Bugün 8 Mart! 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolasıyla Türkiye’deki kadınlar ve LGBTQ+lar engellenmeye çalışılsa da yürüyüşler düzenliyor. Bir kez daha eşitlik ve özgürlük için yürüyen kadınlar, eşitsizlik, baskı, nefret, kadın cinayetleri, yoksulluk ve gelir eşitsizliğine dikkat çekecek.
Hafta başından bu yana kadın ve LGBTQ+ meclislerinin çağrısıyla bir araya gelen platformlar ve sivil toplum kuruluşları İstanbul’da ve Türkiye’nin farklı şehirlerinde eylem yapıyor, bu denli yükselen baskı ve sindirme ortamında, korkmuyorlar, hakları için mücadeleyi bu zorlu dönemde bile bırakmıyorlar.
Yaklaşık bir asırdır, bu topraklarda hala ortak bir yurttaşlık anlayışı, hayali ve isteği olduğuna inanmak isteyenlerdenim. İnanmak istiyorum, inanıyorum, çünkü gördüklerin beni buna ikna ediyor.
Bugünü yaşarken, yarını hayal ederken, geçmişi unutmamak lazım. Bugün olduğu gibi geçmişte de bu ideali yeşertmeye çalışanlar olduğunu hatta belki sayılarının bugün olduğundan daha da fazla olduğunu hatırlamak gerekli.
Bu ortak hayatı yaratamamanın acısı ve başarı ile taçlandırmadıkları mücadeleleri hayal kırıklığı ve büyük acılar ile sona erdiğini de…
Onlardan birini; cesur, mücadeleci, feminist bir kadını anlatmak istiyorum. Bunu bir borç biliyorum.
Türkiye’de feminist tarih yazımı uzun süre, bilinçli ya da bilinçsiz, Türk milliyetçiliğinin etkisi ile yapıldı. Feminist tarih yazımında, Osmanlı’da kadın hakları konusunda büyük mücadelesi olan isimler görmezden gelindi. Cumhuriyet dönemindeki ilk dalga feminizm, bir anlamda, Osmanlı’daki kadın hareketini görünmezleştirmeye gayret etti, bu topraklarda feminizmin miladını daha geç bir tarihe – Cumhuriyetin kuruluşuna çekti.
Kemalist iktidarın Osmanlı yani kendi özgeçmişi ile olan bağlarını koparma arzusu sebebi ile kadın mücadelesinin kökleri ve kahramanları da bir şekilde karartılmış oldu.
Dünyada yükselen faşizme karşı “ülkemiz demokratiktir” mesajının verilmesinin yanı sıra “kadınlara ilk haklarını biz verdik” diyebilmek kuşkusuz iktidar için önemliydi, lakin seneler sonra bile o hakların kazanılmasını 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında verilen kamusal ve kişisel eşitlik talepleri ile ilişkilendirmemek tuhaftı.
Osmanlı’nın son ve Cumhuriyetin ilk dönemindeki kadın hareketinin bileşenlerine baktığımızda Ermeni, Rum, Çerkes, Arap, Yahudi, Kürt vb. kadınların yer aldığı, oldukça çok kimlikli bir hareket olduğunu gözleyebiliriz. Cemaatlerin kadınlar için kurulan dernek ve vakıfları, çalışma grupları, toplantıları, kendi çıkardıkları dergileri ile oldukça aktif bir mücadele içindeydiler.
Osmanlı kadın hareketlerinin bu çok dilli ve kültürlü yapısının ardından sonra gelen ve kuruluş yıllarından 1980’lere kadar devam eden kadın hareketleri ağırlıklı olarak tek dilli ve tek kültürlü bir Türk-Müslüman kadın hareketine dönüştü. Kendilerini milliyetçilikle özdeşleştirmeyenler, uzağında olanlar da konuda ezber bozmaktan, sorumluluk almaktan kaçındılar. Sol görüş, feminist mücadele gibi özgürlükçü hareketler bile bu konuda zaman zaman tıkandılar.
12 Eylül Darbesi’nden sonra güçlen feminist hareket Kemalist olarak adlandırılan birinci dalga feminizme ve Kemalizm tarafından sınırları çizilen “kadın” tasvirine tepki olarak ortaya çıkıp, Türkiye’deki ikinci dalga feminizmi başlattı.
Bazı feministler, Kemalizm’in “kadına verdiği özgürlüğün” tepeden inmeciliğini eleştirmenin yanı sıra 19. yüzyıldaki Osmanlı kadın hareketi üzerine kafa yormaya başladılar, işte tam bu noktada Osmanlı’daki kadın hareketi ve Ermeni feminist kadınlar ortaya çıkmış oldu. 2000’lerin ikinci yarısında Ermeni feministler konuşulmaya başlandı, bu yeni yaklaşımda Ermeni Soykırımı konusunda sonunda Türkiye’nin aşabildiği eşik de etkiliydi, sanki iki konu ve “keşif” birbirini ve daha bir çok konuyu besliyordu.
