Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Tutkunun zamanı ve Annie Ernaux

Tutkunun zamanı ve Annie Ernaux


Kitabı ilk okuduğumda tutkunun kendi tabiatına has bir zamanı olduğunu bilemeyecek kadar toydum. Tecrübe edilmemiş tutkunun dilini henüz öğrenmemiş olduğum için “kayıp zaman” bilincini ifade edecek kelime birikimim yetersizdi. Tutkunun ürkütücü derinliğine dalma cesaretinin iradeyi tamamen kaybetmek demek olduğunu anladığımda herkes gibi korktum. En çok kendimden. 

O karanlık yüzleşmedeki tehlike, alınan riskten ziyade insanın kendini en çıplak haliyle görebildiği ve genellikle pek hoşlanmadığı bir kontrolsüzlüğe ayna tutuyordu çünkü. Ve tuhaf bir biçimde ömrü boyunca tutku sarhoşluğunu bekleyen insan ona yaklaştığını sezdiğinde ihtimalinden bile hızla uzaklaşıyordu.

Edebiyatın, sanatın sevdiği temalardan biri olan tutkunun tabiatındaki bu çelişkinin, meçhul bir güç tarafından bozguna uğratılma korkusuyla ilgili olduğunu düşünüyorum. En başından beri varlığın özünde saklanan  ürpertinin çağrısını cazip kılan, tutkunun hedefinden daha büyük bir gücü ihtiva ediyor olması bana kalırsa; İnsanın kendini büsbütün yıkma ve yeniden inşa etme potansiyeli. 

Küllerinden doğan zümrüd-ü anka kuşu misali kendi hakikatine yaklaşma çabasıyla uçanların savrulduğu duygu fırtınaları her şeye rağmen çekici. Orada tutarsızlık, yetersizlik, sonsuz bir bekleyiş, hüsran, korku, şaşkınlık, güvensizlik, eşitsizlik, hayret, hayvani dürtüler, saplantı, hazla biriken acılar, merak, etkilenme, yaralanma, ağulu hayaller ve yaşandığı ânla sona erdiği an arasındaki zaman kırılmalarından oluşan kaotik bir “arzu” tasavvuru var. Ten, zihin ve yürek arasındaki gerilimin dönüştürme gücünü küçümseyenlerin girmeye cesaret edemediği dikenli bir bahçe orası. 

“Kendini terk etmek. Aramızdan kim yapabilir bunu? Kendini gerçekten terk etmeyi kastediyorum, hayatta bir kez olsun, koşulsuzca…Kendini terk etmek, terketmeye, ipleri asla gevşetmeden bize pusu kuran derinliklerimize saklanmış korkuya karşı koymaktır” diyor filozof Dufourmantelle. Ve soruyor, “Ya tutku tam tersine bizi özgür kılsaydı?” 

Tutku rehin aldığı kişiyi özgürleştirebilir mi? Ona teslim olan en çok kendisini mi yaralar? Peki sözleri, yeminleri, ilkeleri, “kutsalları”, günahı, ahlâkı çiğneyeceğini düşünen insan tutkusundan vazgeçtiğinde hakiki benliğini terk etmiş olmaz mı? Tutkuya kapılmanın incelikli, bilge ve her şeye rağmen iyileştiren yanına sahip çıkmak neden bu kadar zor? 

‘İçimden geçen zamandan başka bir şey değildim’

İncinmeyi doğal bir aldırışsızlıkla kabullenerek hikâyesinin kaydını tutan Annie Ernaux, tutkunun insanı kendisiyle yüzleştiren yanlarını anlatmak istemişti. Bu kısacık anlatıyı gençken okuduğumda yazanın da genç bir kadın olduğunu düşünmüştüm. Tutkulu bir ilişkiyi gölgeleyen gündelik hayatın katlanılmazlığını sade bir anlatımla aktarabildiği için mi, yoksa toplumsal baskıdan sıyrılmış âsi cesaretiyle beni çarpması nedeniyle mi, bilmiyorum. İkinci okumamda ‘Yalın Tutku’yu 51 yaşında yazdığını farkedince şaşırdım. 

