Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Skolastik düşünce ve Nurettin Topçu

Skolastik düşünce ve Nurettin Topçu


YORUM | AHMET KURUCAN 

Son cümlemi ilk cümle olarak yazayım: 21. yüzyılda yaşanabilir ve sürdürülebilir Müslümanlık için skolastik düşünceyi terk etmemiz şarttır.

Bu yazı dizisinin ilk ikisinde Bediüzzaman ve Hocaefendi’nin konu ile alakalı düşüncelerini kaleme aldım. Bu yazıda ise 1975 yılında hayata gözlerini yummuş Nurettin Topçu’nun görüşlerinden bahsedeceğim.

1909 doğumlu Nurettin Topçu, Erzurum’dan İstanbul’a göç eden bir ailenin ferdi olarak eğitim hayatına İstanbul’da başladı, lise ve üniversiteyi Paris’te okudu. Üniversite sonrası akademik eğitimine de devam eden Topçu doktorasını dünyaca ünlü Sorbonne Üniversitesinde yaptı.

Doğu-batı ya da akıl-mantık ile irfan ve hikmet sentezini yakın çağ tarihimizde en iyi yapan düşünürlerden biridir Topçu. Ne yazık ki Türkiye toplumunda, hele hele günümüz nesilleri arasında ismi dahi bilinmeyen bu büyük çilekeş insanın İslam ve İnsan; Var Olmak; Ahlak Nizamı; Yarınki Türkiye; İsyan Ahlakı; İradenin Davası; Bergson, Mevlana ve Tasavvuf başta olmak üzere hala daha güncelliğini koruyan ve her bir satırında bilginin, çalışmanın, tecrübenin ve yoğunlaştırılmış düşüncelerin ürünü olan eserleri vardır. Merhum Topçu hakkında yeterli bilgi sahibi olmak isteyenler eserlerini okumanın yanı sıra onun hakkında yapılmış nice akademik ve popüler çalışmalara müracaat edebilirler. Bu faslı burada kesip onun skolastik düşünce bağlamındaki görüşlerine geçmek istiyorum.

Topçu’dan yapacağım ilk iktibas şöyle:

“İslam dünyasında asırlardan beri, ilme dinsizlik, medeniyete gavurluk, hakikate şekavet, insanlık düşüncesine ve imana hıyanet diyen mefluç denecek kadar çürümüş bir zihniyet hakim olmaktadır… Hakikatte beş yüz veya bin yıl önceki insanların düşüncesinin mahsulü olan görüşleri, olduğu gibi kabullenmek, insanlığı bir adım bile ileri götürmez. Hakikatlere doğru ilerleyebilmek için, kim olurlarsa olsunlar, eskilerin fikirlerini tenkit ve münakaşa etmemiz şarttır. Bir fikri tenkit etmek onu tahkir veya reddetmek demek değildir, bilakis onu tamamlamadır; ilme ve insanlığa hizmet ve hayırdır. Tenkit herkes için hak, alimler içinse vazifedir, ahlaki bir vazifedir. Üstadların görüşleri bugün sadece tarihi bir değere sahiptir.” (İslam ve İnsan, s, 24,25)

Şu sözler de ona ait: “Ölülerin fikir istibdadı bizim tahakkümümüz için kanlı bir bıçak gibi kullanılmasın, Allah’ın emirlerinden başkasına itirazsız ve delilsiz inanmak, hele boyun eğmek mecburiyeti, yaşayanların iradelerinde tam bir çürüme işareti sayılmalıdır.” (Ahlak Nizamı, s, 9)

Burada bir dakika durup yapmış olduğum alıntıyı yeniden okuyarak şu soruyu kendinize sorun: Bu satırlarda çok özlü bir şekilde dile getirilen gerçeklere itiraz etmek mümkün mü? Ya da neresine itiraz edebilirsiniz ki? Tenkit ile tahkir ve red arasında fark yok mudur diyeceksiniz? Eleştirel yaklaşımların alimler için bir vazife olduğunu mu kabullenmeyeceksiniz? Farklı hayat şartlarının söz konusu olduğu dönemlerde verili durumlara, olgusal gerçeklere bağlı olarak üretilen düşünceler tarihi değere sahip değildir mi diyeceksiniz? Gerçekten neresine itiraz edebilirsiniz ki bu düşüncelerin?

