Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

İmanla gelen değişim

İmanla gelen değişim


YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

En kısa tanımıyla Müslümanlık, iman ve amelden oluşur. Kur’ân-ı Kerim’in en sık tekrar ettiği emri de iman ve salih ameldir. Onlarca ayet-i kerimede bu ikisi art arda zikredilir. İmandan kastedilen, en başta Allah’ın varlık ve birliğini, sonrasında da diğer iman esaslarını kabul etmektir. Salih amelin çerçevesi ise çok geniştir. Fakat onu da kısaca insanın Allah’a karşı yerine getirmek zorunda olduğu ibadetlerle, insanî ilişkilerinde gözetmek zorunda olduğu dinî ve ahlakî vazifeler olarak özetleyebiliriz.

Kur’an’ın yaklaşık üçte biri imandan bahseder. On üç yıllık Mekke döneminde inen ayetlerin tamamına yakını itikadî konular etrafında döner. İman, sahabenin gönlünde oturaklaştıktan sonradır ki Medine döneminde ibadet, muamelat ve ukubata dair hükümler nazil olmaya başlamıştır. Kur’an, sürekli olarak imanı, salih amelden önce zikretmek suretiyle hem onun hayatî önemine hem de salih amel üzerindeki etkisine işaret eder.

İnsanın kişilik ve ahlâk yapısı üzerinde imandan daha derin bir etki ve değişim meydana getiren başka bir faktör yoktur. Bu konuda en başta gelen misal de sahabe neslidir. Sahabe-i kiram, Allah Resûlü’nü (s.a.s) tanıdıktan sonra âdeta bir metamorfoz geçirmiş ve cahiliye döneminde kazandıkları ne kadar kötü âdet ve alışkanlık varsa bunlardan sıyrılarak İslâm’la birlikte yepyeni bir hüviyet kazanmışlardır. Dünün bedevî ve vahşî insanları, insanlığa âdâb u erkân öğreten birer medeniyet muallimi hâline gelmiştir.

Aynı şekilde Firavunun sihirbazlarıyla Hz. Musa arasında geçen Kur’ân kıssası da bizlere imanın sarsılmaz gücünü ve insan tabiatı üzerindeki derin etkisini anlatır. Konuyla ilgili âyetlerden anlıyoruz ki işin başında Hz. Musa’ya “haddini bildirmek” niyetiyle yola çıkan ve Firavundan alacakları takdir ve hediyelerin beklentisiyle motive olan sihirbazlar, Hz. Musa’nın elinden sadır olan olayların sihir değil ancak Allah tarafından yaratılan bir mucize olduğunu anladıkları anda secdeye kapanmış ve iman etmişlerdi. Arkasından da çaprazlama el ve ayaklarının kesilmesi, hurma kütüklerine asılmaları gibi Firavunun en ağır tehditlerine zerre kadar aldırmadan hak yolda sabit kadem olmasını bilmişlerdi.

İMAN PROBLEMİ VE SONUÇLARI

İmanın, insanın ahlâk ve karakteri, tavır ve davranışları üzerinde nasıl köklü bir değişime yol açtığına dair İslâm tarihinden daha pek çok örnek verilebilir. Fakat sözü uzatmama adına bunlarla iktifa ediyoruz. Buradaki asıl maksadımız, imanın insan ve ahlâk üzerinde nasıl bir etki oluşturacağını açıklamak suretiyle, günümüzde yaşanan pek çok sıkıntının asıl sebebine dikkat çekmektir.

Bediüzzaman Hazretleri, gençliğinde Kur’ân’ın i’cazını gösteren hacimli bir tefsir yazmaya karar vermiş, bu tefsirine Muhakâmat ismiyle neşredilen bir mukaddime yazmış, fakat Fatiha sûresi ile Bakara sûresinin ilk otuz bir âyetini tefsir ettikten sonra (İ’şaretü’l-icaz) bundan vazgeçerek iman esaslarının ispat ve izahına yönelmişti. Çünkü yaşanan problemin “iman problemi” olduğunu fark etmişti.

Maalesef bazıları imanın hakikat ve mahiyetini yeterince kavrayamadıklarından, onun nasıl bir güç ve enerji kaynağı olduğunu göz ardı ediyorlar. İmanın; ferdî, ailevî ve içtimaî hayatta ortaya çıkarabileceği değişimi hafife alıyorlar. Ahlâk, dürüstlük, güvenilir olma gibi Müslümanların en iddialı olmaları gereken alanlarda dahi derin bir kriz içine düşmelerinin asıl müsebbibinin iman zafiyeti olduğunu görmek ve anlamak istemiyorlar. İmanın vaat etmiş olduğu güzelliklerin yeterince farkına varamıyorlar.