İsimsiz bir kadının, ülkesindeki yabancı bir adamla yaşadığı tutkulu ilişkinin özel bir yanı yok. Anlatının merkezinde tutkusunun zamanını yaşayarak kendini göstermek isteyen bir kadının açıklığa, kendine doğru seslenişi var. Dürüst, merhametli, saplantılı, ironik, hoyrat, kederli ve yazının doğal akışını okurundan esirgemeyen bir sesi var Ernaux’nun. 

Klasik otobiyografik anlatımın dışına taşan, kişisel tarihiyle toplumsal tarihi buluşturan kitaplarıyla edebiyat kalıplarının yıkımına katkıda bulunduğunu söyleyen yazar, bu defa sadece hayatından bir kesit resmetse de kolektif hafızayı bir biçimde uyandırıyor. Bu anlatıyı farklı kılan, tutkulu ilişkilerin kendine has dinamiklerini ortak bir zaman kırılmasında buluşturması. 

“İki saatten fazla olmuş. ‘bir saat’ ya da ‘bir saat sonra ben burada olacağım, o ise gitmiş olacak.’ Şaşkınlık içinde kendime soruyordum: ‘Şimdiki zaman nerede’…Ceketini giyince her şey bitmiş olacaktı. İçimden geçen zamandan başka bir şey değildim artık.” 

Adamın gidişinden sonraki yorgunluklarını, arta kalan nesnelere – izmaritler, saçılmış giysiler, lekeli bardaklar – baka kalmasını, sevişmeleri sayışını, onun bedeninde uykuya dalmış gibi hissettiği uyuşukluğu ve bir sonraki buluşmayı acı ve kaygıyla beklediği ânları hafızasında biriktirmesi, içinden geçtiği zamanı dondurma arzusunu gösteriyor. 

Bu tutkuyu bir kitap yazıyormuş gibi yaşadığı izlenimine kapılmasının sebebi yazarak saklama fikriyle ilgili. “Yazmayı bitirdikten birkaç ay sonra ölebilirdim” cümlesi, bunları sadece yazmak için yaşadığı basitliğine indirgenmemeli. İlk kitabından bu yana “kurguyla” mesafeli bir ilişkisi var. Kendi deyişiyle “geri gelmeyecek zamandan bir şeyleri kurtarmak” için yazıyor. 1940’lardan 2000’li yıllara uzanan kitabı ‘Seneler’in her ânında farklı dönemlerin içinde yaşadığını ve oradan çıkamadığını söylüyordu. Yazıya döndüğünde o ânı kavrayabiliyor ancak gerçeklik içindeyken bunu yapamıyor sanki. Tutkuyu yazarak kendini inşa etme sürecindeki şeffaflığın görünmesini de istiyor. “Bir sevişmenin son kez olmadığını kim garanti edebilir ki?” sorusu hayatın içinden koparılmış bir büyük bir parça değil mi aynı zamanda.  

Kendini sergilemek istiyor

Tutkusunu romanesk bir biçimde yaşayan kadın, onu nasıl anlatması gerektiğini bilmiyor. “Tanıklık mı, sırdaşlık mı, manifesto ya da tutanak mı, hatta metin yorum mu bilmiyorum.”

Bir ilişkiyi hikâye etmiyor. Muradı açık ve esas bu haliyle beni cezbediyor;

“Bu ilişkide benim için kronoloji yoktu; sadece onun varlığını ya da yokluğunu biliyordum. ‘Her zaman’ ile ‘bir gün’ arasında durmadan gidip gelen bir tutkunun işaretlerini biriktiriyorum, bu envanter söz konusu tutkunun gerçekliğine ulaşmamı sağlayacakmış gibi.” Tutkusunu açıklamak değil derdi, insanlık hallerini kucaklayan duygu parçalanmalarıyla kendini “sergilemek” istiyor. 

Bir yazar romansal hakikatin arkasına saklanmadan duygularını böyle tasvir ettiğinde tutkunun zamanı okuyanda da berraklaşıyor. O vakit geçmişte kaldığı sanılan işaretler birer birer kendini hatırlatıyor. “Sen her zaman varsın” basitliğinde bir cümle hayata yayılıp bütün kırık parçaların arasına sızıyor. Tutku çemberinin dışında kalan zaman usulca soluyor. Bir günle yıllar arasındaki mesafe yok oluyor. 