Aynı hakikatleri mevcut ve gelecek perspektifi içinde de dile getirir Topçu. Şöyle der: “Zamanımızın dini kültür ve neşriyatı, hep eskinin tekrarı, hikayesi, övülmesi ve kutsallaştırılmasından ibarettir. Binlerce defa gevelenen, övülen ve kutsallaştırılan bütün meselelerin, İslam düşüncesi ve insan mantığı ile modern ilim ve felsefe zihniyeti ile birer birer tenkit ve münakaşası yapılmadıkça daima daha geriye gidilecek ve İslam’daki uyanış kabil olmayacaktır. Bugün İslam dünyası kibrine sımsıkı sarılmış bulunuyor. Kendini yüceltme yolunda yaptığı iş, kendinden olmayanları kötülemek ve düşünen dünyanın zekasına karşı kin taşımaktır. Kin ile kibri terk etmeden cehalet elbisesinden sıyrılamayacaktır. (İslam ve İnsan, s, 26)

Topçu sadece mevcudu anlatmak ve tenkit etmek değil aynı zamanda çıkış yolu olabilecek düşüncelerini de dile getirir. Hamasi bir dille maziye öykünme, tekrar ve tekrirden ibaret olan söylemler ve o söylemlere dâyelik yapan düşünüş tarzımızı terk etmenin bir çıkış yolu olabileceğini söyler mesela. Şu cümleler de ona ait: “Kur’an Allah kitabıdır. Felsefe ise bizim onu anlayacak olan şahsiyetimizin örgüsüdür. Bizim düşünüş tarzımızdır. Felsefi görüşümüz olmazsa, büyük Kitabı hakkıyla anlayamayız, sadece ezberleriz ve ezber okuya okuya doktorun reçete kağıdını batırdığı bardağın suyunu içmekle tedavisini uman hastanın haline benzeriz. İşte bu, felsefesi olmayanların Kur’an anlayışıdır. Kainatın muammasını çözebilen felsefe, kalbimizin mantığı, hükümlerimizin mektebidir. Felsefesiz yaşamakla kalbimiz, yabancı inançlarla harap olur. Hükümlerimiz akla karşı isyan haline gelebilir. Kültürümüzün köklerini teşkil eden İslam dünyasında kendi felsefemizin olmayışı, İslam aleminin hala yerlerde sürünen perişan halini doğurmuştur.” (Yarınki Türkiye, s, 72-73)

Descartes’tan yaptığı bir alıntı ile bezeli şu sözler de ona ait: “Bir ağacın kurumuş yapraklarını silkeleyip dökmesi gibi zihnimizden bütün otoriteleri silip süpürmek lazım gelecek. Üstadların otoritesi, şuura zulüm diyebileceğimiz hakikat düşmanlığının süngü nöbetçiliğini yapıyor. Descartes, bunca sapıklıklardan zihinleri kurtarmak için şu tavsiyeyi kaide halinde ortaya koydu: ‘Bizzat kendimiz tarafından aranıp doğruluğu bizce tahkik edilmemiş olan hiçbir fikri doğru diye kabul etmemek’.” (Yarınki Türkiye, s, 104-105)

Bana göre merhum Topçu’yu skolastik düşünce konusunda çağdaşı sayılabilecek emsallerinden ayıran en temel özelliği söz konusu düşünceyi savunan insanlara karşı kullanmış olduğu haşin ve sert dildir. Haşin ve sert deyişim bana ait bir değerlendirme. Burada haklı ya da haksız, doğru ya da yanlış olduğuna dair bir beyanda bulunmuyorum. Sadece kullandığı dilin sert olduğunu ifade ediyorum. Topçu’nun bu dili tercih edişi ister bu kadar açık, seçik, net olan bir gerçeği anlamamaları, ister bu anlamamanın toplumu sürüklediği yer, ister bunun sonuçlarının nesiller ve asırlar boyu devam ederek dine zarar verecek olmasını şimdiden görmesi isterse başka nedenlerle olsun, netice değişmiyor: Oldukça sert bir dil kullanıyor.

