Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Atilla’nın torunları Avrupa fütuhatında…

Atilla'nın torunları Avrupa fütuhatında...


Ukrayna krizinin fişeklediği 2. Soğuk Savaş döneminde giderek daha belirgin hale gelen kutuplaşmanın safları, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda “Rusya’nın İnsan Hakları Konseyi’nden çıkartılması” için yapılan oylamada iyi kötü belli oldu. Bir tarafta Washington-Brüksel ekseninin başını çektiği 93 ülke, öte tarafta Rusya aleyhindeki bu karara “hayır” diyen 24 ülke ve de bir taraf tutmaktansa “Ne olurum ne olmam” diyerek çekimser kalmayı tercih eden 58 ülke… 18 ülke de “ne şiş yansın ne kebap” misali oylamaya dahi katılmamış.

“Hayır” diyen ülkeler arasında Çin, İran, Cezayir, Küba, Vietnam, Kuzey Kore, Kongo, Kazakistan, Tacikistan, Özbekistan, Kırgızistan‘ın, “çekimser” kalanlar arasında da Hindistan, Brezilya, Mısır, Endonezya, Irak, Meksika, Pakistan, Nijerya, Katar, Suudi Arabistan, Güney Afrika‘nın da aralarında olduğu Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin bulunması son derece dikkati çekici.

Bir diğer önemli nokta da, özellikle Brüksel’deki NATO zirvesinden sonra krizin çözümü için arabulucu rolünü üstlenen, en azından bir “ateş kes” anlaşması sağlanması için Rusya ve Ukrayna delegasyonlarına İstanbul’da ev sahipliği yapan Türkiye’nin BM genel kurulundaki oylamada “tarafsızlık” etiketini çöpe atarak Washington-Brüksel ekseni safında Rusya’nın aleyhinde oy kullanmasıydı.

Şaşırtıcı da değil… Geçmişte bazı çelişkiler yaşadığı iki süper gücün, ABD ve Avrupa Birliği’nin Ukrayna Krizi’ni vesile ederek NATO çatısı altında yeniden birlik olduğu, bu birliğe üye olmayan diğer Avrupa ülkelerini de Atlantik şemsiyesi altında kendilerine bağlama seferberliği başlattığı bu dönemde Erdoğan da olabildiğince ikili oynayacaktı. 

Daha önce de yazdığım gibi, Sovyetler Birliği’ne ve onun başını çektiği Sosyalist Sistem’e karşı silahlı tehditler ve CIA kaynaklı komplolarla sürdürülen birinci soğuk savaş döneminde Türkiye yönetimleri tüm insan hakları ihlallerine rağmen nasıl el bebek gül bebek muamelesi gördüyse, Rusya’ya ve müttefiklerine karşı başlatılan bu ikinci soğuk savaş döneminde de, temel hak ve özgürlükleri ne denli ayaklar altına alırsa alsın, Atlantik camiasının AKP-MHP islamo-faşist diktasına göstermelik bazı eleştiriler ve kınamalar dışında hiçbir yaptırım uygulamayacağından Erdoğan son derece emindir. 

Üstelik, Atlantik camiasında “vaz geçilemez”i oynarken, bu kriz döneminde hem Rusya, hem de Ukrayna ile ilişkileri sıcak tutarak, bir yandan Batı’nın ekonomik yaptırımlarından dolayı Rusya’dan ayrılmak zorunda kalan çokuluslu tekellere, öte yandan Batı’dan kovulan Rus oligarklarına kapıları açarak bu yeni soğuk savaşın ganimetlerini toplayacaktır.

Erdoğan ikili oynamada, dün kara dediğine bugün ak demede o denli ustalaşmıştır ki, Müslüman Kardeşler‘e tavır aldığı için yıllarca ilişkilerini kestiği Suudi Arabistan‘la yeniden can ciğer olmuş, muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı‘nın İstanbul’daki Suudi Konsolosluğu’nda rejimin ajanları tarafından katledilmesiyle ilgili davanın dosyasını da tepeden bir emirle kapattırarak cinayetin azmettiricilerini aklatmıştır.

Bu ikili oyunlar sayesinde uluslararası ilişkilerde adının ön plana çıkmasından bilistifade, yaklaşan başkanlık ve parlamento seçimlerine, kamuoyu yoklamalarında baş aşağı gitmiş olan prestijini güçlendirerek gidecektir. Daha ortada somut hiçbir şey yokken, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu “Obama’ya daha hiçbir şey yapmadan, sadece Filistin konusundaki çabalarından dolayı Nobel Barış Ödülü verilmişti… Cumhurbaşkanımız Ukrayna krizi konusundaki çabalarından dolayı Nobel’ i çoktan hak ediyor” diyerek bunun işaretini vermiştir.

