Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

At sineği ve nemelazımcılık

At sineği ve nemelazımcılık


YORUM | VEYSEL AYHAN 

Sokrates’in yaşadığı çağdaki bir lakabı da “at sineği”dir.

Rahatsız edici biçimde ısıran, yapışan ama zarar vermeyen bir sinek.

Sokrates zehir içerek ölüme mahkûm edildiği duruşmadaki savunmasında bu lakabı kabul eder:

“Ben Tanrı tarafından bu devlete gönderilmiş bir at sineğiyim. Ve bu devlet, koca cüssesi nedeniyle yavaş hareket edebilen ve canlanması gereken bir attır. Ben de Tanrı’nın bu devlete musallat ettiği bir at sineği gibi bütün gün boyunca her yerde sizi uyandırıyorum, hareketlendiriyorum, azarlıyorum ve ikna ediyorum. Benim gibi bir kimseyi kolay kolay bulamayacaksınız, onun için size kendinizi benden yoksundurmamanızı tavsiye ederim. Ve eğer Tanrı sizi düşünerek bir at sineği daha göndermezse, hayatınızın geri kalanını uyuyarak geçirirsiniz.” (Sokrates’in Savunması, Platon)  

Her toplumun, her cemaatin “at sineği”ne ihtiyacı vardır.

“At sineği” ne yapar?

Küçük pürüzleri büyütür. Bazen habbeyi kubbe yapar. Hatta doğrularınızı görmezden gelir, yanlışlarınıza odaklanır. Ama “Doğru”nun zaten seslendirilmeye veya gösterilmeye fazla ihtiyacı yoktur. “Doğru” kendini fazlasıyla “temsil” eder. Ve çoğu zaman kâfi gelir.

At sineği, ne yapar eder sizi muhasebeye sevk eder.

Tarihte muhasebe, denetim ve sorgulama yapılmayıp da payidâr olmuş en küçük bir ma’mure yoktur.

Ama insanda şöyle bir refleks var:

Diyelim ki bir otobüste gidiyoruz. Şoför yani yönetici gayet iyi sürüyor. Ben arkalarda olduğum için sağ tekerden ses geldiğini duyuyorum…

Veya camların biri kırık, içeri soğuk giriyor… Yahut klima arızalı.

Veya yolculardan biri-ikisi diğer yolcuları taciz ediyor…

Bu problemlerin şoförle direkt bir ilgisi yok. Ben bu problemleri şoföre söyleyince şoför çok rahatsız oluyor. Bu ikazlarımla onun sürücülük yeteneğini sorguladığımı düşünüyor. Hemen laf kalabalığı ve cedele başvurup beni susturuyor.

Oysa amacım şoföre hakaret değil.

Asıl demek istediğim şu:

“Hayır sen çok iyi bir şoförsün ama otobüste bazı sorunlar var. Lütfen sağa çek bir kontrol et. Eğer bunu yapmazsan bir zaman sonra patlak bir lastik yüzünden koca otobüs bir şarampole yuvarlanabilir. Senin şoförlük dehân bile işe yaramaz.”

Ama şöyle derseniz mutlu oluyorlar:

“Her şey çok iyi gidiyor.

Siz ne müthiş bir sürücüsünüz!

Çok güzel idare ediyorsunuz!

Ne kadar yumuşak vites değiştiriyorsunuz…”

Bugünün en önemli hastalığı bence pandemi değil. En iflah olmaz hastalık “eleştiri ve ikaz alerjisi”. Duyanın kimyası değişiyor, yüzü dökülüyor. Kibar olanlar “Not aldım”, “Arkadaşlarla görüşeceğim.” diyor. Sonra yıllar geçiyor, değişen bir şey olmadığını görüyorsunuz. “Not” ve “Arkadaşlarla görüşme” haşre kalıyor.

Geçen “Evler” ile ilgili bir şey yazmıştım. Şunu demiştim: “Her muhitte, her milletten çocukların gelebildiği, ders çalıştığı, kitap okuduğu… Kadın, erkek; esnaf ve yaşlıların haftada bir mutlaka uğradığı… Ve Allah’ın zikrinin göklerce teyit edildiği cıvıl cıvıl evler…” Yani böyle bir hedef olmalı, diyorum.

Sonrasında “Niye moral bozacak, ümidi kıracak yazılar yazıyorsun?” diyen sevdiğim insanlar oldu. Evlerinizin tamamı bahsettiğim kalitede ise zaten moralinizi dünyada hiçbir şey bozamaz. O lahutî atmosferle teması olan bir insanda moral bozukluğu ve ümit kırıklığı olmaz.

Ben ‘otobüsün arkasından ses geliyor.’ dediğimde en fazla zahmet eder, inip kontrol edersiniz. Sağlam olduğunu görünce de moraliniz bilakis daha da iyileşir. Böyle bir ikazdan kim rahatsız olur?

