Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Doğru bildiğimiz yanlışlar: Kimlik konusu

Doğru bildiğimiz yanlışlar: Kimlik konusu


YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Normalleşmenin başta gelen yollarından biri de, doğru bildiğimiz bazı yanlışları düzeltmeye başlamaktan geçiyor. Türkiye insan haklarına saygılı bir hukuk devleti olacaksa, gömleğin yanlış iliklenen ilk düğmesi doğru iliklenmeli. Başta yapılan bazı hatalar telafi edilmeli, aksaklıklar onarılmalı. Bunların bazıları tekniktir, dolayısıyla bunların düzeltilmesi izafi olarak daha kolaydır. Bazılarıysa daha sosyolojiktir, bunların düzeltilmesi için daha uzun zaman gerekebilir. Her halükarda bir yerden başlamak gerek. İcrai bir pozisyonda olmayanlar, sadece bu yanlışlara dikkat çekebilir. Bu yazının mütevazı bir girişim olarak kaleme alınmasının amacı bu.

Doğru bilinen yanlışlar çok güçlü. Bunun nedeni, gerek eğitim sistemi, gerek devletin resmi anlatısı, yani “hikâyesi”, gerekse de 100 yıldan uzun süredir toplumun genel kabullerini, normalini ve değerlerini derinden etkileyen sosyalizasyon süreci. Toplum tarafından geniş kabul gören, insanların kişiliklerinde, hatta kendilerini tanımlamalarında başat rol oynaya gelen bu yanlışlar, inatçı olacak, gitmemekte ayak diretecek. Fakat bizlere düşen görev, bunları sorgulamak olmalı. Zararın neresinden dönülse kardır. Dokuz köyden kovulmak bedelini karşımıza da dikseler, doğruları açıklıkla konuşmak gerek. Duyguları bir kenara bırakıp bu adımı atmak biliyorum ki kolay olmayacak. Fakat bir yerden başlamalı. Gerçek bizi özgürleştirir diyerek başlayalım o halde.

Bu yazıda şunu tartışalım: Biz kimiz?

Bu surunun resmi tarihe göre yanıtı, en ciddi yanlışlardan biri ola geldi. Bu yanlışı İttihatçılar yaptı, cumhuriyetin kurucuları devam ettirdi. İlk düğme hep yanlış ilikli kaldı, ardından iliklenen tüm düğmeler de dolayısıyla yanlış iliklendi.

Osmanlı Devleti yıkılırken, devleti İslami aidiyetin de, Osmanlıcılığın da ayakta tutamayacağı anlaşılmıştı. Sınırları küçülen imparatorluğun çöküşünü engellemek, aidiyet sorununu çözmekten geçiyordu. Balkanlar ve diğer bölgeler, Avrupa’da türeyen teritoryal ulus devlet modeli nedeniyle ulusal bilince ulaşan ve Konstantiniye’ye isyan bayrağı çeken etnisitelerle doluydu. Balkanlar neredeyse tümden elden çıktı, Ortadoğu’da da yeni milliyetçilikler patladı. Kendisini çokuluslu ve kozmopolit olarak algılayan hanedanlık, ülkeyi bir arada tutamıyordu. Milliyetçilik virüsü bu ortamda kaçınılmaz olarak Memalik-i Osmanî’deki merkezi coğrafyalara de bulaşacaktı. Anadolu coğrafyası ve çevresinde bir avuç başka toprak nasıl elde tutulacaktı? İktidara gelen İttihatçılar, yeni palazlanmakta olan Türkçülük ideolojisini seçtiler. Üç Tarz-ı Siyaset’in üç alternatifi olan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük ideolojilerinden üçüncüsü tek alternatif durumundaydı. Çünkü İslamcılık Müslümanların imparatorluğa sadakatini sağlamaya yetmiyordu. Osmanlıcılık ise Hristiyanlara da Müslümanlara da gerekli aidiyet duygusunu aşılayamıyordu.