1927 yılında, feminizmin bir “adalet feryadı” olduğunu söyleyen yazar ve yayıncı Hayganuş Mark, Türk Kadınlar Birliği’nde verdiği bir konferansta, “kadınların askerlik yapmamalarını ve savaşa gitmemeleri sebebi ile kadınların erkeklerle eşit olamayacaklarını “iddia eden dönemin Belediye Başkanı’na, “kadın dünyasını ilgilendiren her konuyla meşgul olmak” amacıyla kurulan Hay Gin (Ermeni Kadını, 1919-1933) dergisindeki yazısı ile cevap verir.
Basımı ardından birçok yerde alıntılanan yazısında Mark “… kadınla erkeğin eşit olup olmadığı sorusunun, yabancı ülkelerde çözülmüş olduğunu ve konun artık sofraya getirilemeyecek kadar soğumuş bir yemek” olduğunu belirtmiştir.
Bu yaşananlar tarihin tozlu sayfalarından uzun süre başlarını kaldıramadılar, bize ulaşamadılar. 1990’ların ortalarında bir grup üniversiteli genç Ermeni kadın, feminizm çalışmaları sırasında Ermeni kaynaklara yöneldiler; bu yönelim sadece Osmanlı’da baş veren çok dilli feminizm hareketini değil, Ermeni feminist kadınların da bize ulaşmasını, 100 yıldır okunmamış çalışmalarının tekrar ses ve ruh bulmasını sağladı.
Aras Yayınları’ndan 2006’da çıkan “Bir Adalet Feryadı – Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar” başlıklı kapsamlı incelemesi bence bu köprünün ta kendisiydi. Lerna Ekmekçioğlu ile Melissa Bilal ve çalışma arkadaşları bahsettiğim bu unutulmuş sayfaları bize tanıştıran ve ufkumuzu açan en önemli akademisyenler oldular.
Bu kitap aynı zamanda İstanbul’daki Ermeni kadın mücadelesini Anadolu, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya coğrafyasına yayan beş öncü aktivist yazarın (Elbis Gesaratsyan, Sırpuhi Düsap, Zabel Asadur [Sibil], Zabel Yesayan, Hayganuş Mark) hayat hikayelerini, hedeflerini ile tanıştırtırdı biz.
Feministler arasında yazar Zabel Yesayan’ın yeri çok ayrı, çünkü onun hayatı her türden baskıya karşı direnmekle geçti. O günlerdeki adıyla Zabel Hovhannesyan, 5 Şubat 1878’de Üsküdar’da dünyaya geldi.
Eğitimine Üsküdar’daki Surp Haç Ermeni Mektebi’nde başladı. Zabel’in hayatını derinden etkileyen onu “düşünmeyi öğreten” ve edebiyata yönlendiren, kimliğinden doğan sorumlukları yerine getirmesi için yüreklendiren babası Mıgırdiç Hovhannesyan oldu.
İyi bir yazar olabilmek için çok çalıştı. Yayınlanan ilk edebi eseri olan “Yerk ar Kişer/Geceye Şarkı” eseri Dzağig/ÇiçekDergisi’nde yayınlandı. Edebiyat çevrelerinde tanınmaya başlayan Zabel, ileride eşi olacak ve soyadını alacağı ressam Dikran Yesayan’ı da yine bu edebiyat toplantılarında tanıştı.
1890’lı yıllardaki politik kargaşalar ve katliamlar Osmanlı Ermenilerinin hayatını zorluyordu. Babasını yine dinledi Zabel, 1895’te Paris’e gitti. Sorbonne’da edebiyat ve felsefe derslerini takip eden ilk Osmanlı kadını oldu.
1908’de, Meşrutiyet ilan edilince kesin dönüş yaptı. Yazarlık kariyerinde kadın hakları ve kadınların toplumsal yaşamdaki konumlarına ayırdığı geniş yer ile yükseldi. Yesayan toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kişisel özgürlük ile toplumun geleneksel beklentileri arasındaki ikilemi dile getirdi.
1909 Adana Katliamını yakından takip etti, olayların ardından Kilikia bölgesine giden tek kadın oldu.
24 Nisan 1915’te, Ermeni aydınlarının çıkarıldığı ölüm yolculuğundan bir hastanede saklanarak ve kimliğini gizleyerek kurtuldu. Bir süre Bulgaristan’da kaldıktan sonra Bakü’ye geçti; Ermeni mülteci ve yetimler için yardım faaliyetlerine katıldı.