Erdoğan’a Nobel Ödülü verilir mi verilmez mi bilmem ama, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde Rusya’yı oybirliğiyle konsey üyeliğinden, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda da çoğunluk oyuyla İnsan Hakları Konseyi’nden dışlayanların önünde önemli bir sınav var… 

İnsan hakları savunucusu Osman Kavala‘ya uygulanan adaletsizlik nedeniyle Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin başlattığı ihlal süreci bir buçuk aydır Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘nin önünde… 17 yargıçtan oluşan Büyük Daire’nin bakacağı dava için taraflardan 19 Nisan’a kadar görüş bildirmeleri istenmişti. Türk mahkemesi, tam da Erdoğan’ın zirve toplantısı için Brüksel’e geleceği gün Avrupa’ya meydan okurcasına Osman Kavala‘nın serbest bırakılmasını bir kez daha reddetti.

Kaldı ki, Kavala‘nın esareti Erdoğan yönetimindeki Türkiye’de insan hakları ihlallerinin tek örneği de değil… İnsan haklarına saygı konusunda 195 ülke arasında Türkiye hâlâ 146. sırada yer alıyor… Rusya bugünkü uygulamaları dolayısıyla Avrupa Konseyi’nden ve Birleşmiş Milletler’in İnsan Hakları Konseyi’nden dışlanabiliyorsa, Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden yıllarca önce dışlanmış olması gerekmez miydi?

Sadece insan hakları ihlallerinden dolayı değil, Ankara’daki islamo-faşist yönetimin, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya yürüttüğü silahlı operasyonlardan, Kıbrıs adasında askeri işgali sürdürmesinden dolayı da çoktan cezalandırılmış olması gerekirdi.

Avrupa’nın vurdumduymazlığının ardında sadece “ağır abi” ülkelerin, ne türden rejimle yönetilmekte olursa olsun, Türkiye ile ekonomik, ticari, stratejik ve turistik ilişkileri gözden çıkaramaması, Erdoğan’ın başı sıkıştıkça “Üstüme gelmeyin, yoksa mültecilere AB’nin kapılarını açarım” tehdidini savurması yok…

Son dönemde Avrupa Birliği’nin kendi içinde de AB Müktesebatı’na açıkça meydan okuyan Tayyip türü liderlerin yönetiminde üç üye devletin bulunuyor olması gerçeği de var. En başta Viktor Orban yönetimindeki Macaristan, ardından Mateusz MorawieckiJaroslaw Kaczynski ikilisinin yönetimindeki Polonya ve Janez Jansa yönetimindeki Slovenya…

Bu üçlüden Macaristan’daki Viktor Orban’ın partisi Fidesz, aynı çizgideki KDNP ile birlikte katıldığı son seçimlerde, kamuoyu yoklamalarındaki tüm tahminlerin hilafına, oylamaya tıpkı Türkiye’deki altı parti gibi aralarında ittifak yaparak giren altı muhalefet partisini ağır bir yenilgiye uğrattı. 

Viktor Orban‘ın zaferinin endişe verici yanı, sadece Avrupa müktesebatının belli demokratik kriterlerine karşı çıkarak Avrupa Birliği üyesi diğer ülkelerdeki aşırı sağcı partilerle büyük bir cephe oluşturması değil, aynı zamanda Erdoğan’ın oluşturduğu Türk Konseyi‘ne resmen katılarak onun Orta Asya’dan Avrupa’ya tüm Türki devletlerdeki ve bölgelerdeki etkisinin artmasına yardımcı olması ve Türk-İslam Sentezi adına başlattığı fütuhata Avrupa kapısını açmış olmasıdır.

Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan gibi Türk dilinin farklı ağızlarını kullanan İslam ağırlıklı devletlerin oluşturduğu Türk Devletleri Teşkilatı‘nın geçtiğimiz Kasım ayında Yassıada’da yapılan zirve toplantısında Macaristan da yer alıyordu.

Macaristan’ın 10 milyona yakın nüfusu etnik açıdan % 94 Macarlar, % 3 Romlar, % 2 Almanlar, % 0,3 Slovaklar, % 0,2 Hırvatlar’dan, dinsel açıdan da % 54 Hristiyanlar, % 19 dinsel inancı olmayanlar, % 0,1 Museviler, % 0,1 Budistler’den oluşurken Türkler ya da Müslümanlar sadece % 0,06’lık bir azınlık oluşturuyor.

AB’nin en anti-demokratik, ırkçı ve yabancı düşmanı üç üyesinden biri olan Macaristan Devleti‘nin Türk-İslam Devletleri Teşkilatı’nda yer alışının nedenlerini 15 Nisan 2021’de Artı Gerçek‘te yayınlanan “Tanrı’nın kırbacından İslam’ın kırbacına…” başlıklı yazımda açıklamıştım:

Macar ulusunun Türk ulusuyla kan ve dil bağı bulunduğu, Türkçe gibi Macarca’nın da Ural-Altay dil grubuna ait olduğu bir tarih tezi olarak onyıllardır akademik çevrelerde hep tartışıla gelmiştir. Dahası, 5. yüzyılda Avrupa halklarına dehşet saçan Hun imparatoru Atilla, Türklerin tamamı gibi Macarların bir bölümü tarafından uluslarının en önemli atalarından biri olarak kabul edilmiştir.