İşte bu ortamda, Türkçülük can simidi oldu. Devletin dili olan lisan-ı Osmanî, Türkçe ana gövdesine karşın Farsça, Arapça, Rumca, Ermenice ve diğer yerel dillerin etkisi altındaydı. Dış Türklerin (Rusya’daki Türkî halkların) etkisiyle, dilde sadeleşme, milli şuur, Türk tarihi yaratma, pan-Türkçü mefkûrenin (kızıl elmanın) mitleştirilmesi gibi elementler üzerinden Türkofon (Türkçe konuşan) ahali bilinçlendirildi. Okullarda bu Türkçü müfredat giderek daha fazla rol oynamaya başladı. On dokuzuncu yüzyıl sonlarına dek okullarında İslam tarihi okutulan imparatorlukta, artık Türk tarihi okutuluyordu. Türklerin Orta Asya’lı bir halk olması hasebiyle, bu tarihin merkezine Orta Asya’dan göç miti yerleştirildi. Anadolu’nun “Türkleşmesi” linguistik ve kültürel değil, ırksal bir süreç olarak okutuldu. Anadolu’ya kitlesel göçle gelen Türklerin Anadolu yerlilerine göre demografik üstünlük kurdukları tezi, bu tarihin ana varsayımlarından biriydi. Bu tarih anlayışı Anadolu yerlisi kültürler ve halklarla Türkofon (Türkçe konuşan) nüfus arasında bir set oldu. Roma, Yunan, Bizans, Ermeniler, kadim Anadolu yerlileri (mesela Hititler, Frigler vs.) ulusal tarihten tümüyle dışlandı. Bu tarihlere yabancıların tarihi olarak bakıldı. Her şey Türk tarihine endekslendi.

Cumhuriyetin kurucuları bu ekipten geliyordu. Hepsi de bu tarihi benimsemiş durumdaydı. Orta Asya’dan göç miti, Türklüğü ırki bir topluluk olarak tasavvur etmeyi zorunlu kılıyordu. Oysa linguistik gerçeği dışlamayan kültürel bir ulus konseptiyle, Anadolu yerlilerinin tarihini de müfredata entegre ederek okutmak olanaklıydı. Bunu seçmediler. Böylece Selçuklular ve Osmanlılar öncesi Anadolu uygarlıkları ötekileştirildi. Türk varlığını fetih olgusu üzerine oturttular. Sentez yerine ikame tezini (replasman varsayımını) benimsediler. Bu model, Anadolu’da “tüm ötekilerin” imhası politikasını da doğrudan destekler nitelikteydi. Böylece Ermeni ve Rum soykırımları, mübadele, gayrimüslimlerin eritilmesi, tek tip ırksal ulus, Kürtlerin asimilasyonu, Aleviliğin bitirilmesi gibi politikalara ideolojik dayanak sağlandı.

Hâlbuki Türkofonlar Anadolu yerlisi Greko-Romenlerin ve kadim Anadolu halklarının torunlarıydı. Türkçe konuşan yönetici elitin ve ona sadık askeri sınıfın devlet kurucusu olma durumu nedeniyle, tıpkı Bulgarların Slavlaşması veya Güney Amerika yerlilerinin Hristiyanlaşarak İspanyol ve Portekiz diline ve kültürüne asimile olmaları gibi, İslam’a ve Türk diline asimile olmuştu. Gerek ciddi tarih çalışmalarının, gerekse de modern genetik biliminin verileri, bu tezi doğruluyordu.

Tarih tezine coğrafi aidiyet ve modern demokratik politik değerler ekseninde düzeltme yapılarak civic bir aidiyet oluşturulabilirdi. Bu aidiyet, tıpkı Britanya’da Britanyalılık aidiyeti üzerinden İngilizleri, İskoçları, Gallerlileri ve kısmen İrlandalıları birleştirdiği gibi, Anadolu’da da Anadoluluk aidiyeti üzerinden Türkofonları (kendini Türk kabul edenleri), Kürtleri ve diğer etnik-mezhepsel grupları birleştirebilirdi.