1918’den sonra Mısır, Lübnan ve Kafkasya’da Ermeni yetimler ile ilgilendi. 1921’de Paris’e döndü. Ermenistan hükümetinin daveti üzerine 1933’te Yerevan’a göç etti. Yerevan Devlet Üniversitesi’nde edebiyat dersleri verdi. 1934’te Ermenistan Yazarlar Birliği’nin üyesi oldu. 1937’de Stalin kovuşturmaları sırasında tutuklanıp Sibirya’ya sürüldü. Ölüm tarihi ve yeri kesin olarak bilinemedi.
2000lerin ortalarına kadar İngilizce ya da Fransızca kısıtlı birkaç tercüme dışında bu feminist kadınları Ermenice dışında okumak mümkün değildi. Özellikle Zabel Yesayan’ın geciken keşfi çarpıcıydı. 2006 yılında Belge Yayınları, Silahtar’ın Bahçeleri’ni Türkçe olarak yayınladı. Lara Aharonian ile Talin Suciyan’ın yönetmenliklerini yaptıkları Zabel Yesayan’ı Bulmak isimli belgesel dikkat çekiciydi.
Hazal Halavut’un, 2012 yılında hazırladığı tez çalışması Yokluk Edebiyatına Doğru: Zabel Yesayan ve Halide Edib’le Edebi Karşılaşmalar ise Yesayan ve Halide Edib’i ele aldı. Akademisyen “… bu çalışma, benim onları karşılaştırmayı ya da Yesayan ve Edib üzerine karşılaştırmalı bir analiz yapmayı reddedişimin anlatısıdır.” derken yeni bir bakış açısı öneriyordu “1915’te ne oldu?” yerine, edebiyattan doğru yeni bir soru sormayı öneriyorum: 1915’te ne olmadı?”
Aras Yayıncılık, 2014’de Yesayan çevirilerine ağırlık verdi. Kayuş Çalıkman Gavrilof’un tercüme ettiği “Yıkıntılar Arasında”, Yesayan’ın 1909 katliamı sonrası harabeye dönmüş Adana’da geçirdiği üç ayın izlenimlerini, tanık olduğu ıstırap ve yıkımı aktardı. Adana’daki binlerce yetimin, dulun, idam mahkumunun gözü, kulağı, sesi olmuştu Yesayan.
Yesayan’ın Çanakkale Savaşı günlerinde, iki erkeğe karşı beslediği duygular arasında sıkışmış bir kadının hikâyesini anlattığı kitabı “Meliha Nuri Hanım” 2015’te akademisyen Mehmet Fatih Uslu’nun çevirisiyle bize ulaştı. Bir aşk üçgeninin yanı sıra, Osmanlı ordusuna hizmet eden adsız bir Ermeni hekim üzerinden, Ermeni tehciri ve katliamlarını ve Ermeni halkının başına gelenlere karşı gösterilen tepkilerdeki farklılıkları anlatan kitap döneme ve o dönemin insanlarına ayna tuttu.
Yesayan’ın Türkçe çevirileri ilgi görmeye başlayınca Sürgün Ruhum 2016’da yayınlandı. Yesayan’ın 1915’ten sonra kaleme aldığı ilk edebi eserlerden olan ve 1922’de yayımlanan çalışma özelde Ermenilerin ve genelde tüm Osmanlı vatandaşlarının yaşadığı gerilimleri arka plana alarak, bir memlekete ait olmak, kendini evinde bile sürgün hissetmeyi anlatıyordu.
Yine Mehmet Fatih Uslu’nun kaleminden çıkan son tercüme “Son Kadeh” 2018’de yayınlandı. Pek çok eleştirmene göre yazarın en güçlü eseri ve kendi dönemi açısından da bir hayli cüretkâr bu novella, metnin kahramanı Adrine’nin yasak aşkı Arşag’a yazdığı notlardan oluşuyordu.
Memleketimizde Ermenice, Rumca’ya ya da Kürtçe’nin dikkat çekmediği, arzulanmadığı uzun yılların ardından akademik çalışmaları için Ermenice öğrenen ve daha sonra bu titiz Türkçe tercümeleri ile Yesayan’ı bize tanıtan Mehmet Fatih Uslu, “Yesayan yüzyılın ilk çeyreğinde Türkçe yazsa nasıl bir dile sahip olurdu?” sorusuna cevap aradı uzun süre. “Bu kaygı kimine abartılı gelebilir ama Zabel Hanım yüzyıl sonra evine dönüyordu ve bu dili kurmanın onun âlemine/hakikatine bizi daha yakınlaştıracak bir imkân olduğunu düşündüm.” diyen Uslu belki de Yesayan’ı neden tanımamız ve okumamız için gerekli en önemli şeyi söylüyor.
1915’te “yok edilecek” 200’ü aşkın Ermeni entelektüel listesindeki tek kadın olup, binbir trajedi ile kurtulan sadece birkaç isimden biri olan Zabel Yesayan, Türkçe’ye tercüme edildikçe, biz onu okudukça koparıldığı evine geri döndü sanki.
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***