Tutkulu maceralardan korkmayan yazarların, yazamamaktan korkması anlaşılır ama cevapsız sorulara da açık. Ernaux, boş bir sayfaya “Artık bana hiçbir şey armağan etmiyordu – ‘bana arzusunu hediye ediyor’, diyordum. Kıskançılığının belirtisi sandığım cümleleri hevesle not ediyordum” yazdığında rahatlıyor muydu sahiden? Ya da A.’nın evli olmasının dayattığı kısıtlamaların kendisini isyan ettirmediğini açıkladığında bu boğucu histen kurtulabiliyor muydu? 

Yaptıklarına şaşırsa da onu yargılamıyordu, suçlamıyordu. Tersine onu saplantılarından kurtaracak her türlü yaşamsal etkinlikten kaçınıyordu. Yabancıyı düşünerek kendini fiziksel bir hazza bıraktığına inanıyordu. Ve bunları yazmaktan hiç utanmıyordu. Aksine geciktirmeden, sonrasını düşünmeden hemen yazmak istiyordu. 

Yazının zamanı 

Hazzı gelecekteki acı gibi yaşayan birinin “hayaletinden” vazgeçmesi tutkuyu sonlandırma arzusundan daha meşakkatli. Üstelik buna karar verebilmek de mümkün değil. Henüz beklenen o “son” gelmeden yaşanan kaygı, kaçınılan ayrılığı da geciktiriyor; 

“Santa Croce’nin yarısı silinmiş freskleri karşısında allak bullak oldum zira bir gün benim öyküm de onlar gibi olacak, A.’nın ve benim belleğimde solmuş kırıntılara dönüşecekti.” 

Bir tutkunun vaktiyle hayatın tamamını işgal eden pırıltılı hatıraları hafızada erimeye başladıktan sonra geriye ne kalır? Önce hangileri solar? Hangilerini hiç unutmak istemez insan? Teninin dokusunu mu, önemsiz bir cümleyi fısıldarken iç çekişini mi, sesinin baharatlı tınısını mı, hayattan ödünç alınan tek bir ânı mı, geleceğe dair puslu bir hayali mi?

Adam ülkeyi terk ettikten sonra kadının bedeni ağrıyordu, acıyı koparıp atmak istiyordu ama her yanını sarmıştı.

“Zamanın beni artık hiçbir yere götürmeyeceği duygusu; beni sadece yaşlandırıyordu.” Sadece tutkusu değil ona eşlik eden zamanın ruhu da ölüyordu ki bu saplanıp kaldığı tutkulu ilişkiden daha yıpratıcıydı. 

Eskiden bir erkeği düşünerek sahip olduğu her şey artık ona anlamsız geliyordu. A.’nın hiçbir zaman yazmayacağı mektuplara cevap veriyordu. Uyuyamadığı zamanlar onunla tanışmadan önceki bozulmamış zamana, mekânlara geri dönmek istiyor, böylece her şeyi hatırlayarak “şimdiyi yeniden mutluluğa açık bir geçmiş” olmaya zorluyordu. 

Sonunda yazmanın, beklemenin yerini alan bir acı olduğuna karar verdi; 

“Yazı yazma zamanının tutkunun zamanıyla bir ilişkisi yok.” 

İradesiyle yarattığı “tutku zamanını” yok etmek için köklerine tutunduğu yazma arzusu, kutsallaştırdığı yabancının boşluğunu doldurmuyordu. Sınırlarını zorlayan tutsaklığın var oluşuna katkısını anlamaya çalışıyordu sadece. 

Kelimeleri birbirlerini ebediyen hatırlayan vücutlar misali buluşturarak yazıdan hiç değişmeyen bir gerçek inşa ediyordu. Artık her gerçek tutkunun arkasında hedefini yok etme dürtüsüne dönüştüren zehirli bir güç olduğunu biliyordu. Birini bütün engellere rağmen arzulamanın, ölümcül hazları tattıktan sonra mahvolmak olduğunu hakiki bir tecrübeyle öğrenmişti. 

Sonsuz bir yineleme

Ernaux için yazmak muhtemel yıkımlardan sonra hayatta kalma araçlarından birisi olmuş. Yaşamdan beklediğinin tersine yazıdan hiçbir şey beklemediğini bilerek yazıyor ama belli ki yazarak insana dokunmanın sihrine de inanmış. En başından beri biriktirdiği izler, işaretler, hayaller, sözler, konuşmalar, sesler yazarken çözülmeye başlıyor. Sonunda diyor ki; “Bu metin, o canlı metnin sadece kalıntısı, küçük bir izi…Bu metni yazmaya başladığımda, onu herkesin bildiği daktilo harfleriyle görünce masumiyetim sona erecek.” Yazıyla yaşamanın arasındaki derin yarığı göstermek bazen hikâyenin kendisinden daha müstehcen olabilir. 