Bugün mülteci/sığınmacı karşıtı aşırı sağ ırkçı eğilimler çok gündemde. Türkiye’de inanılmaz boyutlarda bir ırkçı potansiyel var. Bu ırkçılık Suriyelilere ve Afganlara yönelik çok vahim ve endişe verici bir nefreti ve tepkisel-saldırgan ırkçılığı tetikliyor. Bu soruna 2010’larda başlayan göç dalgasının neden olduğunu varsaymak sığ bir yaklaşım olur. Kemalist-Türk-İslam sentezci milliyetçiliğin endoktrinizasyonundan geçen toplum gerçeğini görmezden gelebilir miyiz? Türk devletinin kuruluşundan bu yana ırkçı bir etnik milliyetçiliği pompaladığını görmezden mi gelelim? Kürtlerin 100 yıldır uğradıkları sistematik asimilasyon karşısında başımızı öte yana mı çevirelim? Yok edilen Ermenileri ve Rumları es mi geçelim? Sünnileşmeye tabi tutulan ama inatla kimliklerini koruma dirayeti gösteren Alevileri dikkate almayalım mı? Varlık Vergisi ve 6/7 Eylül olaylarını sümenaltı mı edelim? Dersim katliamı, Maraş katliamı, Sivas katliamı, onlarca sınır ötesi işgal gibi korkunç olayları hesaba katmayalım mı? Bugün sığınmacılara yönelik nefret, temelleri İttihatçılarca atılan, inşası Kemalist devletçe tamamlanan, gelişimi Türk-İslam sentezi ideolojisiyle sağlanan, doruğa ise Tayyipçi İslamcılık ve Avrasyacı militaristler üzerinden ulaşan bilinçli politikaların sonucudur.

Kimliğimizi yanlış biliyoruz. Bunu düzeltmek, kimlik reddini gerektirmiyor. Bazıları yanlış anlıyor. Sanki düzeltmek ancak Türk olmayı retle mümkündür gibi bir izlenime kapılıyor. Oysa önemli olan ırkçı temelde dizayn edilen kimliği civic temellere oturtmak. Pekâlâ dil ve kültür üzerine, Anadolu yerlisi uygarlıkları da içeren ve kapsayan, sentezci bir kimlik benimsenebilir. Böylece ırkçılık törpülenir, yaşanılan coğrafyayla arada bağ kurulur, tarihsel uzamda işgalci olma durumu son bulur. Anadolu’nun tüm uygarlıklarının mirasçısı olarak, ayakları daha sağlam yere basan, özgüvenli, barışçıl bir toplum oluşur. Kürtler ve Aleviler için daha üst bir kimlik oluşturulmuş olur ve bu kimlik daha bütünleştirici bir rol oynayabilir. Çevredeki komşu halklarla, başta Yunanlılar ve Ermeniler olmak üzere, çok daha derin, kültürel ve etnik akrabalıklara atıfta bulunan bir ilişkiler sistemi kurulabilir.

100 yıllık resmi tarih miadını doldurdu. Artık modern bilimsel verilerle örtüşen, gerçeklerden korkmayan, kapsayıcı bir tarih tezini kabul etme zamanı geldi. Toplumda açılan yaraları tedavi etmek, habis ve patolojik ideolojilere set çekmek, demokratik çoğulcu çok kültürlü ve kozmopolit bir topluma kapıyı aralamak için modern tarih tezi önemli bir rol oynayacak.

Hepimiz Anadolu yerlilerinin, Greko-Romen, Ermen, Süryani, Hitit, Lidya vs. uygarlıkların torunlarıyız. Bu topluluk ve kültürlerle Orta Asya Türklüğüyle mevcut cüzi etnik bağdan çok daha güçlü etno-genetik bağlarımız var. Ana vatan Anadolu’dur. Anadolu’daki tüm uygarlıklar bizimdir. Biz onların çocuklarıyız. Vatan sevgisinin temelleri Anadolu insanında fazlasıyla mevcut! Önemli olan doğru bilinen yanlışlardan vazgeçmek ve gerçeklerle yüzleşmek!

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version