Türkiye’deki ilk, orta ve lise eğitimimizde bizlere öğretilen büyük Türk liderleri listesinde Mete Han, Alp Arslan, Osman Bey, Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman ve Mustafa Kemal ile birlikte Atilla da mutlaka yer almıştır.

O kadar ki, Bülent Ecevit’in başbakan olduğu 1974 yılında Türk Ordusu’nun Kıbrıs’ın kuzeyini işgali operasyonuna da büyük bir iftiharla “Atilla Harekatı” kod adı verilmiştir.

Hun İmparatoru Atilla’nın iki ulusun ortak atası olarak benimsenmesi ilk kez 18 Ağustos 2015’te Macaristan Turan Vakfı ile Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA)’nın Macaristan’ın Bugac kentinde birlikte düzenlediği “Atalar Günü”nde resmiyet kazanmıştır.

2018 Eylül’ündeki Türk Konseyi 6. Devlet Başkanları Zirvesi’ne Tayyip Erdoğan’ın ısrarlı daveti üzerine ilk kez katılan Macaristan Başbakanı Viktor Orban Macar dili ile Türk dili arasında bir bağ bulunduğunu vurgulayarak bu konuda araştırmaları yoğunlaştıracağını açıklamış, bu amaçla da 1 Ocak 2019’da Macaristan Araştırma Enstitüsü’nü faaliyete geçirmiştir.

Türk-Macar kardeşliği ve işbirliğinin sembolü Atilla, Hun İmparatoru olarak 17 asır önce yaptığı kanlı fetihler ve estirdiği terör nedeniyle Avrupa halkları tarafından hâlâ “Tanrının kırbacı” olarak anılmakta…

Kaderin cilvesi, o “Tanrı’nın kırbacı” 21. Yüzyılda Balkan’lardan Orta Asya’ya kadar uzanan bir coğrafyada ve üç denizde fütuhat peşinde koşan ve terör estiren bir islamo-faşist rejimin Avrupa Birliği içindeki en önemli desteği olmuş bulunuyor…

Geçtiğimiz Mart ayında Avrupa Parlamentosu’ndaki Avrupa Halk Partisi (EPP) grubundan büyük gürültü kopartarak ayrılan Orban’ın partisi Fidezs, AB üyesi ülkelerin tamamında aşırı sağın egemen olması için tüm olanaklarını seferber etmiş durumda… Fransa’dan Marine Le Pen’in Ulusal Birlik, İtalya’dan Matteo Salvini’nin Lega, Polonya’dan Mateus Morawiecki’nin Hukuk ve Adalet partisi ile birlikte Avrupa Parlamentosu içinde ikinci büyük siyasal grubu oluşturmaya çalışıyor.

Geçen pazar kankası Viktor Orban‘ın 6 muhalif partiye karşı kazandığı seçim zaferinden sonra hiç kuşku yok ki Erdoğan da, Ukrayna Krizi’ni fırsat bilerek oynadığı “arabulucu” rolü sayesinde sadece Nobel Barış Ödülü‘nü değil, önümüzdeki başkanlık ve parlamento seçimlerini de kazanmak için her yola baş vuracaktır.

Seçim Kanunu’nda yapılan son değişiklikle bunun ilk adımı atılmıştır. 

Tayyip’in oyunlarının Macaristan’daki gibi tek adam diktasını uzatacak bir sonuç vermemesi için Türkiye’de muhalefet partilerine büyük sorumluluk düşüyor. 

Bir hatırlatma:

Erdoğan ve Orban’ın Atilla referanslı kanka ilişkileri dışında Türkiye ile Macaristan arasında Osmanlı fütuhatından kaynaklanan iki asırlık bir sömüren-sömürülen ilişkisi yaşanmıştır. 

Kanuni yeniçerilerinin 1543’te Estergon Kalesi‘ni ele geçirmesiyle başlayan bu dönem tam 140 yıl sonra, 2. Viyana Kuşatması’nın başarısızlığa uğramasının ardından aynı kalenin 1683’te tekrar asıl sahibi Macar’ların eline geçmesiyle kapanmıştır. Geriye de o işgal döneminde Macarların bir ara kaleyi yeniden ele geçirmesi üzerine yakılmış bir ağıt kalmıştır:

Estergon Kalesi subaşı durak
Kemirir içimi bir sinsi firak

Umarım ki, Tayyip diktasının çöküşüyle yönetimi üstlenecek partiler, şimdiki iktidar döneminde medyasıyla, televizyon dizileriyle, Diyanet’in dershaneleri, vaazlarıyla canlandırılmaya çalışılan, ta Atilla’ya, Kızıl Elma’ya uzanan fütuhatçı çılgınlığa bir son verir, Türkiye’yi en kısa zamanda bir barış, demokrasi ve özgürlük ülkesi kılmanın ilk somut adımlarını atarlar.

… Ve de okullarımızda, etkinliklerimizde fütuhat türküleri değil, barış ve özgürlük türküleri yükselir.

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version