Nihayetinde tutku zamanının hayatın sıradan hazlarına alan açtığı bir vakit gelse de, bazıları onun sonsuza kadar kuytusunda saklamak istiyor. Bazen de bu kitapta olduğu gibi edebiyatın sınırlarını zorlayan sıra dışı bir anlatıya dönüşüyor. 

“İlk satırdan başlayarak iradem dışında kullandığım şimdiki zamanın hikâyesi, bitmesini istemediğim bir sürenin, ‘O zamanda hayat daha güzeldi,’cümlesinin, sonsuz bir yinelemenin zamanıydı. Aynı zamanda önceki beklemenin yerini alan bir acı üretiyordu.”

A.’yı son görüşünden sonra “Daha önce burada bulunduğu sürece ve yazdığım zaman içimde taşıdığım adam bu değildi. Onu bir daha görmeyeceğim” diyor. Bana göre tutkunun tahripkâr yanı kendi “hayaletini” yoktan var eden kişinin onunla vedalaşacağı gerçeğini kabullenmesi. O sırlı zamanın içinde, yıkımı, vahşi arzuları, inançsızlığı, onursuzluğu keşfederek güçlü bir tutkuyla dünyaya bağlanan kişinin hissettiği derin bir kırılma ânı da var. Bir de o onlardan kurtulmanın yaşamaktan çok daha fazla acı vereceği bilinci. Kontrolsüz duygularını, eylemlerini “kaderi” sanan insan benliğiyle nasıl vedalaşabilir ki? 

Eğer insan buna benzer bir tutkuyu yaşayacak kadar şanslıysa o “tutku zamanını” bir biçimde saklamayı ister. Ernaux da öyle yapmış. Sonradan geriye bakıp gördüğü “saçmalıklardan” pişman değil.

“Bunu ‘hak etmiş’ ya da ‘hak etmemiş’ olmasının kuşkusuz hiçbir önemi yok. Ve tüm bunların bana başka bir kadınmış gibi yabancı gelmeye başlaması şunu hiç değiştirmiyor. Onun sayesinde, beni bu başka kadından ayıran sınıra, kimi zaman bu sınırı aşmayı düşünecek kadar yaklaştım…Çocukken benim için lüks, kürk mantolar, uzun elbiseler ve deniz kıyısındaki villalardı. Daha sonra, bunun entellektüel bir yaşam sürmek olduğuna inandım. Şimdi bana öyle geliyor ki lüks aynı zamanda bir erkeğe ya da bir kadına olan tutkuyu yaşayabilmektir.” 

Kökünde akıl olmayan tutkulu ilişkileri kayıtsız bir teslimiyetle yaşayabilenlerle çok sık karşılaşmadım doğrusu. O tutkulu karakterler daha çok romanlarda, öykülerde yaşıyordu. Onları yazanların bazılarıyla tanıştım. Aralarında tutkuyla hayatını edebiyata adayanlar vardı. Ölenlerin hayat hikâyelerini okudum. Tutkulu ilişkiler de yaşamışlardı ama edebiyatla yaşam arasındaki gerilimli hatta sadece yazının zamanını yaşıyorlardı. Piglia “Edebiyat hayatın üzerini çizenlerin varlığını mümkün kıldığı yerdir; kim bilir belki de bu yüzden edebiyat yapılıyordur” diyor. 

Annie Ernaux, hayatın kaçınılmaz olarak onu anlatmaya çalışan yazardan daha renkli olduğunu bildiği için tutkulu bir ilişkiyi hikayeleştirmek istemedi. “Sonsuz bir şimdinin” içinde kalmasını istediği tutkunun bedelini ve değişimini yazdı. 

Tutku zamanını, hatıralarla beklentiler arasındaki boşluklarla ölçenlere sesleniyor; 

“Zamanı tüm bedenimle bir başka türlü ölçtüm.” 

  • Yalın Tutku – Annie Ernaux, Çev: Yaşar Avunç / Can Yayınları 

 

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version