Günümüzde; sekülerleşme, bencilleşme, hedonist ve pragmatist ahlâkın yayılması,  tüketim kültürünün insanları esir alması, maddi refahın yegâne hedef hâline gelmesi, yuvanın çözülmesi, ailevî ve toplumsal bağların zayıflaması, zararlı alışkanlıkların yayılması, doyumsuzluk ve tatminsizlik gibi problemler açısından İslâm dünyasıyla gayrimüslim ülkeler karşılaştırıldığında arada ciddi bir farkın olmadığı esefle müşahede edilecektir.

Ne yazık ki kitaplarda anlatılan dinle reel hayatta yaşanan din arasında uçurum oluşmuş durumda. İbadetler şekil ve formalitelere emanet. Din hakkında ortaya atılan şüpheler zihinleri delik deşik ediyor. Deizm, ateizm, agnostisizm, rölativizm gibi dinsizliğe ait ne kadar akım ve felsefe varsa gençleri önüne katmış bilinmez bir akıbete doğru sürüklüyor. Değil sadece tekvini emirler, teşri emirler bile ciddi bir ihmalin kurbanı. İnsan, kâinat ve Allah arasındaki münasebet yeterince kavranamıyor. Farkında olmaksızın sebeplere vehmî bir rububiyet veriliyor.

Müslümanlar; varlığa bakışlarında, insanlarla muamelelerinde, vicdan enginliklerinde, kalb ve ruh hayatlarında, Allah’la münasebetlerinde, olayları değerlendiriş şekillerinde, Tanrı tasavvurlarında olmaları gereken yerin bir hayli gerisindeler. Formalitelere dönüşmüş bir kısım dinî ritüelleri bir kenara bırakacak olursak, çoğu Müslüman’ın Allah’ı hatırına getirmeden, ahireti düşünmeden bir hayat yaşadığı görülür.

Zikri geçen sorunların en başta gelen sebebi, iman problemidir. Mü’minlerin Allah’a, O’nun rahmet ve adaletine güven ve itimatlarını kaybetmeleridir. Her an yaratması ve tecellileri devam eden bir Allah’a değil, ahirette karşılaşacakları bir Allah’a inanmalarıdır. Allah’la münasebetin, O’na merbutiyet ve intisabın zayıflamasıdır. İhsan şuurunun, murakabe ve muhasebe hislerinin kaybolmasıdır. Hesap verme düşüncesinin, sorumluluk şuurunun zayıflamasıdır. İmanın, tabiatın bir yanı hâline getirilememesidir. Bir türlü taklidî imanın ötesine geçilememesi, imanda tahkik ve yakine ulaşılamamasıdır.

Evet, iman basit bir kabulden ibaret değildir. Bediüzzaman Said Nursî’nin yaklaşımıyla, bir çekirdekten koca bir çınar ağacına kadar mertebe ve dereceleri vardır. Bir mü’minin, Allah’a karşı yerine getirmesi gereken öncelikli kulluk borcu da bir ömür boyu imanına yatırım yapması; bir taraftan onu her tür şüpheden korurken, diğer yandan da farklı vesile ve yollarla sürekli onu güçlendirmeye çalışmasıdır. Kur’an baştan sona imanı emrettiğine ve mü’min olmanın öncelikli şartı iman olduğuna göre, bize düşen vazife de dur durak bilmeden bir ömür boyu imanda derinleşmeye çalışmak olmalıdır.

İMANIN KAZANDIRDIKLARI

Peki, bir insan imanda derinleşirse hayatında ne gibi değişimler olur? İman, ona ne kazandırır?

Her şeyden önce insan, iman sayesinde yeni bir perspektif ve bakış açısı kazanır. Onun, kendisine, diğer insanlara, topyekûn varlığa ve Yüce Yaratıcıya bakışı değişir. Onunla varlık arasındaki vahşet, ürküntü, korku ve yabancılık yok olur. Zira o bilir ki her şey Allah’tan gelmektedir ve yine O’na dönecektir. Dolayısıyla kaynak ve Yaratıcı birliği sayesinde mü’min, canlı cansız bütün varlığa karşı ünsiyet ve muhabbet duymaya başlar. Bediüzzaman’ın tabiriyle, kâinata “mehd-i uhuvvet” nazarıyla bakar. Onun gözünde tüm varlık, aynı beşikte büyüyen iki kardeş kadar birbirine yakınlaşır. Dolayısıyla da o, hem varlığa karşı sevgi ve şefkatle yaklaşır hem de onun dilini doğru okumaya ve onu doğru yorumlamaya başlar.