Bakın şu tabirler Topçu’ya ait: “Kavuklu müftüler, sırmalı taylasanlı şeyhülislamlar, pozitivist şeriatçılar, kendilerini gerçekten İslam’ın sahibi sayan putperestvari sapkınlar, soyguncu mevlithanlar, Kur’an ticareti yapan ses sanatkarları, duası huzurlara hakaret, ibadetleri kupkuru, ruhsuz ve hayatsız bir yığın hareket olan din adamları, sahtekar mürşidler, dolandırıcı şeyhler ve dervişler, nikah kaçakçısı hocalar, çığlıkçı duacılar ve mevlitçiler, pazarlıkla Kur’an ayetlerini satan hafızlar, Kabe yolunda birbirinin satan alimler, serapa cehalet, serapa taassup sermayesini kullanan sözde dini nesriyat ve soyguncu tüccardan yardım dilenen din idealcileri…” Ne dersiniz, haksız mıyım tespitimde?

Neden bu kadar sert? Belki “Dünya emelleri ahireti kafeslemeye çalışıyor. Onun içindir ki Allah içimizde zuhur etmiyor, ahiret dünyayı kazanamıyor” şeklinde çok çarpıcı beyanların yer aldığı şu sözleri bu sertliğini izahı adına bize yardımcı olabilir: “Bu sefalet dünyasının enkazını toplayıp halkın vicdanına perakende satış yapmakla geçinen sözde din adamları -din fikircileri, din tüccarları, din gazetecileri, din vaizleri ve her türlü şıh(şeyh)larla bakıcı hocalar- bugün cemaatin başında heyula gibi dikilmiş, onun ruh cephesinde kalkınmasına engel olmaktadırlar. Bunların kör ve dilsiz cemaatleri, yüksek seslerle mabetlerin mermerlerini sarsan din tellalları ile, cehennem ateşinin kızgınlığından korkarak secdeye kapanan mürai başlarıdır. Baş o baş, fakat secde o secde değil, işte bütün din meselesi burada. Dünya emelleri ahireti kafeslemeye çalışıyor. Onun içindir ki Allah içimizde zuhur etmiyor, ahiret dünyayı kazanamıyor ve kazanıp da dünyamızı cennetin parçası haline getiremiyor. Ağzı oruçlu mürâinin içinde bin fitne, bin dünya hırsı yuva yapmış, tüccar hacının her günkü kâbesi, bin menfaat ve yüz bin puttur. Güya Allah ve peygamber sevgisiyle yapılan haccın sonunda, bir rütbe gibi, isimlerin başına ya da sonuna ‘Hacı’ lafzının konulması adeti, İslam zihniyetindeki, Allah aşkına bağlı bir emri bile istismar edici düşüklüğün bin bir delilinden birisidir. (Ahlak Nizamı, s, 70-71)

Çok uzattım. Farkındayım. Bu konuya bir daha dönmemek için yaptım bunu. Son sözler zihin, kalp ve akıl birlikteliği içinde berrak bir mümin olan merhum Topçu’dan olsun yine: “İslam’da reform (ıslah) istekleri ileri sürüldüğü zaman çileden çıkanlar bilmelidirler ki, kendilerini de temizleyecek ve İslam’ın ruhunu ihya için ‘Müslümanız diyen insan yığını’nın safsatalarından İslam’ı kurtararak, gerçek aslına irca edecek olan reformun mutlaka yapılması lazımdır. Böyle bir reforma yani ıslah hareketine engel olan, onların varlıklarıdır ve bu ıslah hareketi önce onları temizleyecektir.” (İslam ve İnsan, s, 12)

“Bu ıslah hareketi zaruridir ve bu ıslah hareketi ebedi olan dinin ruhunu, her mevsime göre değişen şekiller ve renklerde muhafaza etmenin sırrını bize öğretecektir.” (Yarınki Türkiye, s, 134)

Mekanı cennet olsun.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version