulmasıydı. Çünkü çevresindekilerin arasına kattığı birisi onunla bozuşsa, biri ondan uzaklaşsa, bunun böyle kalmayacağına, bu uzaklaşmanın yenilerini davet edeceğine ve arkasının çorap söküğü gibi geleceğine inanıyordu. Çünkü bu ülkede insanların birisini şu veya bu sebepten hemen düşman ilan edip ona karşı anında bir “kötülük dayanışması” kurma konusunda şaşırtıcı bir beceriye sahip olduklarına kesinlikle inanmıştı yıllardır. Ve şimdiye kadar bu “kötülük dayanışması” tarafından dışlanmaya, itilmeye, yalnız bırakılmaya katlanabilecek gücü çok istediği hâlde hiç bulamamıştı. Böyle bir dışlanma ve tecrit şimdiye dek arkadaşları ve dostları tarafından ona yaşatılmamıştı ama onun duygusunu, korkusunu taşıyordu içinde. Çünkü yaşadığı ülkenin soluduğu havasında, evlerinde, sokaklarında, kamusal alanlarında vardı bu dışlanma ve tecrit korkusu. Biraz; biraz daha zorladığında çocukluğuna gidiyordu aslında bu korku… En ufak bir yaramazlığında kapatıldığı o karanlık, o mezarlık gibi olan sandık odalarına, kömürlüklere… Çünkü verilen bütün o sevgiler, kazanıldığı sanılan bütün o yakınlıklar ve bütün o kefaletler koşulluydu. Beklenenlerin dışında gösterilen bir tavırda, bir karşı çıkışta bir hatada olduğu gibi geri alınacaktı…

Ancak bu korkuyu ne kadar derinlere itse de er geç dışlanmaktan, yalnız bırakılmaktan ve kötülük dayanışması tarafından yargılanmaktan ne kadar korkup kaçsa da bir gün mutlaka onlarla karşı karşıya kalacağını hissediyordu… Bu yüzden kendisine hem yeni “dostlar”, yeni birileri daha edinmeye devam ederken, bir taraftan da ona bütün bu korkuları taşıyan benliğinden kurtulmak ve benliğini aşmayı ona sağlayacak olan tasavvuf felsefesinin inceliklerini öğrenmek ve kişiliğine katmak için uğraşıyordu.

Çünkü biliyordu ki kendisine bu acıları çektiren, paramparça edilmiş, ona yabancı olan bu sahte kişiliğiydi sonuçta. Kıskanan, rekabet duyguları içinde olan, hep başarılı ve sahip olmak isteyen, onu kısır ve aptalca acılara sürükleyen hep oydu. Onu tasavvuf felsefesiyle yenerse ve onun ardına geçerse kurtulabilirdi ve özgürlüğüne kavuşabilirdi. Ve böyle anlarda bu düşüncelerinin ardından Kafka’nın, “Bu dünyada özgür olmak için hedef küçültmemiz gerekir,” sözü geliyordu hemen aklına. Bu düşünceleri, bu sözleri yaşadığı o derin korkulardan biraz olsun korunmak için saklıyordu belleğinde… Çünkü bu düşünce ve sözlerin yardımıyla ona acı veren benliğinden mutlaka kurtulacağına inanıyordu. Artık sırtını yalnızlığa ve ölüme dayamalıydı… İnsanların onayını ve güvenini kazanmak için ölesiye çırpınmaktan artık vazgeçmeliydi. Artık kendisi olmalıydı, içine; gizlerine yolculuk yapmalıydı. Çünkü itilmekten, dışlanmaktan ve “kötülük dayanışmasından” bu denli korktuğu ve dış dünyayı bu denli ciddiye aldığı sürece kimseyi gerçekten sevemeyeceğini derinden anlamıştı… Ancak dışlanmak, sevgisiz ve yalnız bırakılmak korkusu yüzünden sahte kişiliğinden kurtulmayı, dahası tasavvufa sarılmayı düşünmenin hiçbir şeye çözüm olamayacağını ve üstelik bunun yeni korkular ve yeni yalnızlıklar demek olduğunu henüz bilemiyordu…

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version