Önümüzde yeni bir dünya var. Hizmet dünyaya yeni bir vizyonla açılmak zorunda. Tabii ki asliyetine uygun birbirinden güzel evler var. “Yok” demiyorum. Ne haddime. Yaptığım iş, “temel”e vurgu yapmak, yanlış “temel”lere bel bağlamamak…

Her sahada ilk ilikler düğümleniyor. Şimdi yapılan her yanlış düğümleme telafi edilmez yanlışlara sebep olabilir. Vurguladığım konu şuydu: Bu işin temeli “evler”dir. Gerisi füruattır. Tabii ki evler de bugüne göre güncellenmeli, kendini yenilemeli. Risalelerden bölümler seçilmeli, müfredat belirlenmeli… Ama ayette ifadesini bulan evlerde yetişmemiş insanlara bina edilecek işler ümit vaat etmez.

Bu tür konularda hedef tayini telkinle de olmuyor. İnanma gerekir. Zorlamayla ne yukarıdan aşağıya ne de aşağıdan yukarıya bir şey olmaz. Problem sadece yöneticide bitmiyor. Diyelim ki on kişilik bir mütevelli var. Bunun sekizi “Evet efendimci”yse, “Efendim isabet buyurdunuz.”, “Siz nasıl isterseniz öyle yapalım.” diyorsa vaziyet çok vahim. Böyle toplantılar üretse üretse minik ve yerel diktatörler üretir.

Oysa sağlıklı yapı şudur: Baştaki insan kendini en akıllı ve en basiretli görmez. Kendinden emin olmaz. “Ben de yanlış düşünebilirim.” diyecek olgunlukta olur. Ekip halinde herkes gördüğü yanlışa “yiğitçe” itiraz eder. Tabanın nabzı tutulur. Toplantılarda tartışmalar olur. Herkes hakkın hatırı için birbirini saygıyla dinler. Denetim mekanizmaları devreye sokulur. Moral bozsa da aksamalar gündeme getirilir. Toplantı bitince de gergin atmosfer sona erer. Herkes kardeşçe vazifesine devam eder. Tartışılmayan, kıyasıya müzakere edilmeyen, ehliyle istişare edilmeyen her karar ölü doğum tehlikesi taşır.

Bu sebeple her yönetici kendine “at sineği” bulmalı.

İzin verin, sizi dürtsün, paylasın, peşinizi bırakmasın hatta yaptıklarınızı insafsızca görmezden gelsin. Ben buna “at sineği” diyeyim. Siz “hayırhah” deyin. Zaten her hayırhah, “at sineği” gibi görünür meğerki o yönetici “Nirvana”ya ermiş olsun.

Sokrates’le başladım, Kanuni ile bitireyim.

Kanuni Sultan Süleyman, en kudretli Osmanlı padişahıdır. Ama “Devlet-i aliye bir gün çökmeye yüz tutar mı?” diye hep endişe eder. Müderris ve önemli bir âlim olan süt kardeşi Yahya Efendi’ye bir pusula yazar:

“Sen, ilmiyle amel eden bilge birisin… Bizi de aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur?”

Pusulayı okuyan Yahya Efendi aynı kâğıdın arkasına şunu yazar ve gönderir:

“Neme lazım be Sultanım!” 

Padişah mana veremez, biraz bozulur. Yahya Efendi’nin bildiğimiz Beşiktaş’taki dergahına gelir:

“Sana çok önemli bir konuda fikir sordum. Sen ise ciddiye almayıp geçiştirdin.

Cevap bile vermedin…”

Yahya Efendi:

“- Sultanım, sizin sualinizi ciddiye almamak mümkün mi? Ben sualiniz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi zat-ı âlinize arz ettim.”

Sultan Süleyman;

“- Sadece ‘Neme lazım be Sultanım’ demişsin. Sanki, ‘beni böyle işlere karıştırma’ der gibi.”

Bunun üzerine, Yahya Efendi şunları der:

“Sultanım! Aslında, aradığınız cevap oydu;

Bir yerde zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olursa,

Bilenler de bunu söylemeyip susarsa,

Fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıkarsa,

Bunu da taşlardan başka kimse işitmezse,

Herkes, sadece ‘ben-ben’ derse ve tüm bunları görüp-işitenler, ‘Neme lazım be…’ derse;

İşte o zaman, devletin sonu gelir ve Osmanlı yıkılır…”

Bu kıssadan minicik bir hisse almak moral bozmaz umarım.

Ramazan ayının bu yönüyle de bir muhasebe ayı olması dileğiyle…

(Not: Önceki yazıdaki “Bir zamanlar…” ifadesi kapalı kalmış. Bahsi geçen zaman 2010’lu yıllar)

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version