Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Kur’an’ı dünkü ve bugünkü tarihi gerçeklik zemininde okumak

Kur’an’ı dünkü ve bugünkü tarihi gerçeklik zemininde okumak


YORUM | AHMET KURUCAN 

(Modern dünyanın problemlerine çözüm olarak Kur’an-3)

Efendimiz dönemi ve bugün arasında gel-git yaparak bir mesele üzerinde dile getirdiğim usulü örneklendireceğim demiştim son yazımda. Yüzlerce örnek verebilirim ama bir tanesi ile iktifa edeceğim. Batı dünyasında blood-money olarak adlandırılan kan bedeli, Arapçadaki deyimiyle diyet. Kasten veya hataen öldürme hadiselerinde maktulün yasal mirasçılarına verilen bedel demektir diyet. İnsanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahip olan bu diyet uygulamasının kamu düzenini ve güvenliğini sağlamak, toplumsal huzurun bozulmasına sebebiyet verecek intikam duygularını törpülemek başta olmak üzere bir çok işlevi vardır.

İslam öncesi Arap toplumunda da yeri vardır diyetin. Diyet miktarı da 100 deve veya bedelidir. İslami dönemde bu miktar olduğu gibi korunmuştur. Ekonomik değeri olup toplumsal karşılığı olan altın, gümüş, hayvan ve emtia üzerinden de diyet verilebilir ama karşılığı mutlaka 100 devenin bedeli olmak zorundadır. Mesela Efendimiz döneminde altın ve gümüş üzerinden diyet miktarı 600 altın veya 8 bin dirhemdir. Fakat deve fiyatları ticari hayatın akışı içinde artınca bu miktarlar ona uydurulmuş ve 600 altın 1000 altına, 8 bin dirhem de 12 bine çıkartılmıştır. Bir başka rivayette deve fiyatlarının yükselmesi Hz. Ömer döneminde olmuş, bahsi geçen artırımı Hz. Ömer yapmıştır. Hatta Hz. Ömer, İslam’ın başka coğrafyalara yayılması ve oralarda devenin ölçü olarak alınmasının imkansızlığına dayanarak diyet olarak verilebilecek hayvanlara sığır ve koyunu, emtia olarak da elbiseyi ilave etmiştir. Diyet miktarı 200 sığır, 2,000 koyun veya 200 elbisedir.

Tam da burada akla gelen bir soru şu: Hz. Ömer neden 200 sığır dedi? 300 de diyebilirdi. Aynı soru 2,000 koyun ve 200 elbise için de geçerli. Bu sorunun cevabı basit: Çünkü Hz. Ömer yukarıda söylediğimiz gibi 100 deveyi ana ölçü olarak ele aldı ve ekonomik karşılıkları olarak da bu rakamları tespit etti. Çünkü sosyo-kültürel ve ekonomik hayat şartları Efendimiz dönemi ile hemen hemen aynı. Şöyle de diyebilirim, Hz. Ömer’in bu düzenlemeyi hilafetinin son günü yaptığını düşünecek olursak Efendimizin vefatı ile o gün arasında sadece 14 yıl geçmiş ve sosyal hayatın durağanlığı sebebiyle ciddi bir değişiklik söz konusu değil. Deve, Efendimiz döneminde ne türlü fonksiyonlara sahipse yine aynı fonksiyonlarını icra ediyor, fiyatı da değişmemiş. Dolayısıyla hukuki düzlemde hem İslam öncesi hem de İslami dönemde Efendimiz tarafından kabul edilip uygulanan bu 100 deveyi veya bedelini değiştirmeye gerek yok.

Günümüze gelelim. Bugün hukukta kan bedeli, kan parası, destekten yoksun kalma tazminatı vb. isimlerle yer alan diyet miktarı ne kadar olacak? 100 deve mi? “Bizim yaşadığımız coğrafyada deve sadece hayvanat bahçelerinde yerini alıyor. Sosyal, kültürel ve ekonomik hayatın hiç bir yerinde deve yok.” gibi bir soru aklınıza geliyorsa – ki gelmeli – bu durumda ne yapacağız? Mesela 100 devenin altın veya gümüş üzerinden karşılığı desek olur mu? Olmaz. Zira bu teklif “Neden deveyi ana ölçü olarak alıyoruz?” sorusunun cevabını vermiyor. Bu bir. İkincisi, altın ile gümüş arasındaki değer farkı Efendimiz dönemine nispetle çok açılmış. Gümüşün para olarak kullanılmasını bırakın bugün onun emtia derecesine düştüğünü bilmeyen yok.