Cesaretin gerçek kaynağı imandır. Allah’a inanıp güvenen bir mü’min, O’nun dışında hiçbir şeyden korkmaz. Yine Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla iman, hem nurdur hem de kuvvettir. Hakiki imanı elde eden bir adam kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdiselerin sebep olacağı baskı ve sıkıntılardan kurtulabilir. (Bediüzzaman, Sözler, s. 334)

Ümidin kaynağı da imandır. Allah’ın havl ve kuvvetine güvenip dayanan bir mü’minin hayatında yeise yer yoktur, olmamalıdır. Çünkü o, üstesinden gelemeyeceği konularda Allah’ın kudretine sığınır, O’nun yardım ve inayetini beklemeye koyulur. En amansız ve imansız hâdiseler tarafından çepeçevre kuşatıldığı anlarda dahi, Allah’ın inananlarla, doğrularla, sabredenlerle ve müttakilerle beraber olduğunu düşünür ve huzur soluklamaya devam eder. Ebedî huzuru düşünerek, en kötü şartlarda dahi hayatın yaşamaya değer olduğunu bilir. Kayıp ve mahrumiyetlerinin telafi edileceği bir âleme iman etmesi sayesinde teselli bulur.

Aynı şekilde iman olmaksızın, ahlâk, fazilet ve erdem gibi değerlerin vicdanda kök salması, insanda ikinci bir fıtrat hâline gelmesi ve süreklilik arz etmesi de çok zordur. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin tabiriyle, “imandan kaynaklanmayan iyi davranışlar bir kısım rastlantıya işlerdir ve süreklilikleri de kat’iyen söz konusu değildir.. ve hele asla istikbal vaad etmezler.” (Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru)

Bir insanın haram ve günahlardan uzak kalabilmesi, iffet ve ismetini muhafaza ederek temiz bir hayat yaşaması da imana bağlıdır. Zerre miktarı işlediği kötülüklerin bile ahirette hesabını vereceği şuuruyla yaşayan bir insanın, uluorta günah işlemesi, haram yemesi, başkalarının hakkına girmesi düşünülemez. Hakkı tutup kaldırmak, kılı kırk yararcasına adaletli olmak onun en büyük hedefi hâline gelir. Kimseye zulmetmez, kul hakkı yemez, zayıfları ezmez. Çünkü Allah’ın azabından korkar.

Dünyevî makamlarda, geçici servetlerde, fâni şahıslarda itibar ve şeref arayan insanlar büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü izzetin gerçek kaynağı da imandır. Her şeye güç yetiren bir İlah’a inanan kimse, fâni ve zail varlıklara minnet etmez, bel kırmaz, boyun bükmez, bunlar karşısında dilenciliğe düşmez. Onları değil, yalnız Allah’ı memnun etmeye çalışır, O’nun hoşnutluğunu esas alır. Allah’a intisap eden bir insan, O’nun kudretiyle güçlü, O’nun servetiyle de zengin olmuş olur.

Özgürlük, günümüzde dillerden hiç düşmeyen bir kelimedir. Ne var ki çokları onu yanlış anlamakta ve yanlış yerde aramaktadır. Engelsiz ve sınırsız bir şekilde arzuları tatmin etmek ve her tür zevkin arkasından koşmak özgürlük zannedilmektedir. Halbuki bu tür insanlar aslında kendi heva ve heveslerinin esiridirler. Gerçek özgürlüğün yolu imandan geçer. Ancak Allah’a inanan insanlardır ki dünyalık ve geçici varlıkların, zorba ve tiranların kulu ve kölesi olmaktan kurtulurlar.

Geçmişten günümüze insanlığın en büyük arayışı “mutluluk” olmuştur. Fakat çokları onu yanlış adreslerde aradığından bir türlü bulamamıştır. Buldum dediklerinde de ellerinde tutamamışlardır. Veya geçici haz ve lezzetleri mutluluk zannetmiş ve aldanmışlardır. Halbuki kalbler ancak iman sayesinde itminan ve huzura kavuşur. Bediüzzaman’ın tespitiyle, hakiki zevk, elemsiz lezzet, kedersiz sevinç yalnız imanda ve iman hakikatleri dairesindedir. (Bediüzzaman, Sözler, s. 159)

Hayat, iman sayesinde anlam kazanır, yaşanmaya değer hâle gelir. İnsan, iman sayesinde varoluşa dair çetrefilli soruların cevabını bulur; boşluk ve anlamsızlık bataklığından kurtulur. Yüce ideal ve hedefler peşinde koşar ve bunları gerçekleştirmeye çalışır. Vaktinin kıymetini bilir, onun zerresini dahi israf etmemeye gayret eder. İmandır ki değil sadece hayatın, ölümün dahi anlam ve mahiyetini değiştirir. İnsan, imanı sayesinde ölümün, bir yokluk ve hiçlik olmadığını, bilâkis yeni bir hayata açılan bir kapı olduğunu bilir. Bu sebeple de ölümden korkmaz; belki de onu gülerek karşılar.