Dolaylı bir izah olacak ama konunun daha iyi anlaşılması için birkaç cümle ile açayım burasını. Malum insanın zekat mükellefi olduğunu belirten kavramın adı nisaptır. İnsanın zaruri harcamaları ve borçları çıktıktan sonra kuvvetli alacaklar da dahil elindeki mal ve nakit miktarı 20 miskal altın veya 200 dirhem gümüş ise o kişi zengindir ve zekatla mükelleftir. Miskal ve dirhemi bizim kullandığımız ağırlık birimi üzerinden ifade edecek olursak 85 gram altın, 595 gram gümüş eder. Bu ikisi arasındaki oran farkı 1/7’dir. Bugünkü fiyatlar esas alınacak olursa altın ile gümüş arasındaki oran farkı 1/7’den 1/13 çıkmış durumdadır. Bunun manası, gümüş altına nispetle 13 kat değer kaybetmiş ve ekonomik değerleri arasında uçurum oluşmuştur.

Devam edeyim… Bugün bir gram altın 913 TL, gümüş ise 11 TL’dir. Buna göre 85 gram altın 85.605 TL. 595 gr gümüş ise 6.545 TL eder. Bu durumda “Ben zekat verecek miyim vermeyecek miyim?” hesaplaması yapacak kişi gümüşü ölçü olarak alırsa, 6.545 TL’si varsa zengindir ve zekat verecektir, altını alırsa 85.605 TL’si olduğunda zengindir, ancak o zaman zekat verir. Sorum şu: “Bunun neresi makul?” Diyelim ki 75.000 TL’si olan kişi altını ölçü alarak “Ben nisap sınırına ulaşmadım, zengin değilim, zekat vermem.” derse ona vereceğiniz bir cevap var mı? Ya da aynı kişi gümüşü ölçü olarak alsa yüzde 2,5 üzerinden zekat verecektir. Bu oranlar ve hesaplama yöntemi ile zekatın aslî işlevi olan toplumdaki sosyo-ekonomik adalet sağlanacak? Aslında şu örnek bile dinin dünyevi hayatımızı düzenlemekle alakalı getirmiş olduğu emirleri ve tavsiyeleri anlamak ve yenilemek konusunda İslam alemi olarak nerede durduğumuzu gösteren net bir tablodur. Evet ne yazık ki kitleler bunun farkında olmadığı gibi kitlelere yön verecek müftülerimiz, vaizlerimiz ve imamlarımız dahi bu gerçeğin farkında değildir ve dillerinde hala 85 gram altın, 595 gram gümüş vardır.

Pekala çözümün ne? Aslında her ikisi için de geçerli ama ben diyet üzerinden devam edeyim. İki şey yapılabilir. Birincisi, ister dini olarak nitelendirmeden isterse nüzul toplumunda her ne kadar cahiliye döneminin uzantısı olsa da İslami dönemde de ayniyle uygulanmış olması ve eğer müdahale edilmesi gerekli olan bir şey olsaydı ya ayet ile Allah ya da Allah Resulü müdahale ederdi yaklaşımından hareketle 100 deve ölçüsü esas alınacak deniliyorsa, o günkü sosyo-ekonomik ve kültürel hayat standartları içinde 100 devenin neye tekabül ettiği çıkartılır ve o rakamın aynı standartlarda günümüzde kaç olacağı belirlenir.

İkincisi ise bu dini değil siyasi ve hukuki bir meseledir, burada dini olan adalettir, suçlunun cezasız kalmamasıdır, yapılan bir zulmü en azından maktulün yakınları adına yapılabildiği ölçüde telafi çabasıdır, dolayısıyla içinde yaşadığımız hayat şartları içinde insanlara adalet tahakkuk etti denecek bir karşılık belirlenebilir ve ölçü olarak da devenin alınması şart değildir. Nasıl İslam, cahiliye döneminin uzantısı olan 100 deveyi olduğu gibi kabullenmiş ve uygulamışsa, 1443 senedir devam eden Müslümanların tarihsel tecrübesi, bunun yanı sıra insanlığın kazanımlarının ürünü olan diyet hakkındaki mevcut hukuk sistemlerindeki uygulamalara bir bütün olarak bakılır ve makul bir rakam belirlenir. Nitekim Hz. Ömer’in Efendimiz döneminde söz konusu olmayan sığır, koyun ve elbiseyi diyet borcunun ödenebileceği mallar kategorisine koyması bu yaklaşımın 14 asır önce pratik hayata taşınmış şeklidir.