İnsan, imanı sayesinde kâinatta tesadüfe yer olmadığını bilir. Bir yaprağın dahi Allah’ın ilmi, kudreti ve iradesiyle düştüğüne inanır. Dolayısıyla da hayatı süzerek yaşar. Başına gelen büyük-küçük her bir olayın arkasında yatan ilahî hikmetleri araştırır, hâdiseleri doğru bir şekilde tevil etmeye çalışır. Tabii süreçlerle ortaya çıktığı zannedilen olayları dahi, kendi fiilleriyle ilişkilendirir, başkalarının göremediği şeyleri görür, anlayamadığı manaları anlar. Bu sebeple belâ ve musibetleri sabır ve rızayla karşılar, onların dilini anlamaya ve verdikleri mesajları çözmeye çalışır.

Günümüz toplumlarını dilgir eden nifak, ikiyüzlülük, ilkesizlik, omurgasızlık, yalan gibi manevi hastalıkların panzehiri de imandır. Çünkü imanın en büyük hassası sıdktır, doğruluktur. İman ile yan yana gelmeyecek tek bir şey varsa, o da nifak ve ikiyüzlülüktür. Kur’an, Efendimiz’e, “Emredildiğin gibi dosdoğru ol!” (Hûd sûresi, 11/112) buyururken, Efendimiz de kendisinden nasihat isteyen sahabeye, “Önce iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!” buyurur. Bu sebeple inanan bir insan, zikzak çizmez, bugün başka yarın başka davranmaz, ilkeli yaşar ve hayatını hep aynı çizgide götürür.

Aynı şekilde günümüzün baş belası haline gelen kibir, bencillik ve egoizmden kurtulmanın yolu da imandan geçer. Mü’min, kibirle imanın aynı kalbte bulunmayacağını; Allah’ın azamet ve ululuğunun yanında başka büyüklerden ve büyüklüklerden bahsedilemeyeceğini bilir. Büyüklük taslamak suretiyle Allah’a ait hakları gasp ve temellük etme küstahlığına girmez. İmanı sayesinde nefsinde müntemiç bulunan vehmî rububiyetten sıyrılır, hayatını tevazu ve mahviyet içerisinde götürür.

Dünya karşısında doğru bir tavır alabilmek ve dünya-ahiret dengesini doğru kurabilmek de imana bağlıdır. İnanan bir insan, dünya hayatını ahiret programlı yaşar. Sekülerizm ve materyalizm bataklıklarına saplanmaz. Sahip olduğu güç ve imkânları öncelikli olarak ahireti kazanma istikametinde seferber eder. Fakat dünyayı da ihmal etmez. Bilakis onu da imar ve ıslah etmeye çalışır.

ASIL VAZİFEMİZ

Elbette imanın faydaları bunlarla sınırlı değildir. Onun, gençleri nasıl dizginlediği, bir ayağı kabre girmiş yaşlılar açısından nasıl büyük bir teselli kaynağı olduğu, hasta ve belâya duçar olmuşların nasıl imdadına yetiştiği, ailevî huzura nasıl katkı sağladığı, duygu ve düşüncede insanı nasıl istikamete çağırdığı, insanın tavır ve davranışlarını nasıl disipline ettiği ve onu nasıl sa’y ve gayrete teşvik ettiği vs. hakkında daha birçok şey söylenebilir.

Ne var ki bizim buradaki asıl maksadımız, imanın insana kazandırdıklarını şerh etmek değil, günümüzde yaşanan pek çok problemin temelinde imansızlığın yattığına işaret ederek dikkatleri bir kere daha bu konuda yapılması gereken çalışmalara çekmektir. İmanın, insan tabiatı üzerindeki mucizevi etkisini bir kere daha gözler önüne sermek suretiyle, ona yapılacak her tür yatırımın toplum hayatında çok olumlu yansımaları olacağına işaret etmektir.

Bu sebeple, başta çocuklar ve gençler olmak üzere günümüz nesillerini bir kere daha imanın sihirli atmosferiyle tanıştırmanın, onların iman ve yakinini artıracak yeni yol ve vesileler bulmanın ve sürekli iman üzerinde durmanın bizim asli vazifemiz olduğu bir an dahi akıldan çıkarılmamalıdır. Şurası iyi bilinmelidir ki, iman konusunda yapılması gerekenler yapılmadığı, atılması gereken adımlar atılmadığı sürece problemlerin hep zahire yansıyan yönleriyle meşgul olacak ve bir türlü köklü ve kalıcı değişimler meydana getiremeyeceğiz.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version