Zira Hz. Ömer, Zahiriler misali katı nasçı ve ortodoks yaklaşım sergileseydi, Efendimiz dönemindeki uygulama hem normu hem de formuyla beraber kıyamete kadar geçerlidir, değişmez ve değiştirilemez düşüncesinde olsaydı o ilaveleri yapamazdı. İşte bu yaklaşımın tarihselcilikle alakası yoktur ama bir kesişme de söz konusudur. Alakası yoktur, çünkü usulü fıkhın hüküm istinbat metotlarını kullandığınızda da aynı sonuca ulaşırsınız. Kesişme söz konusudur, ama kesişme metodolojik tarihselcilik iledir, felsefi tarihselcilikle değil. Metodolojik anlamda da usul-u fıkıh perspektifi şu farkı gözetmektedir: “Metin işlevini yapmış ve bitirmiştir, çöpe atılmalıdır,” dememektedir

Bir önceki yazımda usulü fıkhın imkanlarını kullanarak modern dünyada modernist olmadan modernitenin her türlü buluşundan istifa ederek Müslüman olarak kalabilir ve yaşayabiliriz derken işte bu yenilenmeyi kasettim. Bununla beraber şunu da ilave edeyim, usul-ü fıkhın imkanları bugünkü çok karmaşık, alabildiğine komplike çağdaş sorunlarımızı çözmeye yetmez diyorsanız onu da kabullenirim. Çünkü 10 bin nüfuslu Medine’de tarım toplumu şartlarında yaşamıyoruz. 21 yüzyılda bilgi çağında global bir dünyanın fertleriyiz. Onun için kabullenirim diyorum zaten. Ama şunu unutmamalı, usul ilminde ortaya konan hüküm istinbat metotları tıpkı o metotlarla üretilen içtihatlar gibi beşeri ve üretilmiş düşüncelerdir. Değişmez ve değiştirilemez esaslar değildir. Onların yetmediği yerde düşünce sistematiği adına yeni usuller ve metotlar elbette konabilir ve konmalıdır da. Mazide makasıd ve maslahat teorileri ile yapılan budur.

Bugün biz de bizim Müslüman kalarak ve Müslümanca yaşamamızı sağlayacak o metotları keşfedebilir, Kur’an ve sünnete yaklaşımda onları kullanabiliriz ve kullanmalıyız. En basitinden küresel bir köy haline gelen, ilmi gelişmelerin baş döndürücü bir hızla ilerlediği günümüz dünyasında veri bilimi diye tercüme ettiğimiz data science mutlaka hüküm istinbat metotlarına ilave edilmelidir. Veya makasıd-ı hamse diye ifade edilen dinin temel gayelerini belirleyen unsurlar arasına özgürlük ve çevre gibi maddeler ana başlıklar halinde konulmalıdır.

Bitireceğim derken kalemimi saldım ve yine uzunca bir yazı oldu. Bitiriyorum… Kur’an ile nüzul toplumunun sosyo-kültürel, ekonomik, hukuki, askeri vb. şartları içinde cereyan eden hadiseler arasında diyalektik bir ilişki vardır. Bu ilişkiyi görmeden nasların anlaşılması mümkün değildir. Burada “Çevre şartları Kur’an hükmünü belirlemiştir,” demiyorum ama Kur’an onu kâle almıştır, çünkü muhatapları o çevre şartları içinde yaşayan ve söz konusu sorunlarla boğuşan insanlardır. Dolayısıyla Kur’an önce muhataplarının o sorunlarını çözmüş, mesajlarını da o hadiseler üzerinden bizlere sunmuştur. Bir daha tekrar edeyim, nüzul toplumundaki çevre şartları ile ayetler arasında diyalektik bir ilişki vardır. Tarihten kopuk Kur’an okuması yapılamaz. Aksi takdirde hem Kur’an’a hem de kendimize haksızlık etmiş oluruz. Böylesi bir yaklaşım bizlere rehber olacak İlahi maksatları beyan eden metni kendi ellerimizle işlevsiz kılma sonucunu beraberinden getirir.

Son sözüm, üzerinde çalıştığım Hocaefendi ile hatırat kitabım için eski notlarıma bakarken 1 Temmuz 1987 yılında tefsir dersinde şunu dediğini not almışım. Diyor ki Hocaefendi ayetlerin nüzul sebebi ile alakalı: “Esbab-ı nüzul karakteristik hadiselerdir yani bir takım hadiseleri karakterize eder. Bu kabil hadiseler her devirde olur. O hadiselerden ve onlara verilen hükümlerden büyük düsturlar çıkar. Biz tefsirlerde bunları okurken sinema perdesinde hadiseleri seyrediyor gibi okuyoruz ve bu okumalar esnasında kendimizi hep dışlıyoruz. Arz ettiğim şekliyle meseleyi anlama, onlardan günümüzü de içine alacak şekilde düsturlar çıkartmaya çok az müfessir muvaffak olmuş.”

Yeter sanırım. Respect okulunun programında yaptığım “Modern dünyanın sorunlarına çözüm olarak Kur’an” başlıklı kısa konuşmayı yazıya dökmekti başlangıçtaki amacım. İşte bu üç yazıda okuduğunuz hususları kısaca anlattıktan sonra dedim ki Respect asrın sorunlarına karşı Kur’an’dan istifadenin metotlarını öğretiyor ve/ya öğretecek.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version